tag:blogger.com,1999:blog-62700869222596564422024-02-06T20:55:54.673-08:00Ramazan KayaRamazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.comBlogger29125tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-55501143457802935272019-11-18T04:29:00.001-08:002019-11-18T05:44:40.185-08:00 “Gelmesi Kesin Olan Tek Şey Ölümdür Albay'' - Ramazan Kaya<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt; text-align: center;">
<br /></div>
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt; text-align: right;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzcGNETXd5E4XXn_Cgq0jbTg88Q3OhVMRihOYhoByOyROkANZGYhDSqKkA_GVanisBPNw6rtdMQIHstnA_dJZ1he9x2t-bRdvVJfuYfNMnrUKKYo-nbJPUdkk4byeKpYFNmXTuoSvmdfbU/s1600/A00A6963-E712-49CC-AF59-D1021D6A5DDD.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="984" data-original-width="1200" height="262" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzcGNETXd5E4XXn_Cgq0jbTg88Q3OhVMRihOYhoByOyROkANZGYhDSqKkA_GVanisBPNw6rtdMQIHstnA_dJZ1he9x2t-bRdvVJfuYfNMnrUKKYo-nbJPUdkk4byeKpYFNmXTuoSvmdfbU/s320/A00A6963-E712-49CC-AF59-D1021D6A5DDD.jpeg" width="320" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<span style="font-family: "arial"; font-style: italic; font-weight: 700; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">"İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır"</span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Gabriel Garcia Marquez </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Albaya Mektup Yok</span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"> kısa romanını veya uzun öyküsünü 1956'da tamamlamış olsa da ancak 1961'de yayınlatabildi. Bu romanın, yazarın “sosyalist gerçekçi" ya da "yeni gerçekçi" (büyülü gerçekçi hiç değil) döneminin en başarılı eseri olduğu söylenebilir. Günümüzde birçok eleştirmen tarafından kısa bir şaheser olarak kabul edilmektedir. Gabriel García Màrquez’in 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmesinde, hiç kuşkusuz </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Albaya Mektup Yok</span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">’un da payı vardır. Yetmiş beş yaşındaki bir albay ile kronik astımlı karısı Kolombiya'nın kuzeyindeki ormanların derinliklerinde, nehir kıyısındaki ücra bir kasabada sefaletle boğuşmaktadırlar. Albay "Bin Gün Savaşı" sırasında liberal ordusunda yer almış , elli küsur yıl önce baskıcı ve demokrasi karşıtı muhafazakâr rejim güçlerine karşı çarpışmıştır verdikleri son on beş senedir yeni hükümetlerden birinin o katliamdan sağ kurtulanlara vaat ettiği emekli aylığının müjdesini beklemektedir. Yani neredeyse tam altmış yıldır beklemekten başka bir şey yapmamıştır albay. Beklemek, elbette, üçüncü dünya ülkelerindeki çaresiz insanların kaderine dönüşmüştür ancak bir albayın kabullendiği bir durum olarak düşünülmemektedir. Emeklilik mektubunu bekleyen albaya posta şefi şöyle der: "Gelmesi kesin olan tek şey ölümdür albay." Sömürgelerde, dünyanın safrası coğrafyalarda, ölüm yıldırım hızıyla ulaşan tek haberdir yoksul hanelere. Güzel olan her şey sonsuz bir bekleyiştir, umut, Kaf dağının ardına ertelenmiş bir masal kipidir. Şairin "bir sabır geleneğidir doğu'da akşam" dizesindeki “doğu”, tüm kimsesizlerin ülkesidir bir anlamda.</span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">İhtiyar çift, beraber geçen bir ömrün ardından, hâlâ birbirlerine olan sevgi ve saygılarına rağmen birçok konuda ters düşmüşlerdir artık. Hikaye ilerledikçe, çiftin tek çocuğu olan ve terzilik yaparak ailenin geçimini sağlayan Agustin’in, “yasadışı” siyasi faaliyetlerinden ötürü dokuz ay önce askerler tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Albayın karısı haklı olarak: "Biz de oğlumuzun yetimleriyiz" der. Çünkü, sefaletten ve aşağılanmaktan ibaret yaşamlarının sebebini Agustin'in yokluğuna bağlamaktadır annesi. Agustin bir ekek çocuk olarak yaşıyor olsaydı şayet, bu sefil, yetim hayatı yaşamayacaklarına inanmaktadır. Devletin, politik gençleri sistematik bir şekilde yok ettiği tüm coğrafyalarda olduğu gibi onların da ocaklarına ateş düşmüştür, en büyük yatırım kaynağı olarak gördükleri çocuklarının ellerinden alınmış olması, onları güvencesiz ve belirsiz bir geleceğe mahkûm etmiştir. Ünlü psikoterapist Irvin D. Yalom </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Aşkın Celladı </span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">kitabının "Yanlış Çocuk Öldü" öyküsünde bu konuda dikkate değer bir tespitte bulunur: “Anne veya babayı ya da çok eski bir arkadaşı kaybetmek çoğu kez geçmişi kaybetmektir: ölen kişi çok eski dönemlerin değerli olaylarının yaşayan tek tanığı olabilir. Ama bir çocuğu kaybetmek geleceği kaybetmektir: kaybedilen, kişinin yaşam projesinin ta kendisidir – ne için yaşadığı, gelecekte kendini nasıl tasarladığı, ölümü aşmayı nasıl umut edebileceğidir (insanın çocuğu aslında onun ölümsüzlük projesidir). Bu durumda, mesleki dilde, anne babanın kaybı “obje kaybı” (obje insanın iç dünyasının oluşumunda etkili bir rol oynamış kişidir) iken çocuğun kaybı "proje kaybı"dır (yaşamın yalnızca </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">nedenini</span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"> değil </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">nasılını</span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"> da ortaya koyan belli başlı, düzenleyici yaşam prensibinin kaybı). Bu durumda çocuk kaybının katlanılması en güç kayıp olmasına, birçok anne babanın yıllarca yas tutuyor olmasına, bazılarının hiçbir zaman kendilerine gelememesine şaşmamak gerekir". (syf,158)</span></div>
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Kadın hala oğlunun yasını tutsa da yaşam mücadelesi söz konusu olduğunda siyasetin bir kenara bırakılması gerektiğini düşünmektedir ve albaya bu konuda sürekli gerçekçi davranmasını telkin etmektedir. Yiyecek bir lokma yemekleri yoktur, oysa dövüş horozunu satmaları durumunda birkaç yıl kıt kanaat da olsa yaşamlarını idame ettirmeleri mümkündür. Horoz albaya göre oğlunun anısını yaşatan bir sembol iken, karısının gözünde erkek şiddetini ve sonu ölümle sonuçlanan siyaseti temsil etmektedir. Kadın, elinden beklemekten başka bir şey gelmediği için albayı aşağılarcasına, "Umut karın doyurmaz” der. Albaysa buna, "Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar" karşılığını verir. Albay, oğlunun katledilmesinden ötürü siyaseti unutmanın imkansız olduğunun, onur sahibi olmanın bu dış baskılara direnmekten geçtiğinin farkındadır. </span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<br />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt; text-align: right;">
<div style="text-align: right;">
<span style="font-family: "arial"; font-style: italic; font-weight: 700; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">"Doğru,” diye içini çekti albay. Hayat şim</span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; font-weight: 700; white-space: pre-wrap;">diye kadar icat edilen en güzel şey"</span></div>
</div>
<div style="text-align: right;">
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" /></div>
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Romanın merkezindeki dram Agustin'in dövüş horozuyla ilgilidir, albay kendisine miras kalan ve şampiyonluk potansiyeli olduğu söylenen horozu istemeyerek de olsa evine alır. Agustin’in kendisi gibi terzi olan arkadaşları da yasa-dışı siyasetin özneleridirler, bu güçlü horozun geleceğini önemsemektedirler. Horoz hem onlar hem de kasabadaki herkes için bir direniş ve umut simgesine dönüşmüştür. Albay başta giderek büyüyen bu beklentileri görmezden gelmeye çalışsa da, Zamanla oğlunun anısını yaşatmak ve onun intikamını sembolik biçimde de olsa almak için kasabanın siyasi arzularını benimser. Bu uzun öyküde, Gerald Martin'in de dikkat çektiği gibi: “Garcia Marquze’in dönemin sosyalist ideolojisini benimsediği artık son derece belirgindir. Horoz aslında ümidi, güveni, direnişi, iyimserliği ve insanlık onurunu simgeler; hayatta kalışı "yanlış bilinç" kavramına katkıda bulunan iki faaliyet (spor ve kumar) aracılığıyla insanları bilinçlendirmektedir." (Gerald Martin, </span><span style="font-family: "arial"; white-space: pre-wrap;"><i>Gabriel Garcia Marquez'e Giriş</i>, Can Yayın</span><span style="font-family: "arial"; white-space: pre-wrap;">ları, s.64) Çekilen ekonomik sıkıntılara temelli bir çözümün bulunmadığı hikâye, isimsiz albayla eşi arasındaki sert bir diyalogla bir çok gelişmeyi belirsizliğe terk ederek son bulur: Eşinin, bir kez daha öfkeyle "peki ama o arada ne yiyeceğiz'' sorusuna, albay: "Elinin körünü'' diye yanıtlar. Albayın bu keskin cevabı aslında bahtsız eşinin çenesini kapatmak arzusu taşımamaktadır, yıllardır ''elinin körünü yemiş" oldukIarı gerçeğini teslim etmekten ibarettir. Yaşamları baştan sona bir aşağılanmadır; samimi anlamda onurlu bir yaşam sürebilmelerinin yolu göstermelik davranmayı bırakarak gerçekleri dürüstçe kabullenmekten geçmektedir. </span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Marquez, hikâyesini askeri diktatörlük atmosferi üzerinden kurgulamıştır. Sıkıyönetim koşulları hikâyenin her ayrıntısına sirayet etmiştir. Gece on birden sonra sokağa çıkma yasağı vardır, gazeteler sansürlüdür, seçimler yapılmamaktadır, filmler kendi arasında sınıflandırılmakta, rahipler sinema girişlerini gözetlemekte, kamusal alanlarda siyaset konuşulmamakta, doğru haberlere ancak el altından dağıtılan dağıtılan broşürler sayesinde ulaşılmaktadır ve çok risklidir. Faşizm ve korku ülkeyi kuşatmış durumdadır. Hikâyenin giriş bölümünde kasabanın davulcusunun cenaze törenine gitmeden önce albay, "Bu cenaze özel bir olay, yıllardır gördüğümüz ölümler arasında doğal nedenlere dayanan ilk ölüm bu'' der. Tasvir edilen atmosfer, Kürdistan'da yaşananlara ve yaşanmaya devam edenlere fazlasıyla benzemektedir. Ölüm şeklimiz yaşadıklarımızın aynasıdır. Sömürgelerde ve askeri diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde ölüm karşısında eşit olma ideali elbette ortadan kalkmıştır, onurlu insanlar açısından “doğal ölüm” bir lükstür. Hiç kimse adıyla, hayalleriyle, sevdikleriyle varolmuş bir birey olarak sıcak yatağında ölme imkanına sahip değildir. Onlar, barikatlarda, çapraz ateşe alınmış varoş evlerde, karanlık işkencelerde, sokak ortasında devlet kurşunlarıyla katledilenlerdir. Onlar, vahşice söndürülen ve hiçbir şekilde korunmayan yaşamlardır, yaşamları yaşam sayılmayanlardır. Onlar, isimsiz ve yüzsüz ölümlerdir. Onların adları, yüzleri, izleri ve kişisel tarihleri yoktur. Onlar, yası tutulmayanlardır, çünkü yaşamları yaşam vasfını taşımaz, kaydı tutulmaz. Yasları tutulmaz, çünkü zaten hep kayıptırlar, ya da hiç olmamışlardır. Yaşam ile ölüm arasında askıya alınmış hayatlardır. Onların varlığı egemen insan tanımına oturmaz, devletin ve kapitalizmin insanlık kategorisinden çoktan çıkardığı, ölü kabul ettiği, iktidar karşısındaki en çıplak, en korumasız ve en kırılgan hayatlardır. </span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Gabriel García Màrquez’in yazdıkları, "içinde bir kıtanın ruhu titreşen" bir edebiyattır. 1967'de yayınlanan </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Yüzyıllık Yalnızlık</span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">, halen Latin Amerika'nın tarihî kimliğini ve çıkmazlarını en iyi özetleyen roman olarak görülür. Bu talihsiz kıtanın ardı arkası kesilmeyen darbeler ve devrimler tarihini, sömürgeciler tarafından talan edilen mirasını, kıtaya yönelik Avrupa-merkezci körlüğü, şiddet kültürünü, tropikal yağmurlarını, sahipsiz cenaze törenlerini, tutkulu aşklarını, hüznünü, yoksulluğunu onun kadar etkili anlatan ikinci bir Güney Amerikalı yazar bulmak neredeyse imkansızdır. Yazdığı her roman, dünya edebiyatının tarihine canlı bir bellek gibi kazınmıştır. Çocukluk deneyimlerinden harekette bir mekanı yeniden yaratmakta hünerinin sınırı yoktur. Her eserinde farklı bir özelliğini işlediği "Macondo" kenti, tüm okuyucularının hafızasında unutulmaz bir yer edinmiştir. Kıtanın tarihindeki belli dönüm noktalarını ve siyasi olaylarını ele almakla kalmamış, insan olmanın anlamını da geniş ve derinIemesine irdelemiştir. Sömürge geçmişi olan ülkelerde sayısız yazarı etkileyen referans bir isim olmuştur. 1982 yılında StockhoIm’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul ederken yaptığı konuşmada insanları, doğduğu yer olan ve artık kendini bir temsilcisi olarak gördüğü Latin Amerika kıtasıyla daha fazla duygudaşlık kurmaya çağırdı. Kıtanın halen doğru düzgün tanınmadığını ve görmezden gelindiğini, sahiden büyülü olsa da bu büyünün saçmalık seviyelerine varmadığını, koridorları mutsuz hayaletlerle, dolaplarıysa iskeletlerle dolu Avrupa'nın bin yılda ulaştığı seviyeye Latin Amerika'nın iki yüz yılda yetişmesinin beklendiğini, kıtanın kültürel ve siyasi açıdan çarpık bir biçimde sürekli Avrupa standartlarıyla değerlendirilmesinin yanlış olduğunu dile getirdi. Kıtanın diktatörlerine karşı gerçeği söylemekten, kıta halkına olan güvenini vurgulamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Başkan Babamızın Sonbaharı </span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">romanında tiran nihayet ölür. Durumun halkın gözünde nasıl göründüğünü şöyle aktarır: "Hayatın asıl yüzünü bilmeyen gülünç bir zorba, bizse sizin kanlı canlı ve geçici olduğunuzu aklınıza bile getirmekten ürktüğünüz hayatı doyumsuz bir tutkuyla seviyorduk."</span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">García Marquez her fırsatta, “Yazar devrime ancak iyi yazarak hizmet edebilir" diyerek muhalif aydınları, kendini davaya adamış solcuları çileden çıkarttı. Ama o bu sözlerinde gayet samimidir. Ona göre, dünyanın gerçeklerini edebiyat yeteneğiyle birleştiren bir yazarın başka bir gerekçeye ve misyona ihtiyacı yoktur. Edebi inceliğin süzgecinden geçmiş bir </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">gerçeklik</span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"> tek başına fazlasıyla devrimcidir zaten. </span><br />
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"><br /></span>
<span style="font-family: "arial";"><span style="white-space: pre-wrap;"><b>(<i>Yazı, Kırık Saat Dergisi'nin 1. sayısında yayınlanmıştır)</i></b></span></span></div>
<div style="height: 0px;">
x</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-50130386790133478522019-07-22T18:03:00.001-07:002019-11-18T04:52:16.908-08:00Kandan Adam: Diyarbakır'ın Bedenine Kanla Basılan Mühürlerin Bir Tarihi - Ramazan Kaya<br />
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt; padding: 0pt 0pt 0pt 35.4pt; text-align: right; text-indent: -35.4pt;">
<span style="font-family: "arial"; font-style: italic; font-weight: 700; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">"Büyük devletlerin büyük arşivleri ve yalnızlıkları olur"</span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Kürt edebiyatçıların Türkçenin sınırları içerisinde kazıdıkları minör edebiyat kuyusu gittikçe derinleşiyor, bu yazarların Kürdistan'ın kanlı tarihine, katı gerçekliğine, puslu belleğine dair yazdıkları romanlar, bu kuyudan fışkırmaya, bu çorak egemen dili, bu çölleşmiş kültürü sulamaya devam ediyorlar. Milan Kundera'nın dikkat çektiği gibi, insanın sadece ruhundaki canavarlara karşı mücadele ettiği son huzurlu zamanlar artık geride kalmıştır. Kahir zamanların romanlarında canavar dışarıdan gelmektedir ve adı da elbette tarihtir, tarihin hesaplaşılmamış yüküdür. Sömürgeci tarihsel koşulların iç dürtüleri, sevgiyi, geleceği hiçbir ağırlıkları kalmayacak biçimde ezdiği bir coğrafyada insanın önünde hâlâ ne gibi olasılıklar vardır? Edebiyat bu yüzyılda belki de yaklaşan sonu, kopan kıyametleri duyuran son çığlık olmak zorunda kalmıştır. Zaten roman tarihi bir bakıma kaçırılmış fırsatlar, işitilmemiş çağrılar mezarlığı değil midir? Ancak romanın, tarih veya bugün hakkında bir hüküm verme, el çabukluğuyla bir sonuca bağlama derdi yoktur. Onun derdi varoluş alanıdır. “Varoluş ise olmuş bitmiş bir şey değildir, insani olabilirliklerin alanıdır, insanın olabileceği her şey, yapabileceği herşeydir. Romancı ne tarihçidir, ne de peygamber. O varoluşun kâşifidir". (Milan Kundera, Roman Sanatı, syf.50) “Kandan Adam” romanının temel dertlerini ele alırken uzun bir zamandır üzerine mesai harcadığım ve roman sanatına bakışımı derinden etkileyen Kundera’nın sesi de bana dostça eşlik edecektir.</span><br />
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"><br /></span></div>
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Abdullah Aren Çelik'in “Kandan Adam” romanı, kanla sulanan, katliamlarla yönetilen bir coğrafyanın hem dünü hem bugünü hem de sömürgeci devlet erkanının bu coğrafyadaki yabancı, hukuksuz, karanlık silueti hakkında çıplak bir metin. Aslında roman bir polisiye roman havasında da okunabilir. Devletin tozlu arşivlerine kaldırılan cinayetler, üstü örtülmeye çalışılan devlet suçları, görünmez kılınmaya çalışılan bir tarih, Diyarbakır’da cinayet masasında çalışan ancak artık süngüsü düşmüş, gözden çıkarılmış bir polis şahsında çözülmeye, aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Ahmet Boz, soyadı gibi boz bulanık yılların, faili meçhul cinayetlerin, işlence tezgahlarının, olağanüstü hallerin yani kısacası devletin kendini adeta tanrılaştırdığı 90'lı yıllarda Diyarbakır'da görevini yerine getirmeye çalışan, bu kentteki çıplak zulme, hukuksuzluğa ve sefalete onay vermeyen bir "iyi polis" tir. Eşi Gülhan'la yürüttüğü mutsuz evlilik, hiçbir duygu ve vaadin kalmadığı zamana yayılmış bir intihara dönüşmüştür, soruşturduğu cinayetin cumhuriyet tarihinin kuruluş aşamasındaki suçları ve sırları açığa çıkarma ihtimali barındırmasından ötürü görevden alınıp emniyetteki sıradan bir arşiv memuruna dönüşmesine yol açmıştır ve bütün bu sırların ve mutsuzluğun ortasında mutlu ve kudretli günlerine dönmek için çabalayan yalnız, mutsuz ve devletin karanlık gölgesini, soğuk namlusunu her an ensesinde hisseden bir polistir Ahmet Boz. Ahmet Boz'un iç dünyasında kopan fırtınalar, eşiyle yaşadığı sevgisiz ve güvensiz ilişki, kente uyum sağlama gayreti romanın ana eksenini oluştursa da, Diyarbakır’ın tekinsiz sokaklarına açılan kapılardan; bir kentin 90'lı yıllar boyunca yaşadığı bütün hukuksuzlukları, günlerce süren çatışmaları, kuşatılmayı, korkunun ve muhbirliğin egemen olduğu ilişkileri, sokak ortasında öldürülen insanları, her köşebaşından akan sefaleti görmek ve hissetmek mümkündür. </span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Bütün sömürgelerde olduğu gibi Kürdistan'da da nekro-iktidar, yani öldürme hakkı/siyaseti hakimdir ve bu iktidar denetimsiz bir biçimde işler. Egemen öldürme hakkı, sömürgelerde hiçbir yasaya tabii değildir. Sömürgelerde, egemen herhangi bir zamanda ve herhangi bir nedenle öldürebilir. Sömürgedeki savaş durumu hukuki ve kurumsal yasalara tâbi değildir, görünmez bir biçimde işlemez; bütünüyle çıplak ve açıktır, göz göre göre yapar ve öldürür. 90'lı yıllarda Diyarbakır’da yaşamak zordur. Çelik'in romanda belirttiği gibi: "Meşakatli bir şeydi Diyarbakır’da yaşamak. Hayatı anlamsız kılan kötücül ne varsa orada bulmak mümkündü, zira insanın bu kadar çok ölümle sınandığı başka bir şehir bulmak mümkün değildi herhalde”. Roman bir yönüyle Kürdistan'ın yakın dönem tarihinin bir özetidir. 90'lı yıllarda aynı üniversitede aynı ortamı birlikte soluduğumuz yazar, bu yıllara yakından tanıklık eden bir canlı bellek olarak kalenin içinden, en ıssız köşelerinden konuşmaktadır. Ahmet Boz karakteri, devletin demir yumruğunu değil, çözülen, değersizleşen, kimliksizleşen egemenliğini sembolize eden silik bir karakterdir. Onun egemenlik aynasından bu toprakların nasıl yansıdığı, bir polis ailesinin bir sömürgeye nasıl ve kimler aracılığıyla entegre olduğu belki de anlaşılmaya değer bir mevzudur. </span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Günün birinde bu romandan alınan ilhamla bu topraklarda devlet erkanını temsil eden aktörlerin ailelerinin ne yaşadığı, burayı nasıl anlamlandırdıkları, buralardaki dehşetin onların ve çocuklarının dünyasını nasıl biçimlendirdiği, hangi kimliklerle halkla iletişim kurdukları, okula devam eden çocuklarına her gün neler telkin ettikleri araştırılmaya değer verimli bir saha olabilir. Üstelik bugüne dek savaşın farklı cephelerinde aktif bir şekilde yer almış öznelerin anılarını, travmalarını ve "şehit ailelerini" aşan bir çalışma pek yürütülmedi. Devletin bu topraklarda hükümet binalarından, karakollardan, polis ve asker lojmanlarından ibaret kapalı devre dünyasının ardında neler yaşandığını bilmek, bu sömürgedeki egemenlik ilişkilerini tüm yönleriyle anlamanın önemli bir anahtarı olabilir. Bugüne dek bu konularda yazılmış romanların önemli bir bölümünün bu egemenlik ilişkilerini nefret edilen bir dünyanın basit bir suç dökümüne indirgediğini, egemen kişi ve durumları afiş yavanlığında ele aldıklarını hesaba katacak olursak bu romanın açtığı patika daha da önem kazanmaktadır. Ahmet Boz karakteri özellikle politik Kürt okuyucusunu muhtemelen öfkelendiren bir karakter, bir polis memurunu gereksiz yere sevimli gösteren bir çaba olarak görünecektir, "biz bu topraklarda böyle bir polise hiç denk gelmedik" şeklinde tepkilerine yol açacaktır. Ancak roman dünyası zaten ikili karşıtlıkların belirgin biçimde ayrılmasına izin vermeyen, çok anlamlı ve görece bir dünya üzerine kuruludur. Her romancı, tüm romanlarını birer fikir yürütme veya düşünsel sorgulama aracı olarak gördüğü için, belirsizliğin diline ihtiyaç duyar. Aksi halde roman, belli bir söylemin, ideolojinin tarafında olan, angaje romana indirgenir. Bir romanın tek varolma nedeni, ancak bir romanın keşfedebileceği şeyi keşfetmektir. Bir makale veya deneme aracılığıyla aktarılması, özetlenmesi mümkün bir gerçekliğe edebiyat asla alet edilmemelidir. "Dostum durumlar senin düşündüğünden daha karışık'' cümlesi, romanın ezeli gerçeğidir. Romanın tek varoluş nedeni, sadece romanın söyleyebileceği şeyleri söylemektir. Mutlak kötülüğün ve mutlak iyiliğin temsiline soyunmuş karakterlerin savaşımından roman çıkmaz, çıksa çıksa efsaneler çıkar, mitolojiler çıkar, kahramanlık menkıbeleri çıkar, dilden dile dolaşan kıssadan hisseler çıkar ama edebiyat çıkmaz. Üstelik dünya, iyi ve kötünün net biçimde tanımlanıp birbirinden ayrıldığı ve bu sabit ikili karşıtlık üstünden anlamdırılabiIeceği bir sahne değildir. İnsan hayatının bütün gizemi, iyilik ile kötülük arasındaki sınırla doğrudan temas halinde bulunmasında, bu sınırlar arasındaki mesafenin sanıldığı kadar uzak olmamasında yatmaktadır. Görünmez itkilerimiz, bilinçaltımız ve tesadüfler, yürüdüğümiz düz yaşam yolundan bizi saptırır, bambaşka yollara sapmamıza yol açar. Tek bir gerçek üzerine dayalı dünya ile romanın çok katmalı ve göreceIi dünyası birbirinden tamamen farklı bir hamurdan yoğrulmuştur. Dolaysıyla dünyanın totaliter gerçeklik anlayışı, göreceliği, kuşkuyu, sorgulamayı tanımaz ve romanın ruhu dediğimiz şeyle asla uzlaşmaz. Edebiyatın gücü, en uç özgürlük yoksunluğunda bile kapının çatlaklarından sızan ışığı görebilmesinden, ideolojilerin gözleri kör eden ışığının görünmez kıldığı karanlık sokaklara korkusuzca dalmasından gelmektedir. Kundera'nın dediği gibi: "Bu çağdan, girdiğimiz kadar budala çıkmak istemiyorsak, dava ahlakçılığının kolaycılığını bir yana bırakmamız, insan kimliğiyle insan ilişkin olarak bildiğimiz bütün gerçeklikleri yeniden gözden geçirmek pahasına olsa bile, onu sonuna kadar düşünmemiz gerekmektedir." (Milan Kundera, <i>Saptırılmış Vasiyetler</i>, s.228)</span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt; text-align: right;">
<span style="font-family: "arial"; font-style: italic; font-weight: 700; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">"Tarihin gözyaşları olsaydı, şüphesiz insanlık sular altında kalmıştı"</span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Roman genel itibariyle Diyarbakır'da kurulan egemenlik tarihini üç ana kesit halinde bir cinayet bağlamında ele alan bir kazı çalışmasıdır aslında. Bu egemenliğin ilk ayağı Diyarbakır'ın İran'ın hegemonyasından çıkıp Osmanlının egemenliğine dahil olduğu dönemdir, ikincisi Cumhuriyet'in kuruluş aşaması, üçüncüsü de kanlı 90'lı yıllardır. Bu üç tarihsel kesit üzerinden ve sürekliliğini koruyan bu kanlı egemenliği bir sarkaç misali işleyen roman, unutuluş çölünden geçmiş bir halkın belleğini geri çağırmaktadır. Diyarbakır'daki sömürgeci tahakküm tarihinin aydınlatılmasında, romanın Diyarbakır'daki darağaçları ve toplu mezarlar silsilesi bağlamında andığı şair Bitlisli Kemal Fevzi, özel olarak incelenmeye değer bir tarihi şahsiyettir. Hizanizade Kemal Fevzi olarak da bilinen Kemal Fevzi, 1891 yılında BitIis'in Hizan ilçesinde doğmuştur. Babası Reşit bey Osmanlı döneminde uzun yıllar savcılık yapmıştır. 1912 yılında Balkan Savaşı'nın çıkmasıyla birlikte genç bir teğmen olarak savaşa katılmış, Yanya cephesinde bir şarapnel parçasıyla ayağından yararlanınca genç yaşında malulen emekliye ayrılmak zorunda kalmıştır. Savaşın ardından İstanbul'a dönen Kemal Fevzi'nin turancı, ittihatçı fikirlerinde köklü değişiklikler olmuş, Kürt dernek ve cemiyetleri ile yakın bir ilişki içine girerek bir Kürdistan aydınına dönüşmüştür. Kürdistan Muhibban Cemiyeti ve Hevî Derneği'nin bir dönem yöneticiliğini de yapan Kemal Fevzi, Jîn, Kürdistan ve Hevî dergilerinde yazılar yazar, Abdullah Cevdet Bey ile Hevî ve Jîn'in Türkçe sayfalarını hazırlar. Birinci Dünya Savaşı ve mütareke yıllarında Kürdistan Teali cemiyeti içerisinde çalışma yürütür. Kemal Fevzi'nin aynı zamanda Cibranlı Halit Bey'in kurucusu olduğu Azadî örgütündede yer aldığı biliniyor. Cumhuriyet döneminde 150'likler Iistesinde ismi yer alan Kemal Fevzi, Güney Kürdistan'a giderek Şêx Mahmudê Berzencî ile birlikte çalışma yürütür, ünlü Kürt isyancı Simko Axa ile de sıkı ilişkiler geliştirir. Burada İngilizler tarafından yakalanarak uzun süre tutuklu hayatı yaşar. Yoğun işkence ve baskıların ardından İstanbul'a kaçar, İstanbul'dan Avrupa’ya kaçmak isterken yakalanır. Şeyh Said isyanı nedeniyle kurulan istiklal Mahkemeleri'nde bölücülük suçundan yargılanan Kemal Fevzi, Mahmut Tevfik ve Seyyid Abdülkadir'in de içinde bulunduğu altı arkadaşıyla birlikte idama mahkum edilir. 24 Mayıs 1925 günü sabah 04:53'te Diyarbakır Ulu Camii önünde idam edilir. Kemal Fevzi'nin üçü yayınlanmış, ikisi yayınlanmamış toplam beş kitabı bulunuyor. Ordudan Bir Ses, Elem Çiçekleri, Kahraman Orduya Armağan, Ölmeyen Sevgi ve Kanlı Yurt (şiir) bilinen kitaplarıdır. Romanda Kemal Fevzi'nin delirmiş doktor kardeşi Law Reşit, halk arasında üryan dolaşarak Wilson' un "her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır" sözünü hatırlatmaktadır. </span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Tarihi yazımı dediğimiz şey de belleğin toplumsal işlevinin bir neticesidir. Tarih yazımı toplumsal bellieğin neleri unutup neleri hatırlaması gerektiğine karar verilerek yapılan bir iktidar düzenlemesidir. Resmî tarihin neleri kaydedip neleri etmeyeceğine de toplumsal öncülerin ideolojisi, güç ilişkileri ve zaman ruhu karar verir. Dolaysıyla tarih, toplumsal belleğin dönüştürülmüş, yeniden kurgulanmış bir yazımıdır. Genel itibariyle egemen ulus tahayyülü, o ulusun tarihi suçlarını, sabıkalarını unutmaya dayalı bir tahayyül iken, ezilen ulus tahayyülü, maruz kaldığı vahşetleri, katliamları, sürgünleri ısrarla hatırlamaya dayalı bir tahayyüldür. Kısacası egemen ulus unutarak, ezilen ulus hatırlayarak ulus olur. Dolaysıyla roman, unutuşun yok edici gici karşısında karşısında belleğin korunaklı kalesidir. Bir romana giren her cümle ve detay kayıt altındadır, yazarın zamana var unutuşa karşı zaferidir. Milan Kundera'nın “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı” romanında Mirek karakterine söylettiği gibi: "Gelecek kimsenin umurunda olmayan alansız bir boşluktur, geçmiş ise yaşam doludur, kızdırır, başkaldırtır, yaralar; o kadar ki, bu yüzden onu yok etmek ya da yeniden yaratmak isteriz. Geleceğe egemen olmak istenilmesinin nedeni, geçmişi değiştirecek güce sahip olmaktan başka bir şey değildir." (s. 34) Şüphesiz hatırlamak geçmişin değil bugünün meselesidir. Kapanmayan yaraların, yarım kalmış hesapların, intikam arzularının, kefareti ödenmemiş günahların ve zaptedilmek istenen geleceğin bir meselesidir. Platon, hatırlamayı, "artık olmayan bir şeyin şimdiki zamanda yeniden temsili" yani </span><span style="font-family: "arial"; font-style: italic; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">eikon</span><span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"> olarak tanımlar. Bu tanım belleğin imgelemle, hayal gücüyle, ve kurguyla ilişkisini ortaya koyar. Artık varolmayan bir şeyi, şimdiki zamanda yeniden temsil etmek demek, o şeyi imgelem yoluyla yeniden üretmek (reproduce) demektir. </span></div>
<br style="-webkit-text-size-adjust: auto;" />
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Tam da bu noktada roman tarihi insanlık tarihinden intikam almak değilse başka nedir zaten? İnsanlık tarihinin kişiliksizliği, zulmü, sevgisizliği karşısında insanın intikamıdır. Tarih denilen bu hiçbir hükmü ve geçerliliği kalmamış otoriteye güvenmek, tanıklığını istemek, hakkımızdaki hakikati sergileyecek kaynak olarak görmek için hiçbir nedenimiz kalmamıştır artık. Oysa, "Roman tarihinin Hegel'in insanlık dışı aklıyla hiçbir ilişkisi yoktur; ne önceden saptanmıştır, nede ilerleme düşüncesiyle özdeştir; tamamen insanidir, insanlar tarafından yapılmıştır, bazı insanlar tarafından oluşturulmuştur, tıpkı kimi zaman sıradan, daha sonra önceden kestirilemez biçimde davranan, kimi zaman dâhice, daha sonra da dehadan uzak işler yapan ve çoğu zaman eline geçen fırsatlardan yararlanamayan tek bir sanatçının gelişimi gibi... İnsanlık tarihinin insana ait olmamasına, insanın etkisini geçersizleştiren bir yabancı güç olarak kendini insana zorla kabul ettirmesine karşın, roman tarihi, 'insanın özgürlüğünden, tam anlamıyla kişisel yaratılandan, seçimlerinden doğmuştur.” (M.Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s.26)</span></div>
<div dir="ltr" style="-webkit-text-size-adjust: auto; line-height: 1.295; margin-bottom: 8pt; margin-top: 0pt;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;">Yüzyıllardır tüm yaşanılanlardan tek bir tarihsel bütünlük oluşturmaya çalışan insansız insanlık tarihi, bu romanla ve roman sanatıyla tekrar tekrar parçalanmaya, kesintiye uğratılmaya, akıntıya karşı yüzmeye devam etmektedir. Soğuk tarihsel anlatıların karşısına sıcak insan hikayeleriyle çıkan roman tarihi, hala "ezeli mağlup" konumunda olsa da, tarihin görünmez kıldığı insanı ve tüm insani özellikleri gözler önüne seren “kutsal şimşek” olmaya devam etmektedir.</span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<span style="font-family: "arial"; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNBQHDdZAvp4U1adRKb9LPyE3z0I7MxrbRYEbgALZJTfrG1UDYeYLBPmjzQnTynpmUhz1yYLtanc0CfuoH6EatgAtqW3YNpuOG_Wuzu8fHOUJe8BlvARy2yTTrcqfTijkU5OgmJ1XGSNk8/s1600/1BEAD333-BEA7-4061-B2B3-091C39E61885.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="271" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNBQHDdZAvp4U1adRKb9LPyE3z0I7MxrbRYEbgALZJTfrG1UDYeYLBPmjzQnTynpmUhz1yYLtanc0CfuoH6EatgAtqW3YNpuOG_Wuzu8fHOUJe8BlvARy2yTTrcqfTijkU5OgmJ1XGSNk8/s320/1BEAD333-BEA7-4061-B2B3-091C39E61885.jpeg" width="216" /></a></span></div>
</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-90647629618833097462019-06-13T01:24:00.001-07:002019-07-22T19:46:48.395-07:00Uygarlığın Harabelerinde Dalgalanan Kaos Bayrağı - Ramazan Kaya<div style="text-align: right;">
<i><b>“Bütün büyük yapıtlar kaostan fışkırır ve bütün küçük yapıtlar düzenden doğar, varlığın hiçbir volkanizmasını üretmeyişleri de bu yüzdendir.”</b></i></div>
<i><br /></i>
Antoni Casas Ros, "Karanlığı Arşınlayanlar" (Sel Yayıncılık, 2019) romanında, bizi yine varoluşun karanlık sularında yüzdürüyor, tekinsiz diyarlarda yalnız ruhlarla yoldaş kılıyor, aşkın ve arzunun ateşini durmadan harlıyor, kanlı bir nekropole dönüşen uygarlığa karşı karanlığı arşınlayanların, duvarları tırmananların isyan bayrağını neşeyle dalgalandırıyor. “Estetik Araştırmalar Bürosu" isminde bir kuruluşun umutsuz bir yazar olan Antoni'yi işe almasıyla başlayan roman, yüksek ritmini hep koruyarak isyanın ve erotizmin dalgaları arasında meçhul limanlara ve topraklara yelken açıyor. "Estetik Araştırmalar Bürosu”nun temel amacı da bir hayli ilginçtir. Bir yıl boyunca finanse ettiği genç yazarlardan dünyayı salt estetik bir ölçüte göre betimlemelerini talep etmektedir. Hiçbir düzen yada ahlak kavramını dayatmayan bu kuruluş, temel amacını şöyle özetliyor: “İç dünyayı anlatan bir serüven bu. Biz gelecek kuşaklara bir iz bırakmak istiyoruz sadece: Sizin algıladığınız biçimiyle dünyanın bir dizi fotoğrafı ya da röntgeni, hiç kimseye yazılan uzun bir mektup” (syf,12). Antoni bu serüven dolu yolculuğa yalnız başına değil, özel araştırmalar sonucunda izini bulduğu Anca ile birlikte çıkar. Anca, Amerikan püriten ahlakına duyduğu nefretten ötürü geceleyin vajinasına kırmızı boya sürerek ip ve halkalı kancalar yardımıyla New York caddelerindeki duvarlara tırmanıp organının baskısını duvarlara çıkaran ve bu eserlerini numaralandırarak imzalayan bir street sanatçısıdır. Anca’yla yollarının çakışması, hem tutkulu bir aşka vesile olur hem de kaosun estetiğini konu alan hikayeleri birlikte yazmalarını kolaylaştırır. Anca'nın bu yolculuğa dahil olmasının asıl amaçlaından biri de uzun zamandır kayıplara karışmış, görünmezliği seçmiş ve Meksika’da yaşadığı tahmin edilen Tòma Emin adında bir yazarla bir televizyon kanalı için kapsamlı bir röportaj yapmaktır.<br />
<br />
Yolculuk tam anlamıyla bir sefahat âlemine dönüşüyor veya göğün maviliğine bir tür pike. Arzu dalgalarında yankılanan esrik bir çığlık. Sözcüklerin müziğinde dans ediyorlar, bedenleri gelecekteki bir yapıta gebe kalacakmışçasına her yerde uzun uzun sevişiyorlar. Şeytanın ve cinselliğin inine giriyorlar. Düşlerinde dünyayı havaya uçuruyorlar. Gecenin koynunda, okyanus kıyısında uzun yolculuklara çıkıyorlar, hazzın verdiği nefis duyumla daktilo başına geçip, uygarlığa musallat olan olaylardan, mitolojilerden, canavarlardan ve insanlardan hikayeler devşiriyorlar. Amerika toprağını aidiyet hisettikleri bir ülke olarak değil, birbirlerine karıştırdıkları yaratımların efsanevi mekanı olarak deneyimliyorlar. "Riayet zehrinin ve istila paranoyasının panzehiri olarak!” Hindistan’da bir halk ezgisinde şöyle bir dize geçer: Uçmak istiyorum, ama kader kanat vermiyor bana.'' Ross, her romanında olduğu gibi bu romanında da karakterlerine kanatlar veriyor, sonsuzluğun göğünde uçmalarını sağlıyor, kaderin soldurduğu hayatlarına çalım atmalarını çoşkuyla selamlıyor. Ancak bu roman alışık olduğumuz anlatı tekniklerinin dışına çıkarak, anlatının doğrusallığını ve yapay süreklilikleri bertaraf ediyor. Belli bir olay örgüsü veya bazı karakterler doğrultusunda takip edilmesi mümkün olmayan zor bir metindir. Metinlerarasılığa, dadacılığa ve gerçeküstücülüğe kanat çırpan, gerçekle hayallerin iç içe devindiği, yamyamların, zombilerin, tanrıçaların ve modern uygarlığa nefret kusan kimi yazarların, devrimcilerin, manifestoların yardıma çağırıldığı, sahne aldığı, yapıtlarından kısa alıntılarla ışık saçtıkları çok katmanlı bir metinle karşı karşıyayız. Yazarın zaten "gerçekçi" olmak gibi bir derdi olmadığı gibi, onun için "gerçeklik, sözcüğün gölgesidir. Bu çağda gerçekle kurmaca arasında artık bir sınır kalmamıştır. Hakikat yoktur, uydurduğumuz her şey gerçektir. Hakikat, defalarca tekrarlanmış Yalan’dır.”<br />
<br />
Yolculuk tüm görkemiyle devam ederken kendilerini “Görünmezler” veya "Kozmik Yıkım Merkezinin Görevlileri'' olarak nitelendiren anarşist bir hareketin şiirsel terörizm eylemleri de dünyayı her gün sarsmakta, soluğu kesik uygarlığı bir kan tufanına boğmaktadır. Bu hareketin somut bir yeri, adresi olmadığı gibi, uygarlığın tüm yapıları ve uyuşturduğu kitleler hedef kapsamındadır. "Büyük Devrim" hedefine bağlı olan bu hareketin pek çok ülkede temsilciliği vardır. Ana hedefi bütün yapıların nihai patlamasını hızlandırmak, uluslararası para sistemini çökertmek, küresel finans mekanizmasını yerle bir etmek. Devrimci yapılar görünmez nitelikte, iletişim sadece sözlü ve doğrudan yapılmaktadır. "Akıl yürütmezler, eyleme dönüktürler. Kalabalık fikrinden hareket etmezler. Çünkü kalabalık reflekslerine hâkim değildir. Gösterdiği tepkiler cesurca ya da canice, kahramanca ya da korkakça olabilir ama her zaman buyurucu niteliktedir. Kalabalık önceden tasarlamaz. Tepkilerin hoyratlığı ve beklenmedik niteliği ile önderlerin elinde tehlikeli bir silaha dönüşür. Kalabalık psikolojisi, bilinçdışı bir kişilik lehine bireyin bilinçli kişiliğinin geçici olarak silinmesidir.” Hareketin çağrısı ve uyarıları keskin bir vahiy niteliğindedir: “Katılacağınız yıkım kozmostan geriye sadece kömürleşmiş bir atom bırakacak. Tanıdığınız dünya sözcüklerden beslenen Iarvamsı varlıklarla dolu. Cesaretin, yalnızlığın ve sessizliğin yokluğunda icat ettiniz iyi ile kötüyü. Doğan, hareket eden ve mutlak olana uIaşmadan ölen kuklalarsınız sadece. Boşluk içinize işlediğinde yıkım gerçekleşecek. Her şeyden vazgeçin, son dem yaklaşacak. Zihinleriniz çok geçmeden deliliğin hücrelerini tanıyacak.” Öldürülen yüzbinlerce insan, yıkımın habercisi, yaklaşmakta olan kaotik dünyanın kıyamet alametleri olarak görülmektedir.<br />
<br />
Peşine düşülen gizemli yazar Tòma Emin, aslında yıllardır görünmezlik perdesine sarılı şekilde yaşayan, dolaşımda tek bir fotoğrafı bile bulunamayan, cilalı uygarlık çağını, gösteri dünyasını reddeden Antoni Casas Ross'un bizzat kendisidir. Haliyle mülakat süresince söylediği her şey yazarımızın da anarşist fikirlerinin kristalleşmiş bir halidir. Emin, uzun bir zamandır gömüldüğü yalnızlıktan korkmamaktadır. Onu korkutan şey, insanların taktığı maskeler, bu sahte tebessümler ve ikiyüzlülüktür. Bu çağda anlaşılmanın zorluğundan, yazınsal ve toplumsal kalıplardan, insanlar arası ilişkileri idare eden egoizmden, her şeye bulaşan BEN kirliliğinden kaçıp kendi iktidarını kurduğu küçük dünyasında yaşaması bir gönüllü tercihtir. Vakti zamanında ABD'deki akademik dünyaya dahil olma isteğinin sebebini, öğrencilerine kaosun güzelliğini, sonsuz mayalanmalarını, organik kuvvetini keşfettirmek olarak açıklar. Ona göre, "Kaos korkusu Amerika’da kültürün öyle bir parçası ki her şey kaostan sakınmak üzere yapılmıştır.” Çünkü “başkalarının topraklarını çalanlar istilacıdan daima korkar." Etkisiz dogmatik sol hareket de yazarın keskin dilinden nasibini alır. "Her türden gelecek hayalinin hezeyan ya da sahtekârlık gibi göründüğü, dermansız kalmış çağların ortasında dogmaların borazanlığını yapmak pespayeliktir. Yakaya bir çiçek takıp hikâyenin sonuna doğru yol almak zamanın akışında tek onurlu davranıştır." Amerikan edebiyatını uzun bir gevezelikten ibaret gören ve yazarların televizyona çıkmasını da büyük bir utanç olarak değerlendiren gizemli yazarımız için tek istisna heybetinden ve saygınlığından hiçbirşey kaybetmeyen Cortàzar’dır. Cortàzar’'ın yapıtlarının bugün hâlâ bizi etkileyen özelliği, “dili sonsuzluğun bir tezahürü olarak gören ve kişiyi kendini keşfe götüren bitimsiz bir mücadele” olarak ele almasıdır. Daha bir çok konuda yazarın ışıldayan zekasından, keskin gözlemlerinden fışkıran çarpıcı analizler okumak mümkün. Bu röportaj, romana hayat veren, yazarın önemli konulara ilişkin fikirlerini (iktidar, medya, piyasa, edebiyat, yalnızlık) özetleyen çok keyifli bir parantez oluşturmaktadır. Ayrıca roman, yazarın etkilendiği, varlığına şükranlarını sunduğu yazarların ve yapıtların heybetli bir edebi geçidi gibidir.<br />
<br />
Milan Kundera “Roman Sanatı" isimli (Can Yayınları, 2002) deneme kitabında: ''Romancı ne tarihçidir, ne de peygamber: O varoluşun kaşifidir” der. Antoni Casas Ros, günümüzde bu tanımın en lâyık karşılıklarından biridir şüphesiz. Onun eserleri (Almodovar Teoremi, Enigma, Son Devrimin Güncesi, Karanlığı Arşınlayanlar) bir benlik genişletme deneyimidir, farklı tanıma biçimlerine davettir. Kendimize farklı bir ışık altında bakmamızı sağlar, çoğul kimlikler arasındaki sürtünmesiz, pürüzsüz yüzeyi aşındırır, kurmaca karakterleriyle bir-oluş, güçlü bir bilişsel yeniden düzenlenmenin eşlik ettiği bir yakınlaşmayı mümkün kılar. Benliğin diyalojik ve ilişkisel bir tarzda kurulduğunu, herhangi bir kimliğe değişmez bir öz atfetmenin temelsiz olduğunu, o çoşkuyla ötekiliğe teslim oluş deneyimleriyle serimler. Çünkü tanımak sadece bilmek değildir; aynı zamanda bilme ve bilinebilirliğin sınırlarıyla, kendini algılamanın nasıl ötekinin dolayımıyla gerçekleştiğiyle ve ötekiliğin benlik tarafından algılanışıyla da ilişkilidir. Ayrıca siyaset teorisyenlerinin de dikkat çektiği gibi, tanıma salt kamusal düzeyde bir kabul edilmekten ibaret değildir, aynı zamanda bir varoluşun değerinin onaylanmasıdır. Kadınlar, azınlıklar, LGBTİ hareket, zorbalık ve marjinalleşme tarihine karşı çıkarken, kendi ayrısılıklarını olumlama ve bunun başkaları tarafından olumlanmasını sağlama amacı da güderler. Tanınmak, bu anlamda, kişinin kendi farklılıklarının fark edilmesini sağlamak anlamına değil (zira bunlar daima farkedilmiştir), bu farklılıkların arzu edilir ve değerli addedilmesini sağlamak anlamına gelir. Edebiyatın sihirli güçlerinden biri de, bütünüyle yalnız olmadığımızı, bizim gibi düşünen, hisseden ve yaşayan başkalarının da olduğunu doğrulayarak, belki de başka hiçbir yerde bulunamayacak bir teselli ve dinginlik sunmasıdır. Bu yakın ilişki kurma deneyimiyle kendimizi kabul görmüş hissederiz, görünmezlik korkusundan, görünmüyor olmanın dehşetinden kurtuluruz. Ros’un romanlarının temel özelliği, "Ben''in o ana kadar olduğundan başka bir şeye dönüştüğü ve daha önce düşünebildiğinden başka düşünceler içine girdiği kendine has bir töz-değişimidir. Casas Ros'u okumak, ihlal edici bir ürperiştir.<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijR0IXuBENfpH2XAOlOedHc-ZNw9TJlloSv0TBE_MDP3xUzFfIr9xoFGzY4DDcySS8fypO4hPBq8GIwXsc92FX-yYt-qrFUoWpYPWxc9WJjPC8rCxQflV9pErLoMMakQ8WiuQ8o5wlHDUk/s1600/33ADEEE5-F0D1-480B-83B7-56C81E1A370F.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="495" data-original-width="344" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijR0IXuBENfpH2XAOlOedHc-ZNw9TJlloSv0TBE_MDP3xUzFfIr9xoFGzY4DDcySS8fypO4hPBq8GIwXsc92FX-yYt-qrFUoWpYPWxc9WJjPC8rCxQflV9pErLoMMakQ8WiuQ8o5wlHDUk/s320/33ADEEE5-F0D1-480B-83B7-56C81E1A370F.jpeg" width="222" /></a></div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-37251809437370162222015-04-13T14:43:00.000-07:002019-07-22T18:42:42.685-07:00Bir Direniş Masalcısı: Eduardo Galeano - Ramazan Kaya<div style="line-height: 19.3199996948242px; margin-bottom: 6px;">
</div>
<div style="text-align: right;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSfppPPRlZziISKoFa8Z61rMSKvzfrXLkNIYvxEnwyHxWGbf3TV-2hnLOlg2F8UgPq8M1XV4yLjcU-Kv3HnEFBXniWS_Bz2yQ4e_y6wqzJwERT0k1PwoZMNoOZKUetVB-WZ17X5Iud82nx/s1600/Eduardo-Galeano.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSfppPPRlZziISKoFa8Z61rMSKvzfrXLkNIYvxEnwyHxWGbf3TV-2hnLOlg2F8UgPq8M1XV4yLjcU-Kv3HnEFBXniWS_Bz2yQ4e_y6wqzJwERT0k1PwoZMNoOZKUetVB-WZ17X5Iud82nx/s1600/Eduardo-Galeano.jpg" /></span></a></div>
<div style="text-align: left;">
<span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><i><b><br /></b></i></span></span></div>
<span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><i><b><br /></b></i></span></span>
</span><br />
<span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><i><b>"Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil. Ve hâlâ aynı taraftayım"...</b></i></span></span></div>
<div style="text-align: right;">
<span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif; line-height: 16.0799999237061px;"><b>Eduardo Galeano</b></span></span></div>
<span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;">
</span>
</span><br />
<div style="text-align: right;">
<span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span></span></div>
<span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">
</span></span>
</span><br />
<div style="text-align: right;">
<div style="text-align: center;">
<span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 16.0799999237061px; text-align: left;"><br /></span></span></span></div>
</div>
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><span style="background-color: white; line-height: 16.0799999237061px;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">
</span></span>
</span><br />
<div style="line-height: 19.3199996948242px; margin-bottom: 6px;">
<div style="text-align: left;">
<span style="background-color: white; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Bugün Eduardo Galeano da göçmüş bulutlar ülkesine. Bu hayatta tanışmayı, elini sıkmayı, doya doya sarılmayı istediğim ender güzel insanlardan biriydi. Hiç tanışmadığım bir insan için en yakınımdaki birini kaybetmiş kadar üzüldüm, gerçi bize ondan daha yakın kim vardı ki bu hayatta? Her kitabını, her satırını yıllarca şifalı bir su gibi içtim, her sözünü bir muska gibi taşıdım boynumda. Onun yaşam dolu külliyatının bahçesinde büyüdü umutlarım, hayallerim. Galeano, denildiği gibi <span style="line-height: 16.0799999237061px;">baltayla yazan yazarlardan biriydi. Onun satırlarında uzlaşmaya, muğlaklığa, sözü eğip bükmeye ve riyakarlığa asla yer yoktu. </span><span style="line-height: 19.3199996948242px;">O gerçekten de dünyanın vicdanıydı, Güney Amerika'nın en tavizsiz, en cesur anti-sömürgeci yüreği ve bütün ezilenlerin en güçlü belleklerinden biriydi. </span><span style="line-height: 24px;">74 yaşında akciğer kanseri tedavisi gördüğü Uruguay’ın başkenti Montevideo’daki bir hastanede yaşama veda etti. </span><span style="line-height: 24px;">1940’ta Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğan Eduardo Galeano, genç yaşlarından itibaren fabrika işçiliğinden banka memurluğuna kadar çok çeşitli işlerde çalıştı. On dört yaşındayken El Sol dergisi için politik bant karikatürler çiziyordu. Çocukluğundan beri en büyük aşkı futboldu ama spordaki başarısızlığı onun sahaları uzaktan izlemesine yol açtı. (Belki de bu güzel kitapları onun futbolcu olamamasına borçluyuz.) 60’ların başlarında başladığı gazetecilik kariyeri Galeano’nun yazarlık yaşamının da dönüm noktası oldu. Kitaplarındaki akıcı üslubunu, tarih denizinde yüzerken az kelimeyle çok şey anlatabilme becerisini de gazetecilik mesleğine borçlu olduğunu söyler. Neredeyse her ülkenin makus talihi olan askeri darbe 1973’te Uruguay’ı sarstığında, bir süre Arjantin ve İspanya gibi farklı ülkelerde yaşamak zorunda kaldı. Geride bize şu eserleri bıraktı: </span><span style="line-height: 24px;">Ateş Anıları, Latin Amerika'nın Kesik Damarları, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Biz Hayır Diyoruz, Tepetaklak, Zamanın Ağızları, Yürüyen Kelimeler, Kucaklaşmanın Kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol, Söz Mezbahası Görüşmeler, Gözlemler, Görünümler Aynalar, Ve Günler Yürümeye Başladı.</span></span></div>
</div>
<div style="line-height: 19.3199996948242px; margin-bottom: 6px;">
<div style="text-align: left;">
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 19.3199996948242px;"><br /></span></div>
</div>
<div style="line-height: 19.3199996948242px; margin-bottom: 6px;">
<span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="line-height: 19.3199996948242px;">O, "herkes" için yazmıyordu elbette. "Ben okumayanlar için yazıyorum, ezilmişler için, yüzyıllardır tarihe geçebilmek umuduyla kuyrukta bekleyenler, kitap okuyamayanlar ve kitap alacak parası olmayanla</span><span class="text_exposed_show" style="display: inline; line-height: 19.3199996948242px;">r için". Ve, piyasanın tiranlığında okumanın kolay olmadığının da farkındaydı, "Devletin kitap yasaklamasına gerek kalmadı, kitapların fiyatları, yasaklanmasına yetiyor" demişti. Galeano, bir direniş masalcısıydı, sabırla ve inatla bize ezilenlerin, meydan okuyanların hikayelerini anlatıyordu. Bu kıssalardan hisseler dağıtıyordu bize, çünkü ona göre bu ruhsuz dünyada "Artık hisseler kıssadan değil, borsadan alınıyor"du.</span></span></div>
<div class="text_exposed_show" style="display: inline;">
<div style="line-height: 19.3199996948242px;">
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"></span></div>
<div style="line-height: 19.3199996948242px; margin-bottom: 6px;">
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Latin Amerika'nın Kesik Damarları'nın tarihsel sebeplerini o devasa kitabında bir cümleyle özetlemişti: "Brezilya’da köylüler sordu: İnsansız bu kadar toprak varken, neden topraksız bu kadar insan var? Onlara kurşunla cevap verildi". O, her zaman kaybedenlerin, sömürülenlerin ve lanetlilerin tarafını tuttu. Peki, şu lanetli "biz", Eduardo Galeano için tam olarak kimleri kapsıyordu? Cevabını ondan dinleyelim: </span></div>
<span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="background-color: white;">
</span>
</span><br />
<div style="line-height: 19.3199996948242px; margin-bottom: 6px;">
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">"- Hiç kimseler, hiç kimsesizler, tavşan gibi kaçanlar, yaşarken ölenler</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Olabilecekken olmayanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Dil değil lehçe konuşanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Din değil kör inanç sahibi olanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Sanat değil süs eşyası yaratanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Kültürleri değil folklorları olanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- İnsan değil insansal kaynak olanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Yüzleri değil çalışmak için kolları olanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Adları değil numaraları olanlar</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Dünya tarihinin sayfalarına değil de yerel gazetelerin zabıta sayfasına geçenler</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;">- Canlarını alacak kurşuna bile değmeyen hiç kimseler.."</span></div>
<span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="background-color: white;">
</span>
</span><br />
<div style="margin-bottom: 6px;">
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="line-height: 16.0799999237061px;">Dayanışma kültüründen zekat ve sadakayı anlayan ve sürekli aşağılayan egemen zihniyeti reddediyordu. Eduardo Galeano ısrarla: "Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder" diyordu. İçinde bulunduğumuz sinik ve karanlık çağı şu sözlerle özetlemişti: "</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">Eğlence endüstrisi yalnızlık pazarından, güvenlik endüstrisi korku pazarından, yalan endüstrisi aptallık pazarından geçinir". Ama o asla umutsuzluğu kabullenen bir yazar olmadı. "</span><span style="color: #141823; line-height: 16.0799999237061px;">Hayal kırıklığının hüzünlü cazibesine hayır derken, geceyi yırtarak gelen isyankâr umuda evet" dedi her zaman. Sistemin tümüne çomak sokmaya, en keskin sözIerini söylemeye devam etti. Ona göre, </span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">"görevliler<span style="color: #141823;"> </span>görevini yapmaz, p</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">olitikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler, s</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">eçmenler oy kullanır, ama seçmezler, o</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">kullar cahillik öğretir, y</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">argıçlar, kurbanları cezalandırır, or</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">dular, kendi vatandaşlarıyla savaşır, p</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">olisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamazlar ve d</span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">evlet, bir nutuk fabrikasıdır." Galeano, kapitalizme tüm öfkesiyle karşı olduğu gibi devletçi sosyalizm geleneklerine de bir değer biçmiyordu. </span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">"Kapitalizmde: verimlilik tanrısının sunaklarında özgürlük adına adalet kurban edildi. Devletçi Sosyalizmde: verimlilik tanrısının sunaklarında adalet adına özgürlük kurban edildi." Hiyerarşik, güç merkezli ve yoldaşlarını öğüten siyasal örgütlenmelere mesafeliydi. O, dayanışmaya, ütopyaya inanmaya ve tüm isimsiz, sıfatsız ve kefensiz kahramanları son nefesine kadar anlatmaya devam etti. "Kucaklaşmanın Kitabı"nda unutulmaz bir olay anlatmıştı: </span><span style="line-height: 16.0799999237061px;">"Nikaragua'da dövüşmüş olan Kolombiyalı Gabriel Caro, bana, yanı başındaki bir İsviçrelinin, bir makineli ateşiyle delik deşik olarak düştüğünü, ama adını kimsenin bilmediğini anlatmıştı. Güney cephesinde olmuştu bu, San Juan Irmağı'nın birkaç gece kuzeyinde, Somoza diktatörlüğünün yenilgiye uğramasından kısa bir süre önce. İsviçrelinin adını bilen yoktu, ta uzaklardan gelip Nikaragua uğruna, devrim uğrana, ayın fethi uğrana ölen o sarışın milisle ilgili olarak hiç kimse bir şey bilmiyordu. Bu İsviçreli düşerken kimsenin anlamadığı bir şeyler bağırmıştı. "Bin yaşa Bakunin!" diye bağırarak ölmüştü"..</span></span><br />
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><span style="line-height: 16.0799999237061px;"><br /></span>
</span><br />
<span style="background-color: white;"><span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif; line-height: 16.0799999237061px;">Yalnızlığın ve aşkın en güzel tanımlarını yapmaktan da geri kalmadı usta. "Aya havlayan bir köpek kadar yalnızım" demişti. Aşkın gökyüzünden inen bir mucize olmadığını şu sözlerle hatırlatmıştı: "Aşk, bir fincan kahveye, bir içki bardağına ya da çorbaya, çaktırmadan bir tutam sev beni katmakla oluşturulabilir"... Güle güle kocaman yürekli insan, metropollerin göbeğindeki isyan alanlarında, gettolarda yanan ateşlerde, anti-sömürgeci direnişlerde, çocuklara okunan güneşli masallarda, kahveye atılan her tutam sevgide yaşamaya devam edeceğinden zerre kadar kuşkum yok..</span></span></div>
<span style="background-color: white; font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif; font-size: x-small;">
</span>
<br />
<div style="line-height: 19.3199996948242px;">
</div>
</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-25775514982572524542014-07-23T17:02:00.000-07:002019-07-22T19:41:15.203-07:00Post-Politika Çağında Devrimci Fanatizm - Ramazan Kaya<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4lSZqKYHTGhL9cAQx5ihZBaIVNSCpZEzylNAEaCkZUTMTacQIlwI7hhGmJkU2dRiKpztBQEo7n31ZVMQeOiimM0YwrKAeV4QoI-hN7OrSF273RuJr5jkwZTOAtPVv-AsHU1NtAZBAoRtz/s1600/10569087_10204639672500200_1741798153410456163_n.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4lSZqKYHTGhL9cAQx5ihZBaIVNSCpZEzylNAEaCkZUTMTacQIlwI7hhGmJkU2dRiKpztBQEo7n31ZVMQeOiimM0YwrKAeV4QoI-hN7OrSF273RuJr5jkwZTOAtPVv-AsHU1NtAZBAoRtz/s1600/10569087_10204639672500200_1741798153410456163_n.jpg" width="215" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span lang="TR" style="font-family: "arial";"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<h2>
<b><span lang="TR" style="font-family: "arial";">Egemenlerin Fanatizmi ve <span style="font-size: small;">Fanatizmin Egemen Tasavvuru</span></span></b></h2>
</div>
<div class="MsoNormal">
<b><span lang="TR" style="font-family: "arial";"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">“İnsanların canları pahasına
savunacakları cepheler olduğu sürece fanatizm de olacaktır” </span></i></b><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">[<b>Arnold Ruge</b>] <o:p></o:p></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">“Yaşamlarını tehlikeye atanlar
genelde ölüm, acı veya hastalıklı kibir üzerinden değil, yaşam üzerinden
düşünürler”</span></i></b><br />
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">[<b>Gilles Deleuze</b>]<b><i><o:p></o:p></i></b></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">İçinden geçtiğimiz zamanların barındırdığı egemenlik
biçimleri, üretim ilişkileri, yönetim teknikleri ve özneleşme süreçleri farklı
politik kuramlar çerçevesinde ele alınmış, analiz edilmiştir. Antonio Negri ve Michael Hart’a göre
dışarısının olmadığı bir imparatorluk, Giorgio Agamben’e göre istisnanın kural
haline geldiği bir bio-politika çağı, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’ye göre
disiplin toplumundan denetim toplumuna geçiş, Jean Baudrillard’a göre
toplumsalın ve temsilin yok olduğu bir simülasyon dünyasında yaşamaktayız.
Bütün bu teşhislerin belli oranda doğru ve belli bir toplumsal gerçekliğe
tekabül ettiğini varsaymakla birlikte paylaşılan en yaygın kanaat, siyaset-sonrası
bu toplumun temel antagonizmaları gizlemeyi başaran depolitize bir toplum
olmasıdır. Eleştiri veya muhalefet, pragmatik müzakerelere ve stratejik uzlaşma
oyunlarına indirgenmiş durumda, yani toplumsalın radikal biçimde sorgulanması
anlamında siyaset bir nevi ortadan kalkmış görünmektedir. Her türlü kuşatıcı
özgürleşme tasavvurundan vazgeçmek, her türlü binyılcı vizyon veya felaket
imasıyla ve “ayaklarıyla ölüme gidenlerin maneviyatı”yla alay etmek bu
siyaset-sonrası çağın en belirgin özelliği sayılabilir. Toplumsal adalet
fikrinin yontula yontula bir insan hakları kapsülüne dönüştüğü, sinizmin kör
karanlığında “söyledim ve ruhumu kurtardım” tavrının muhalefet sanıldığı bir
çağ. “Radikal değişimi hayal edemeyen siyaset-sonrası bir toplum bizimkisi,
siyasetin hiper-siyasete dönüştüğü ‘tek boyutlu’ bir toplum. Her şeyi
siyasallaştırmakta, her şeyi eleştirmekte özgürüz ama sadece tersyüz edilmiş
bir biçimde, herhangi bir görüşe sadık kalmadan elbette; tam anlamıyla fetişist
bir biçimde, eleştirimiz var olan olanla sınırlı kaldığı ölçüde.”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a>
Post-politika, güvenlik birimlerini ve parlamentoyu temsil eden aktörler
dışında hiç kimseye verili olanı dönüştürme kudreti isnat etmemektedir. Siyasi
aktörler, insanlığın ete kemiğe bürünmüş en güçlü temsili olarak insanlığa
gerekli olanı zaten sunmaya çalışmaktadır. Nihai felaket kapıda olsa bile
gündelik işlerinize devam etmeli ve gerisini hükümete bırakmalısınız. Kısacası,
endüstriyel kapitalizmde politika "iyiliklerin paylaşımı" meselesi
iken günümüzde "kötülüklerin ve risklerin paylaşımı" meselesi
olmuştur artık. İdeoloji sonrası dönemin bu siyasetsiz yönetim âleminde
kitleleri seferber edebilen tek şey korkudur (göçmen korkusu, komşu korkusu,
bulaşıcı hastalıklar korkusu, aramızda dolaşan “azılı teröristlerin” veya
suçluların yarattığı korku). Sistem bir taraftan kimsenin denetlemediği ve
kapsamını kestiremediği meçhul bir güç tarafından örülmüş görünmektedir, diğer
taraftan sistem, bu devasa egemenlik ve sömürü çarkı içinde bir dişli olarak
görevini yapan herkestir. Kısacası bu liberal demokrasilerde; militan
coşkulara, toplumsal seferberliklere, bir ideolojiye olan tutkulu bağlılıklara
yer yoktur, bu tür hareketler ya totalitarizmin hortlaması olarak
kodlanmaktadır, ya da hiçbir amaç veya değer gözetmeyen nihilist bir fanatizm
türü olarak değerlendirilmektedir. Liberalizm için siyasi tutkular yoktur,
ekonomik çıkarlar vardır, yurttaşların ruhsuzlaştırıldığı bu pasif nihilist
sistemde, siyasal fanatizm yerini ekonomik fanatizme bırakmıştır. Liberalizmin
kolektif belleğinde, “20 yüzyıl, soyut ilkelerin somut felaketlere yol açtığı,
topyekûn dönüşüm arzusunun emsalsiz katliamlara tercüme edildiği, bir yandan
koca bir idealler mezarlığı, bir yandan da bu ideallerin öldürdüğü sayısız
insanın yattığı engin bir mezarlık”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a>
olarak hatırlanmaktadır/hatırlatılmaktadır. 20. Yüzyılda komünizmle olan
savaştan muzaffer taraf olarak ayrılan liberalizm, soğuk savaş yılları boyunca
ölü komünizm atını kırbaçlamaktan geri durmamış, her türlü hak mücadelesini
veya toplumsal adalet talebini bastırmayı demokrasiyi totaliter hayaletlerden
veya siyasal fanatizmden arındırmak mücadelesi şeklinde göstermeyi ve
meşrulaştırmayı başarmıştır. Dünyanın komünizmden sonraki halini Alain Badiou
harika bir şekilde özetlemişti: <i>“Kötülük
dediğimiz şeyin Kötülüğün enkazı üzerinde dans ettiği karmakarışık bir durum</i>.”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a>
Kısacası modern tarihinin bize öğrettiği temel hakikatlerden biri de, düşünsel
ve siyasal bakımdan en şanlı zamanlarında dahi, liberalizmi desteklemekle
köleliği bir biçimde mazur göstermek hep el ele gitmiştir. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Egemenlerin siyasal dağarcığında fanatizm her zaman uğursuz
bir kelime <b>o</b>lmuştur. Eşitlik
mücadelelerini itibarsızlaştırmak, özgürleşme çabalarını aşağılamak için
egemenler tarafından tarih boyunca en çok başvurulan, sicili en kötü terimlerden
biridir fanatizm. Alberto Toscano’nun da
vurguladığı gibi, “Fanatik, siyasi söz dağarımızdaki en ağır yaftalardan
biridir. Hoşgörü sınırlarını aşan ve iletişime kapalı olan fanatik, siyasi
rasyonalite çerçevesinin dışında durur; hiçbir argümana tahammül edemeyen ve
ancak kendine rakip gördüğü her türlü hayat görüşü veya tarzı ortadan
kalktığında yatışacak olan azılı bir inancın boyunduruğu altındadır. Fanatik
ayrıca değişmez, uzlaşmaz, iflah olmaz bir öznedir.”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a>
Fanatikler, çoğunlukla patolojik karakterler olarak yansıtılmış, bireysel veya
toplumsal eylemleri de kriminalize edilerek insanlığı tehdit eden canavarlıklar
olarak sunulmuştur. Binyılcı dini hareketler, köleliğe ve ırkçılığa karşı
mücadeleler, sosyalist devrimler, anarşist suikastlar, anti-sömürgeci şiddet,
savaş-karşıtı, anti-militarist, feminist ve eşcinsel grupların eylemleri her
daim fanatik sapkınlıklar olarak mahkûm edilmiş, bu hareketlerin bünyesinden fışkıran kimi
fanatik figürler de aşırılığın peygamberleri olarak resmedilmiştir. Kısacası
mülküzleştirmeye direnen, evrensel hakları hiçbir hiyerarşi ve ayrıma tabi
kılmadan herkes için isteyen ve evrensel bir insan doğasını kayıtsız şartsız
olumlayan kimseler fanatik addedilmiştir. Fanatizmin emperyalist ve sömürgeci
kullanımları da bu minvalde önemli bir sayfadır. Bu kullanım biçimlerinde 19.
ve 20. Yüzyılın sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı mücadeleleri kuşkusuz önemli
bir rol oynamıştır. Sömürgeciliğe ve ırkçılık karşıtı mücadelelerin tetiklediği
beyaz korkular, şiddetin ve fanatizmin belli bir ırka mahsus kılınmasını
sağlamış, “yobaz Müslümanlar” ve “medeniyetten nasibi almamış siyahlar”
şeklinde üretilen bu ırkçı fanatik kalıplar, “yobazlara” ve “vahşilere” yönelik
her türlü sömürgeci şiddeti doğallaştırmıştır. Fanatizmin, Arap aklının, Asyalı
despotizmin, İbrani teokrasisinin bir tezahürü olarak kültürelleştirilmesi bu
sömürgeci geçmişin ve Avrupa merkezli kibirli medeniyet algısının bir ürünüdür.
Günümüzde komünizmin tehdit edici bir siyasal rakip olarak sahneden çekilmiş
olmasından ötürü bütün fanatik yaftaların yapıştırıldığı özne konumunda
köktenci islamcı hareketler vardır. İslam, Allah adına binlerce kurbanın
kanlarının sunakları doldurduğu, modern uygarlığın bütün değerlerine karşıt,
“eylem halindeki hurafe” olarak kodlanmaktadır. Kısaca bugün fanatizm denince
akla İslam kaynaklı bir dinsel delilik gelmektedir. Özellikle 11 Eylül
olaylarından bu yana İslam dinini doktriner ve yekpare bir şekilde ele alan
Oryantalist yaklaşımın şahikası denilebilecek bir siyasal algı hâkim olmuş
durumdadır. Uzaktaki müslüman fanatik, ABD’nin emperyal politikalarını
meşrulaştırması ve muhafazakâr neo-liberal iktidarını perçinlemesi adına bütün
korkularını yansıttığı yeni “Büyük Öteki”dir. Düşman her zamanki gibi bireysel
patoloji veya şer semptomlarına indirgenmekte, “terörizme karşı savaş” adı
altında sonsuz bir savaşla geçecek belirsiz bir geleceğe mahkûm edilmeye
çalışılıyoruz. ABD, dünyayı kötülüklerden arındırmaya çalışan yeni bir
Leviathan olmaya soyunmuş durumda. “Arap baharı” olarak nitelendirilen
isyanların, “kaderine razı Arap” imgesini yok etmesiyle birlikte
emperyal-liberal söylem, “özgürlüklerimizden nefret ettiklerini için bizi
öldürüyorlar”dan “özgürlüklerimizi istedikleri için isyan ediyorlar”a evrilmiş
durumda. Sömürgecin kibrin şaha kalktığı liberal medya, el çabukluğuyla
ayaklanmaları totaliter Şark’taki ebedi demokrasi eksikliğine bağladı. Çünkü
emperyal Batı’nın zaten devrimlere veya isyanlara ihtiyacı yoktu, ne de olsa
takı takır işleyen ve herkesin hoşnut olduğu bir demokrasiye sahiptiler.
Devrim, azgelişmiş toplumların bir alametiydi. Sözün özü, günümüzde fanatizm
karşıtı ideolojik seferberliğin anlamı, küresel kapitalist köleliği muhafaza
etmek, eşitlikçi radikal siyasetleri itibarsızlaştırmak ve liberal demokrasi
idealini tarihin nihai evresi olarak pazarlamaktan ibarettir. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<h2>
<b><span lang="TR" style="font-family: "arial"; font-size: small;">Devrimci Fanatizm</span></b></h2>
</div>
<div class="MsoNormal">
<b><span lang="TR" style="font-family: "arial";"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">“Radikal olmak meselenin kökenine
inmektir. Ancak insan söz konusu olduğunda, meselenin kökeni de bizzat insanın
kendisidir” </span></i></b><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">[<b>Karl Marx</b>]<o:p></o:p></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"> “İsyan duygusu bulaşıcıdır, her bilinci aşar ve
gururlu hale getirir”</span></i></b><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"> [<b>Antonio
Negri</b>]<o:p></o:p></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Dini bağnazlıktan, köktenci milliyetçilikten, nasyonal
sosyalizmden, birer “ideokrasi” devleti olarak tanımlanan reel sosyalizm
deneyimlerinden kaynağını alan ve yıkımla, din savaşlarıyla, faşizmle,
soykırımlarla ve toplama kamplarıyla sonuçlanan, kısacası yeryüzünde insan
yapımı bir cehennem inşa eden fanatizm örnekleri elbette yok değildir. “Püriten
baskının, Fransız devrimindeki terör döneminin, Stalin’in yaptığı temizliğin,
Yahudi soykırımının, çağdaş milliyetçi katliamlarla tehcirlerin geçmişte de
bugün de hep tutkuyla yanıp tutuşanların eseri olduğunu kim inkâr edebilir ki?
Onların tutkuları en berbatıdır: dogmatik netlik, öfke, haset, hınç, yobazlık,
nefret.”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn5" name="_ftnref5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a> Ancak fanatizmin bir siyasi mecaz olarak
kullanılmasının egemen güçler açısından en kullanışlı tarafı bütün ayrımları ve
farkları silen, her türlü analojiye, teşbihe ve homolojiye elverişli bir kavram
haline getirilmesidir. Thomas Müntzer, Hasan Sabbah, Hitler, Lenin, Nelson
Mandela, Bakunin, John Brown, Louise Michel, Usame bin Ladin, Ulrike Meinhof,
Mazlum Doğan, Daniel Cohn-Bendit kolayca aynı fanatik fotoğraf içinde
gösterilebilmekte, her türlü siyasal coşku veya partizan bağlılık fanatizm
olarak damgalanabilmektedir. Oysa özgürleşme çabalarını aşağılayan bir terim
olarak fanatizmin uzun tarihinden haberdar olan bizler, coşkunun, tutkulu bir
bağlılığın, soyutlamanın ve evrenselliğin herhangi bir özgürleşme siyasetinin
vazgeçilmez unsurları olduğunu çok iyi biliyoruz ve hakiki bir insani kazanımın
veya tarihsel edimin her zaman devrimci bir fanatizmi gerektirdiğinin
farkındayız. Fanatik, siyasetin ufkuna esrarengiz, uzlaşmaz ve yabancı bir
düşman gibi giren kişidir, tehlikeli bir yenilik merakıdır, belli ideallere
duyulan ödünsüz inançtır. Ödün vermenin reddedilmesi, ilkenin ve tutkulu
partizanlığın olumlanması ve statükonun radikal bir dönüşümünü hedeflemek
özgürlükçü bir siyasetin temel uğrakları olmuştur. Özellikle ödünsüz
partizanlık fanatizmin en devrimci özelliği olagelmiştir. Devrimci fanatizm, yasa
ve yasal olarak belirlenmiş her türlü eşitsizliğin mutlak reddidir. Devrimci
fanatizm çoğunlukla krizlerden, aciliyetten ve şoktan doğmuştur. Tutkulu ve
koşulsuz bir inanç siyaseti olan devrimci fanatizm, siyasi pusulanın şaştığı,
ekonomik istikrarın ve adalet duygusunun dibe vurduğu ve “yönetenlerin eskisi
gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmediği”
tarihsel uğraklarda militan bir irade olarak baş göstermiştir. Böyle koşullarda
devrimci fanatizm, yine de pratik saiklerden ziyade devrimci idealizme dayanan
örgütlenmeler sayesinde ayakta kalmıştır. Krizler mücadelelere istek katar, ama
aynı zamanda “normale dönme” arzusu da uyandırırlar. İşte bu “normale dönme”
arzularını daha radikal bir beklentiye tercüme etmek, devrimci örgütlenmeler
sayesinde mümkün olmuştur. Fanatizm hakikatin yörüngesinde dönerek onunla
hemhal olur, bireye yoksun olduğu ikna gücünü ve cesareti aşılar.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Gerek kurumsal semavi dinlerin hükümranlığında gerekse
modern kapitalist köleliğin tarihi boyunca egemenlerin uyguladığı dini terör,
cadı avları, sömürgeci katliamlar, milliyetçi soykırımlar, emperyalist dünya
savaşları fanatizm türleri olarak görülmekten ziyade tarihi yol kazaları veya
insanlığın olgunlaşmadığı zamanlara ait münferit ilkellikler olarak geçiştirilmiştir.
Ancak bu zulüm ve kölelik çarkına meydan okuyan tüm direniş tarihi “fanatik
çılgınlıklar” olarak egemen tarihe kaydolmuştur. Fanatizmin veya fanatiklerin
ilk beslenme kaynağı kuşkusuz din ve dini yorumlar olmuştur, egemenlerin
siyasal gazabına ve lanetlenme merasimlerine ilk maruz kalanlarda haliyle dini
hareketler ve dini figürler olmuştur. On birinci yüzyıl ile on altıncı yüzyıl
arasında Avrupa coğrafyasında binyılcı Hristiyan devrimciler ve İslam
coğrafyasındaki heretik mezhepler temelinde ortaya çıkan devrimci figürler,
tehlikeli haydutlar, kana susamış fanatikler ve tanrının emirlerini çiğneyen
zındıklar olarak yansıtılmışlardır. Tancheln, İmparator Frederic, Sahte
Baldwin, John Ball, Hans Böhm, Thomas Müntzer, Jan Bockkelsen, Hasan Sabbah,
Baba İshak, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal vb. nice tutkulu ve asi ruh,
fanatik düşüncelerin sapkın porteleri olarak her türlü karalama ve aşağılama
propagandasından nasiplerini fazlasıyla almışlardır. Ortaçağın devrimci
binyılcılığı devrimci gücünü toplumun çeperlerine itilmişlerden, kırdan şehre
taşınan yersiz yurtsuzlardan, mülksüzleştirilenlerden ve ağır vergilere tabi
tutulan köylülerden almıştır. Çoğu zaman bir felaket, veba ya da kıtlık
yaşandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Mesih figürü, peygamber veya Tanrı’yı
içinde taşıdığını iddia eden din adamları suretinde ortaya çıkan bu devrimci
önderler, mevcut düzeni Deccal ilan ederek isyan etmişler ve eşitlikçi komünist
bir toplum idealini savunarak, birey ile Tanrı arasında aracı olduğunu iddia
eden bütün kurumları, sınıfları, halifeleri ve doğuştan günahkâr insan doğasını
reddetmişlerdir. Yönetici sınıflara duyulan nefreti körükleyen bu hareketler,
başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna yönelik isyancı tutkuları da her zaman
kamçılamışlardır. Tanrı’nın krallığını bu dünyada kurmaya yönelik bu devrimci
arzular, “Allahsızlara kafa tutan bu Allahlın kulları” dünyanın baştan sona
değiştirilebileceğini bütün ezilenlere göstermişilerdir. Binyılcılık veya Mesihçi devrimcilik, ancak
yüzyıllar sonra gerçek bir ihtimale dönüşecek olan sınıfsız ve devletsiz toplum
tasarısının büründüğü biçimdir. Guy Debord haklı olarak, “Binyılcılık -son
defalığına konuşan devrimci sınıf mücadelesi-
kendisinin sadece tarihsel olduğunun bilincine henüz sahip olmayan
modern bir devrimci eğilimdir. Binyılcılar kaybetmeye mahkûmdular, çünkü
devrimi kendilerinin yapacağı bir şey olarak görmüyorlardı”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn6" name="_ftnref6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[6]</span></span><!--[endif]--></span></a>
demiştir. Çağdaş devrimlerin birer öncüsü ve ilham kaynağı olan bu hareketlerin
hayaletleri hiçbir zaman tam olarak gömülememiş, 68 Mayıs’ında konsey
komünizmiyle, anarşizmin liberter ruhunu birleştiren Sitüasyonist Enternasyonal
başta olmak üzere birçok radikal devrimci eğilime, hazzı ve esrimeyi amaçlayan
komünal oluşumlara ve karşı-kültür gruplarına esin kaynağı olmayı sürdürmüştür.
Birçok tarihçinin ortak kanısı Batı tarihini başlatan şey, “duygulanımların
sekülerleşmesi”dir. Yani tutkuların insanlara sahip olduğu bir durumdan,
insanların tutkulara sahip olduğu bir duruma geçiş. Modern devrimci hareketler,
bu binyılcı komünist geleneklerin ve özgürleşme ütopyalarının varisidir, bu
radikal düşünce selinin bir parçasıdır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">19. yüzyılda devrimci düşüncenin seküler bir çehre kazanması
egemenlerin fanatizm tanımını ve fanatizm algısını şüphesiz değiştirmiştir.
Fanatizm mefhumunun siyasi ve sosyoloji biliminin kriminolojisine ilk kez Paris
Komünü’nün tetiklediği olaylar sayesinde girdiği tahmin edilmektedir. O güne
kadar bütün toplumsal aşırılıkların dini fanatizmden beslendiği iddiası bu
olayla birlikte değişmeye başlamıştır. Seküler siyasetleri oluşturan siyasi
figürler bundan böyle patolojik figürler olarak ele alınmaya başlanmış, suçun
kaynağı etnik köken, sınıfsal kimlik, kültürel yapılar gibi öğelerde aranmış,
toplumsal sapkınlığı biyolojik kökenlere bağlama eğilimi güçlenerek siyasal eylemciler
bir nevi “doğuştan suçlu” konumuna indirgenmeye başlanmıştır. Paris komünü ve
onu izleyen devrimler tarihi boyunca anarşist ve komünist figürlerin büyük bir
bölümü yozlaşmış kimseler veya “siyasi isteri ve epilepsiden muzdarip” kişiler
olarak ele alınmıştır. 19. ve 20. yüzyıla ait itibarsızlaştırma politikaları
her coğrafyada farklılıklar arz etmekle birlikte, radikal hareket ve örgütleri
düşman kabul edilen devletlerin ajanları ilan etmek, anti-semitist önyargıları
kullanarak Yahu olduklarını iddia etmek, halkın her türlü dini ve manevi
değerlerine düşman insanlar olduklarının propagandasını yapmak ve masum
insanları katleden şiddet fetişti caniler olduğunu vurgulamak en çok başvurulan
karalama yöntemleri olmuştur. Egemen sınıflar ve iktidar blokları tarafından
devrimci fanatizmin en çok kriminalize edilen özelliği kuşkusuz şiddetle olan
ilişkisi olmuştur. Devletin bir şiddet örgütlenmesi, hukukun temelinin kurumsal
şiddet olduğu gerçeği her zaman es geçilmiş, devletin askeri ve polisiye
şiddetine yönelik silahlı direnişler “terörizm” veya kana susamışlık olarak
mahkûm edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda şiddetsizliği aşkın bir değer, bir
soyutlama, bir ilke, ya da kategorik bir buyruk haline getirmek egemenlerin
kurumsal şiddetini meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Robert
Young’ın belirttiği gibi, “Şiddet sömürgeleştirilenler için asla soyut bir
kavram değildir.” Sömürgeleştirilen halklar, mülksüzleştirilen sınıflar,
dışlanan ve eşit kabul edilmeyen bütün cinsel ve etnik kimlikler iktidarın
kurumsal şiddetini her gün bedenlerinde ve ruhlarında taşımaktadırlar. Şiddet,
elbette yüceltilecek bir değer veya mutlaklaştırılacak bir araç değildir ancak Frantz
Fanon’da çürütülemeyen hakikat, şiddetin, yeryüzünün lanetlilerinin günbegün
yaşadıkları aşağılanmaya neden olan, canlı, tarihsel bir mülksüzleştirilme ve
aşağılama deneyimi olmasıdır. Devletin kanlı şiddet döngüsünü kırmak, devlet
iktidarının dayandığı meşru şiddet tekelini ortadan kaldırmak ve kurumsal
şiddetin varlığı sayesinde süregelen toplumsal eşitsizliklere, adaletsizliklere
son vermek kuşkusuz bir karşı-şiddeti yani devrimci şiddeti çoğu zaman
gerektirmiştir ve gerektirebilir. Devrimci şiddet, şiddet karşıtı bir
şiddettir, Benjamin’in tabiriyle “yaşayanlar için şiddettir.” Kuvveti kuvvetle
tamamlama arzusudur, iktidarın ölümcül savaşına karşı bir <i>varolma kavgası</i>dır. Dolaysıyla “nereden ve kimden gelirse gelsin”
şiddete karşı olmak retoriği, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında
yapılabilecek ayrımların ve tüm toplumsal eşitsizliklerin, baskıların üzerini
örtmekte, bireyi toplumsal mücadele ve çatışmalarda etik ve politik bir tavır
almaktan alıkoyarak, bireyi ahlaki bir mutlakçılığa mahkûm eden bir tutuma
dönüşmektedir. Ayrıca günümüzde küresel kapitalist iktidarı korkutan şey
aslında fanatiklerin uyguladığı şiddet değil, uğruna ölmek pahasına
direndikleri ideallerin hala devam eden varlığıdır. Çünkü “büyük ideolojilere
inançsızlık üzerinden temellenen bir toplumun gözünde terörist, hala uğrunda
kendi hayatını feda etmeye razı olduğu bir ideolojiye inanan bir kişinin dehşet
verici gerçekliğini sunar” (Renata Salecl 2014: 19).</span><span lang="TR"> </span><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Devrimlerin
başarısız olmuş olması, çocuklarını yiyen birer canavara, bir savaş aygıtına
dönüşmüş olmaları, ortaya çıkış gerekçelerine, bağlı oldukları haklı davalara
ve verdikleri zorunlu bedellere halel getirmez ve insanların devrimci olmasını
da asla engellemez. Devrimler yenilgiye uğradığında bile verili durum değişir,
problemler dönüşüme uğrar. Bugün küresel kapitalizmin üzerinde tepindiği ve tek
tek geri almaya çalıştığı <i>hakların </i>büyük
bir bölümü geçmişteki devrimci mücadelelerin ve mücadelelerin yarattığı
korkunun kazandırdığı haklardır. Geçmişin devrimci muhasebesi elbette
yapılmıştır ve yapılmaya devam edilecektir. Günümüzdeki anti-kapitalist
toplumsal hareketlerin ortaya koyduğu direniş biçimleri, örgütlenme tarzları,
otoriteye ve her türlü hiyerarşiye yönelik ödünsüz tavır, radikal bir nihilizme
dönüşme potansiyeli taşıyan şiddet biçimlerine karşı mesafeli tutum, geçmişten
alınan “derslerin” bir göstergesidir. Ancak bu toplumsal hareketler devrimci
fanatizmden, tarihten keskin bir kopuşu yaratan bir <i>olay </i>olma niteliğinden,<i> </i>sitemi
bir bütün olarak ezilenlerin lehine dönüştürme kudretinden ne yazık ki şimdilik
yoksundur. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<h2>
<b><span lang="TR" style="font-family: "arial"; font-size: small;">Apokaliptik Bir Devrime Doğru mu?</span></b></h2>
</div>
<div class="MsoNormal">
<b><span lang="TR" style="font-family: "arial";"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">“Devrim yaşayan Dün’ü işgal edip
yeniden vaftiz etmedikçe bu hep böyle sürecek”</span></i></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">[<b>Ernst Bloch</b>]<o:p></o:p></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">“Bizler beklemekte olduğumuz
kişileriz”</span></i></b><i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"> </span></i><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">[<b>Hopiler</b>]<b><i><o:p></o:p></i></b></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Günümüzde sınıf ve ulus
teleolojileri tam anlamıyla krizdedir, gerçekliği yerle bir edecek Arşimet
noktası olmaktan uzaktırlar. Siyasal deneyim biçimlerini tarihsel bir
gelişmenin ürünü olarak gören ve evrensel bir kapitalizmin birliğini ve
sürekliliğini esas alan bütün devrimci anlatılar iflas etmiş durumdadır.
1870’te olası bir devrim kapıdayken Engels’e “Ben şu <i>Das Kapital</i>’i bitirene kadar birkaç yıl daha beklese ya,” diye
şikâyetlerde bulunan Marx’ı vakti zamanında bile dinleyen çok az kimse olmuştu.
Kapitalizm, komünizme giden yolu açmadığı gibi, <i>insanın </i>onuruna ve öz-saygısına uzanan bütün yolları bile tıkadı.
İnsanlık, Marx’ın tarihsel zorunluluklarla hareket eden devrim lokomotifine
binmek beklentisinden tamamen vazgeçmiş, dünya ölçeğinde felakete koşan Tarih
trenini durduracak Benjamin’in “el freni olarak devrim” fikrine daha fazla
sarılmış görünmektedir. Benjamin için devrim, tarihin “acil durum frenini”
çekip bu belirsiz akışa bir dur demek, tarihselci konformizmden kurtulmaktı.
Uçuruma doğru hızla ilerleyen bu trenin el freninin tam olarak <i>ne</i> olacağı ve <i>kim</i> tarafından çekileceği kuşkusuz kestirilememektedir. Belki de
ekolojik krizlerin yarattığı bir aciliyet duygusu bu el frenini çekecektir veya
bir tekno-iktidar’a dönüşen bu uygarlığı bir siber saldırı paralize edecektir
veya her türlü aşağılanmaya maruz kalan mülksüz göçmenlerin arı sürüsünü
andıran bir “barbarlık saldırısı” bu ücretli kölelik sistemini ateşe veren
“fren” olacaktır. Bilebildiğimiz tek şey, radikal bir devrim adına ufukta
hiçbir devrimci alametin görünmemesidir. György Lukacs’ın, “yeni bir dünyanın
umutlarımızdan başka habercisi yok mu?” sorusuna gönül rahatlığıyla “evet
yoktur” diye cevaplayabiliriz. Ancak “umut ilkesi” ve devrimci bir iman,
radikal siyasetlerin her zaman vazgeçilmez harcı olmuştur ve tarihin treninden
umudumuzu kestiğimiz ve nereye gideceğini kestirilemediğimiz bu çağda bel
bağlayabileceğimiz yegâne silahlarımızdır. Bizim buradaki görevimiz Badiou’nun
Ebedi Komünizm Fikri adını verdiği şeye sadık kalmak ve Sparataküs’ten, Thomas
Müntzer’e, Şeyh Bedrettin’den, Paris komünarlarına, Sovyet devrimcilerinden,
İspanyol anarşistlere ve sömürgeciliğe karşı savaşan militanlara varıncaya dek
bin yılık başkaldırıların, ütopyacı rüyaların ve radikal hareketlerin hayat
verdiği bu eşitlikçi ruha bağlanmaktır. Deleuze ustadan öğrendiğimiz gibi,
“devrim oluştur ve oluş tarihe indirgenemez, tarih açısından bakarsak hep
zamansızdır” (Deleuze 1995:171). Bilimsel Marksizm’in determinizminden ya da
aşkın bir dinden türeyen bir devrim tahayyülü yerine “dinsiz bir binyılcılığı”
veya “imansızların imanı”nı esas alan bir devrim tahayyülüne ihtiyacımız var
belki de. Gershom Scholem’in sözleriyle “tarihi perişan eden bir davetsiz
misafir” olarak devrim. <o:p></o:p></span><br />
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Aydınlanmacı Marksist anlatıların,
ilerlemeci devrim öngörülerinin eleştiresinde Ernest Bloch ve Walter Benjamin
çok önemli ve istisna komünist düşünürlerdir. Hıristiyanlığın yeraltı
akımlarını, heretikleri, Yahudi Mesihçiliğini, Kabala düşüncesini ve plebyen
ütopyaları inceleyerek toplumsal devrimi apokaliptik arzuların sekülerleşmesi
olarak geliştirmeye çalışmışlardır. Onlar için radikal bir özgürleşme anlayışı her
şeyden önce <i>geçmişin</i> kurtarılmasını
gerektirmekteydi. Ernest Bloch, Thomas Müntzer’i çağdaş devrimlerin tutkulu bir
öncüsü olarak selamlar, “devrimin teoloğu” olarak nitelendirdiği Thomas Müntzer
üzerine yazdığı kitabında ve birçok eserinde apokaliptik teoloji, mistik
maneviyatçılık ve devrimci siyaset arasında bağlantı hatları örmüş ve
apokaliptik mitlerin faşist siyasetlere terk edilmemesi gerektiğini ve devrimci
bir siyaset için önemini sürekli vurgulamıştır. Bloch’un heretik Marksizmine
göre, binyılcı komünist hareketler hiçbir geriliği temsil etmiyorlardı tam
aksine siyasal üst-yapının çok ilerisinde olan hareketlerdi. Bloch’un gözünde
Marksizm, ütopik yanılsamaların cenazesini kaldırmak işini üstlenmemiştir tam
aksine bu binyılcı komünizm soyunun gerçek varisidir ve bu ütopyanın
gerçekleştirilmesinin içkin araçlarını sunmuştur. Bloch şöyle der: “Marx’ın
amacı dünyaya, tam da bu dünyanın bilgeliğine uygun olarak girişilmiş zorlu bir
mücadele aracılığıyla, rasyonel sosyalizmin gerektirdiği cennetvari düzeni
dayatmaktır; bu düzen kökten binyılcıdır, ama bugüne kadar hep fazlasıyla
pastoral bir şey, bir tür öte düzen olarak düşünülmüştür<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn7" name="_ftnref7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[7]</span></span><!--[endif]--></span></a>.”
Hakeza Benjamin’in Mesihçi devrim anlayışına göre de, “Devrim, tarihin sonucu
değil, tarihin sonu olacaktı. Kurtuluş, tarihin sonucu ya da hedefi değildi;
tarihle kesin bir kopuşu içeriyordu. Bugünden geleceğe, sürgünden özgürlüğe
ancak bir sıçramayla, tarihin sona ermesiyle geçilebileceği varsayımına
dayanıyordu”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn8" name="_ftnref8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[8]</span></span><!--[endif]--></span></a>.
Benjamin için devrimin zamanı “şimdinin zamanı”dır. O, boş ve sahte olaylar
yığını olan kronolojik zamana değil, kairolojik zamana inanmaktaydı. Klasik
zaman kavramı içinde, kairos andır, yani kronolojik zaman döngüsünden kopuş ve
başlangıç anıdır. Kairos şimdi fırlatılmış oktur. Devrim, mesiyanik bir
müdahaleyle tarihin homojen ve çizgisel zaman akışından kopartılması, kısacası
“Mesihin açıp girebileceği dar bir kapıdır”. Benjamin’in devrim arzusu,
“köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması
idealiyle değil”. Bu bağlamda onun için devrimin önemi tüm mazlum kuşakların ve
yenilmişlerin intikamını alacak bir kefaret devrimi olmasıdır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Marx’ın din eleştirisi aynı zamanda
dinin eleştirisinin de bir eleştirisidir. Marx dini hem “gerçek ızdırabın
dışavurumu hem de gerçek ızdıraba karşı bir itiraz olarak tanımlamıştır, dini
sadece devletin veya kilisenin bir sömürü aracı olarak görmemiş, “ezilenin iç
çekişişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olabilen rolünü de
hesaba katmıştır. Din yerine göre egemenlerin afyonu, yerine göre de
güçsüzlerin vitaminidir. Tarih boyunca kurumsal dinlerin baskısına, sömürüsüne,
aşağılamalarına, hiyerarşik ve eşitsiz bir dünyayı dayatmalarına ve her türlü
özgür düşünceye yönelik sansürlerine karşı ortaya çıkan sapkın mezhepler
(Anabaptistler, Quakerler, Familistler, Beşinci Monarşistler, Hariciler,
Karamatiler, İsmailliler, Aleviler) ezilenlerin başkaldırı ve direniş
sancakları olmayı başarmıştır. “Aydınlanmanın işaret ettiği tarihsel kopuşun
Hıristiyan mesihçiliğinden ilham aldığı, Jakobenizmden Bolşevizme ve Anarşizme
kadar bütün bir devrimci geleneğin erken dönem Hıristiyan inançlarının seküler
bir cisimleşmesi” olduğu iddiası, yabana atılacak bir iddia değildir. Komünist
devrim geleneklerinde dine indirgenmeyecek bir mesihçilik damarı vardır. Bu
dini olmayan mesihçiliğin indirgenemez tarafı yeniye dair bir çağrı, bir
“özgürlük vaadi” deneyimi olmasıdır. Komünist devrimdeki devrim anıyla, mesihçi
binyılcılıktaki kıyamet anı aynıdır ve her ikisi de kairolojiktir, yani salt
tekrarı, kronolojik zaman akışını bozarak zamanı değiştiren ana yatırım
yapmaktır. Kişi anı ele geçirmelidir, an da kişiyi. Kairolojik zamanda, kişi
hem karar veren hem de karara tabi olandır. Mesihçi kıyamet fikrinde önemli
olan bu dünyayı diğer dünyaya bağlayacak “kıyamet anı” değil, kıyamet anı
öncesinde herkesin eşit, özgür ve günahsız yaşayacağı bin yıllık cennetin
krallığı vaadidir. Bu mesihçi kıyamet fikri zamanla üç semavi din tarafından
asimile edilerek bir felaket imgesi veya dünyanın sonu haline getirilmiştir.
Adaletin tikel arzulardan ve belirli grupların menfaatlerinden soyutlanması,
evrensel bir arzu haline getirilmesi komünist devrim fikriyle, eskatolojik
kıyamet fikri arasındaki bir başka önemli benzerlik noktasıdır. Mevcut kötü
dünyanın toptan reddi ve başka bir dünyaya yönelik tutkulu özlem, binyılcı
hareketlerle modern devrimci ütopyaların ortak özellikleridir. Yani verili
olana yönelik keskin negatiflik ve yepyeni bir dünyaya yönelik “imkânsız arzu”,
siyasal motivasyonu ve kitlesel seferberliği belirleyen ortak vizyonlar
olmuştur. Apokaliptik siyasetin ayırt edici özelliği temsil ve dolayımın
reddidir, içsel çatışmalardan muaf, total ve mutabık bir topluluğu hedeflemektir.
Çağdaş komünist entelektüellerin aniden ortaya çıkan, tarihi askıya alan ve
toplumsal gidişatın yönünü değiştiren devrimleri açıklamak için<i> </i>geliştirdikleri<i> </i>o<i>lay </i>kavramı da mesihçi
devrimcilikle benzer bir tahayyüldür.</span><span lang="TR"> </span><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Badiou için
olay, eşitliği ortaya koymak suretiyle toplumsal adaletsizlik ve eşitsizlikten
ibaret olan genel durumla köprülerin atıldığı o yeni, kısa, yerel ve komünal
kopuştur. Aniden ortaya çıkan olağanüstü yoğunluktur. Günümüzde artık bir
komünist devrim tahayyülü, binyılcı dinsel vizyonları, köylü ayaklanmalarını,
heretik mezhepleri kaçınılmaz hezimetler çöplüğüne atmaktansa bu asi ruhları
yeniden vaftiz edip, devrimci tarihin şanlı uğrakları ve güncel kaynakları
olarak geri çağırmalıdır. <o:p></o:p></span><br />
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Devrim, yüksek perdeden yürütülen
bütün tartışmaların aksine belki de bir dinsel devrim görünümüne bürünmek,
hatta bir din haline gelmek ve devrimin dili de ahit peygamberin diline dönmek
zorundadır. Tanrısız, ritüelsiz, ölümden sonra yaşam vaat etmeyen, yeryüzünde
özgürlüğün ve eşitliğin krallığını kurmayı amaçlayan bir din. Devrim, ruhlara
fısıldayan, meleklere emanet edilen ve her gün okunan bir şükran duasına
dönüşmelidir. Özgürlük teolojisinden etkilenen ve kendilerini “Anti-Kapitalist
veya Devrimci Müslümanlar” olarak tanımlayan grupların sentezci devrim
fikirlerinden, modern siyaset dillerinden ziyade bu toprakların sahih bir
devrimci anakronizme ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. İslam tarihindeki bütün
heretik mezhepleri ve devrimci figürleri görünür kılacak bir tarih analizi ve
Benjamin’in “Din Olarak Kapitalizm” vurgusu bağlamda bir sistem okuması eminim
çok daha etkili olacaktır. Hikmet Kıvılcımlı’ın belli eserleri bu ülkede hala
önemli bir referans kaynağıdır, Marksizmin bir dine dönüşmesi gerektiğine
yönelik isabetli analizleri bu bağlamda yeniden değerlendirilmeyi hak
etmektedir. Yaşadığımız bütün eşitsizlikleri ve adaletsizleri bu Deccal ya da
Nemrut iktidarına (Kapitalizm) bağlayacak, Kabil’in bu soysuz soyuna karşı bir
gazap olarak devrim. Marksistlerin ağır kapitalizm analizlerinden istifa
etmenin, Kuran ayetlerini zorlama yorumlara tabi tutmanın ve çağdaş
anti-kapitalist hareketlerin benzer gündemleriyle hareket etmenin gerekli
devrimci istenci yaratması çok zor görünmektedir. Kuşkusuz her konuda derin
entelektüel tartışmalar yürütmek önemlidir ve elzemdir ancak sokaktaki insanın
yaşadığı dünyayı keskin bir şekilde olumsuzlayacak, devrimi yalın bir dille
“eski dünyanın ateşteki parşömen gibi tutuştuğu” bir gereklilik, bir yeryüzü
cenneti olarak sunacak bir politika diline muhtacız. Sosyalistlerin yıllarca
düştüğü aydınlanmacı tuzaklara düşmek, Kabil soyunun zulmünü uzatacaktır.
Bilinçlerden çok duygulara hitap edecek, hiçbir ek sıfatın gerekmediği, ortak
kararları ve devrimci arzuları eksen alan bir politik hattın inşa edilmesi gerekiyor.
Antonio Negri’nin haklı olarak vurguladığı gibi: “Ortak istenç, ortak akıldan
daha fazla bir şeydir, ortak karar, ortak isimden daha fazla bir şeydir; ortak
olay, aşkın olan herhangi bir şeyden daha fazla bir şeydir.” <a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn9" name="_ftnref9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[9]</span></span><!--[endif]--></span></a>
Cem Uzan’ın bile birkaç ayda faşist bir korporatizm diliyle yarattığı
mobilizasyonu, yaklaşık elli yıllık mücadele deneyimi ve devasa bir düşünce
mirası olan devrimci akımların bu topraklarda bunu hiçbir zaman başaramamış
olması (Kürt hareketi hariç) çok manidardır. Sistem-karşıtı Müslümanlar, kimi
Müslümanlara Komünizmin, Anarşizmin, Feminizmin ve Queer teorilerin “kötü” bir
şey olmadığını anlatmak yerine Baba İshak’ın Şeyh Bedrettin’in, Börklüce
Mustafa’nın, Pir Sultan Abdal’ın niçin isyan ettiklerini, otoriteyi ve özel
mülkiyeti neden reddettiklerini, Zenc devletinin nasıl kurulduğunu anlatmaları
ve apokaliptik bir dilin içinden günümüzle bağını kurmaları çok daha etkili bir
siyaset olacaktır. Bu toprakların belleğine kazınmış bütün devrimci ve
eşitlikçi mitleri yardıma çağırmak, modern sol siyasetlerin soğuk rasyonel
dilinden uzaklaşmak, bütün toplumsal bölünmeleri kesecek bir çağrı dilini
üretmek ve özgürlük havarilerine dönüşmek belki de devrimi görünür kılacaktır.
“Ne zaman ki insanlar arzularını devrimci oluşlara yatırır, bir olayı ele
geçirmeyi ve kendilerini olaya kaptırmayı arzular, işte o zaman devrimin
anlamı/hissi ortaya çıkar ve insanlar devrimi görebilir. Heyecan yoksa
dramatizasyonda yoktur. Sarhoş olmadan, isyan diye bir şey de olmaz.”<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn10" name="_ftnref10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[10]</span></span><!--[endif]--></span></a>
İhtiyacımız olan şey devrime olan inanç değil, devrimci “iman”dır. Çünkü
yeryüzünde yeterince devrimci inanç var. İman, hayatı ortaya koyan, icra eden
bir ilan, bireyi harekete geçiren içe dönük bir karardır. Ayrıca Simon
Critchley’in de dikkat çektiği gibi iman, teist düşüncelerin temellük ettiği
bir kavram değil ve Tanrı gibi metafizik bir gerçekliğin mevcudiyetini de
gerektirmez. “İmansızların imanı, imanın hakiki mahiyetini ortaya çıkarır:
herhangi bir güvenceye bel bağlamadan her an kendini var ilan eden ve aşkın
sonsuz talebine riayet etmeye çalışan öznenin sıkı faaliyeti. İman, gücümü
aşan, ama yine de benim tüm gücüme ihtiyacı olan sonsuz bir talep karşısında
benliğin kendini ortaya koymasıdır, yeni bir şeyin doğabilmesi için eski
benliği ortadan kaldırmaya kalkışan manevi bir cesaret edimi”dir.<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftn11" name="_ftnref11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[11]</span></span><!--[endif]--></span></a>
İman, örgütlü siyasal koşulların içinde filizlenen imkânlara konmak değil,
siyasal iradeyle, çileyle, azim ve sabırla elde edilen bir zirvedir. Simon
Critchley’in o muhteşem tabiriyle: “İman eşitlerin ektiğini biçme ilişkisi
değil, ekmediğini biçme asimetrisidir” (Critchley 2014: 268). Devrim, kuşkusuz
bir örgütlenme iradesi, siyaset de, insanın kendisine yoldaş seçmesidir. Biz ve
örgütlü gücümüz hazır olmadığı sürece devrim hayaleti bize kendisini hiçbir
zaman göstermeyecektir. Ne demişti Ernest Bloch? “Mesih ancak bütün misafirler
masaya oturduğunda gelebilir”.</span><br />
<span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span>
<b style="text-align: left;"><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;"><br /></span></b>
<b style="text-align: left;"><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Kaynakça</span></b><br />
<br />
<ul>
<li><span style="font-family: "arial"; line-height: 115%; text-align: left; text-indent: -18pt;">Fanatizm - <span style="background-color: #fefdfa; color: #333333; font-family: "arial" , "tahoma" , "helvetica" , "freesans" , sans-serif; line-height: 18.2000007629395px; text-indent: 0px;">Bir Fikrin Kullanımları </span>Üzerine, Alberto Toscano, Çev: Barış Özkul, Metis
Yayınları</span></li>
</ul>
<ul>
<li style="text-align: justify;"><span style="font-family: "arial"; line-height: 115%; text-align: left; text-indent: -18pt;">İmansızların
İmanı - Siyasal Teoloji Deneyleri, Simon Critchley, Çev: Erkal Ünal, Metis
Yayınları</span></li>
</ul>
<ul>
<li><span style="font-family: "arial"; line-height: 115%; text-align: left; text-indent: -18pt;">Devrimin
Zamanı, Antonio Negri, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları</span></li>
</ul>
<ul>
<li><span style="font-family: "arial"; line-height: 115%; text-align: left; text-indent: -18pt;">İsyan,
Devrim, Eleştiri, Bülent Diken, Çev: Can Evren, Metis Yayınları</span></li>
</ul>
<ul>
<li><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%; text-align: left; text-indent: -18pt;">Komünizm
Fikri, Hazırlayanlar: Slavoj Zizek - <a href="https://www.blogger.com/null" name="_GoBack"></a>Alain Badiou,</span><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%; text-align: left; text-indent: -18pt;"> Metis
Yayınları</span></li>
</ul>
<ul>
<li><span style="font-family: "arial"; line-height: 115%; text-align: left; text-indent: -18pt;">Son Bakışta
Aşk, Walter Benjamin, Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları</span></li>
</ul>
</div>
<div class="ListParagraphCxSpMiddle" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="ListParagraphCxSpLast" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div>
<!--[if !supportFootnotes]--><b>Dipnotlar</b><br />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Bülent Diken, İsyan, Devrim, Eleştiri, Çev: Can Evren, Metis
Yayınları, s.14</span></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Alberto Toscano, Fanatizm – Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Çev:
Barış Özkul, Metis Yayınları, s.55-58</span></div>
</div>
<div id="ftn3">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Slavoj Zizek, Somut Evrensel Olarak Komünizm Fikri, Komünizm Fikri içinde – Metis Yayınları,
s.250</span></div>
</div>
<div id="ftn4">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref4" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> A.g.e, s.11</span></div>
</div>
<div id="ftn5">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref5" name="_ftn5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[5]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> A.g.e, s.55</span></div>
</div>
<div id="ftn6">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref6" name="_ftn6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[6]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Aktaran Alberto Toscano, s.71</span></div>
</div>
<div id="ftn7">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref7" name="_ftn7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[7]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Aktaran Alberto Toscano, s.115</span></div>
</div>
<div id="ftn8">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref8" name="_ftn8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[8]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Nurdan Gürbilek’in Sunuşu, s.19, Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk,
Metis Yayınları</span></div>
</div>
<div id="ftn9">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref9" name="_ftn9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[9]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Antonio Negri, Devrimin Zamanı, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları,
s.181</span></div>
</div>
<div id="ftn10">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref10" name="_ftn10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[10]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> Bülent Diken, s.25</span></div>
</div>
<div id="ftn11">
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<a href="file:///C:/Users/pc/Desktop/Post-Politika%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1nda%20Devrimci%20Fanatizm.doc#_ftnref11" name="_ftn11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: "calibri";"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="line-height: 115%;">[11]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span lang="TR"> </span><span lang="TR" style="font-family: "arial"; line-height: 115%;">Simon Critchley, İmansızların İmanı-Siyasal Teoloji
Deneyleri, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları, s.26-29<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
</div>
</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-66900019876534508192014-07-19T00:46:00.003-07:002014-10-27T16:56:18.430-07:00Rojava Devrimi'nin Üçüncü Yıl Dönümü Üzerine - Ramazan Kaya<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiH3DRXvSDmFtcJ88UuI-zj6sUKhxqobYsxuWYvWbZ-64pHRACUgVveHlRsYOz_SquqRuIQ3HldjnYZV84vQRN37sd_Zw-Ji9PK6YLXzvvQI3QYdpd7Nqn6b4RyBCpPzhNYW_ttN0se-dDg/s1600/Bs3BDo0CMAA60FL.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiH3DRXvSDmFtcJ88UuI-zj6sUKhxqobYsxuWYvWbZ-64pHRACUgVveHlRsYOz_SquqRuIQ3HldjnYZV84vQRN37sd_Zw-Ji9PK6YLXzvvQI3QYdpd7Nqn6b4RyBCpPzhNYW_ttN0se-dDg/s1600/Bs3BDo0CMAA60FL.jpg" /></a></div>
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: x-small;"><br /></span>
<span style="background-color: white; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Bugün günlerden 19 Temmuz, yani Rojava Devrimi'nin üçüncü yıl dönümü. Rojava devrimi, iki yıl önce "Arap baharı" olarak adlandırılan isyan fırtınasının içine doğdu ve o isyan dalgası içinde solmayan, sonbahar'a dönüşmeyen, baharın yemyeşil umudunu ve coşkusunu koruyan tek halkadır. Sömürgeci Suriye devletinin yaşadığı bozgun, egemenlik sınırlarının giderek zayıflaması ve ülke içinde yaşanılan iktidar çatışmaları sonucunda Batı Kürdistan'da tertemiz, haklı ve gerçek bir devrim filizlendi. Kürdistan'da benim kuşağımın yaşadığı ilk devrimci zafer duygusudur. Yani Ortadoğu'da d<span style="line-height: 18.200000762939453px;">evrimci kuşaklara vaat edilmiş “gelecek güzel günler”e uyandığımız ilk sabahtır. B</span><span style="line-height: 18.200000762939453px;">u yorgun topraklarda, bu tükenmiş gökyüzünün altında ü</span><span style="line-height: 18.200000762939453px;">topyalar çağının bitmediğini, devrimler defterinin kapanmadığını duyuran zayıf bir çığlıktır Rojava. Murray Bookchin, "gerçek bir devrim organik ve kendiliğinden olmalıdır; onun başarısı inceden inceye planlanmış bir stratejiye dayanmamalı, doğal bir gelişim seyri izlemelidir" der. Rojava devrimi tam da böyle gelişmişti, kenetlenmiş bir halkın yaralı gövdesine </span><span style="line-height: 18.200000762939453px;">davetsiz bir misafir misali</span><span style="line-height: 18.200000762939453px;"> bir anda konuk olmuştu. Ancak halk, bağrına bastığı bu davetsiz misafiri çok iyi tanıyordu, yıllarca o topraklarda sömürgeci Suriye devletinin kimliğine almaya bile layık görmediği bir avuç Kürdün koynunda büyüttüğü bir çocuktu ve herkesin onun üzerinde emeği vardı. Rojava, aynı zamanda ulus-devlete ve devletçi sosyalizme veda eden 36 yıllık bir halk hareketinin ilk komünalist özgürlük deneyidir, Ortadoğu tarihinde örneği olmayan ilk öz-yönetim projesidir ve dört bir taraftan kuşatılmış yoksul bir halkın kendi özgücüyle ayak direttiği, ayakta kaldığı bir direniş deneyimidir. </span></span><br />
<span style="background-color: white;"><span style="line-height: 20px;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></span>
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><span style="line-height: 20px;">6 Ocak 2014 tarihinde Rojava’nın Amûdê kentinde toplanan Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi Yasama Meclisi, Rojava Toplumsal Sözleşmesi’ni kabul etti. Ortadoğu’daki milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve ulus-devlet çıkmazından kurutuluşun yol haritasını hayata geçirdi. </span><span style="line-height: 20px;">Demokratik Özerk Kanton Yönetimleri’nin (Cizîr, Kobanê ve Efrîn)</span><span style="line-height: 20px;"> esas alındığı Rojava'da, </span><span style="line-height: 20px;">ulus-devlet, askeri ve dini devlet anlayışı ve her türlü merkezi iktidar biçimi reddedilmiştir. </span><span style="line-height: 20px;">Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler Kanton yönetiminin sağladığı bütün haklardan ve imkanlardan yararlanan eşit halklar olarak kabul edilmiştir. </span><span style="line-height: 20px;">İslam, Hıristiyan ve Êzidî inançlarının her türlü baskıdan azade birlikte yaşamasının güvencesi verilmiştir. </span><span style="line-height: 20px;">Cizîr kantonunun resmi dilleri Kürtçe, Arapça ve Süryanice’dir. Aynı zamanda diğer tüm oluşumların anadillerini kullanma ve anadillerinde eğitim görme hakkı tanınmıştır. </span><span style="line-height: 20px;">Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisini öngören kurucu bir politika temel siyaset ilkesidir. H</span><span style="line-height: 20px;">alk iktidarın yegane sahibidir, seçimle belirlediği kurumları ve meclisleri aracılığıyla yönetimini sağlamaktadır. Ayrıca y</span><span style="line-height: 20px;">eraltı ve yerüstü tüm zenginlikler bütün toplumun eşit derecede yararlandığı bir ortak mülkiyet ilkesine bağlanmıştır.</span></span></span><br />
<span style="background-color: white;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Rojava Devrimi üçüncü yılına girerken Rojava’da ve devrimin başladığı Kobane’de direniş IŞİD çetesine karşı yükselmeye devam etmektedir. Bölgedeki sömürgeci devletlerin ve emperyal güçlerin Rojava'yı düşman listesine sokmalarında sebep ne </span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">petrol kuyuları, ne verimli araziler ne de bölgenin stratejik önemidir, temel sebep Rojava'nın Ortadoğu'da ulus-devletlere dayalı tahakküm zincirini kıran bir özgürleşme halkası olmasıdır. Milliyetçi, dinsel, mezhepsel çatışmalar cehennemine dönen, kadınların adeta soykırıma uğradığı, farklı cinsel yönelimlere yönelik nefretin ve ayrımcılığın ayyuka çıktığı, neo-liberal muhafazakar yönetimlerin vahşi sömürü ve baskısının dayanılmaz boyutlara vardığı bir coğrafyada Rojava başka türlü bir dünyanın burada da mümkün olduğunun kanıtı ve kurucu iradesidir. Bu iradeyi kırmak, bu çorak topraklara ekilmiş ütopya tohumlarının yeşermesini önlemek adına ilan edildiği günden bu yana onlarca taşeron örgüt aracılığıyla Rojava kuşatılmaya ve teslim alınmaya çalışılmaktadır. Ancak Rojava o bölgede yaşayan bütün halkların seferber olmuş direniş ruhuyla, varlığını dayandırdığı anti-otoriter çağdaş devrim idealiyle mutlaka ayakta kalacaktır. Çünkü, Rojava Devrimi o yürekli evlatları ile birlikte eline silahı alıp dünyayı şaşırtan anaların eseridir. </span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Kürdün, Arabın, Süryaninin, <span style="line-height: 20px;">Ermeninin, Çeçenin ortak bestelediği özgürlük melodisidir, </span><span style="line-height: 20px;">İslam, Hristiyan, Êzidî inançlarının özgürce serpildiği bir özerklik bahçesidir. K</span></span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">adınların erkeklerle birlikte mevzi aldığı, geleneksel cinsiyet rollerini reddettiği, özel mülkiyete ve devlete meydan okuyan çağdaş bir devrimdir. Rojava Devrimi, </span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 18.200000762939453px;">1871'de Paris'te,</span><span style="color: #545454; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 18.200000762939453px;"> </span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">1921'de Kronştad'da,1939'da İspanya'da yarım kalan düşlerimizin tamamlanma ihtimalidir.</span></span><br />
<span style="background-color: white;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Rojava Devrimi'ine selam olsun.</span></span><br />
<span style="background-color: white; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">19 Tîrmehê Pîrozbe</span><br />
<span style="background-color: white; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Şoreşa Rojavayê li hemû gelê Kurdistanê ra, li hemû <span style="line-height: 18.200000762939453px;">bindestê</span><span style="font-weight: bold; line-height: 18.200000762939453px;"> </span>C<span style="line-height: 17px;">îhanê ra </span>pîroz be..</span>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-26725254367895458812013-11-08T07:03:00.002-08:002019-07-22T19:51:40.124-07:00Rojava Sınırında Yükselen Duvar, Zayıflayan Sömürgeci Egemenlik - Ramazan Kaya<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiuUH7l8QcM4OS61n_ENehNwfyqWdCPse_4lh-6dfhonvN2cC8iYldJNQL-RvPqJ6DZr15lZWVYD5Za2DR1Fxw_y0tb7dDujOfzp2c5VR_HdUB2qnPcsAF8y7j2-Qsq3uKvgGOTL5o1bd7y/s1600/duvarnsbn-3F12-D072-B2A1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><br /></a><b><i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"></span></i></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><b><i><span style="line-height: 115%;">“Antik tapınaklar sınırları
belirsiz ve başa çıkılamaz bir dünyada tanrıların eviydi. Ulus-devlet
duvarları, bu anlamda siyasal egemenliğin hayaletine ev sahipliği yapan zamane
tapınaklarıdır”</span></i></b></i></b><br />
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 115%;"><br /></span>
<span style="line-height: 115%;">[</span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 115%;">Wendy Brown – Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik]</span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Mardin-Nusaybin ile Batı Kürdistan’daki Qamişlo kenti
arasına örülme çalışmasına başlanan 7 kilometrelik duvara karşı Nusaybin
belediye başkanı Ayşe Gökkan’ın başlattığı ölüm orucu ve duvara karşı yapılan
kitlesel eylemler duvar inşaatını şimdilik durdurmuş görünüyor olsa da ilerleyen
zamanlarda bölgedeki toplumsal muhalefetin temel gündemlerinden biri olacağı muhtemeldir.
Kürdistan coğrafyasını dört parçaya bölen tel örgülerin ve yapılması
planlanan duvarların hangi gelişmelerin bir sonucu ve hangi siyasal-kültürel
korkuları açığa çıkardığını analiz etmeden önce dünyada yükselen duvarların
genel manzarasına bir göz atmak durumu daha anlaşılır kılacaktır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Sermaye, emek, bilgi, insan ve teknoloji akışının sınır
tanımadığı, bütün kimliklerin ve sınırların geçirgenleştiği, iktidarın
şebekeleşmiş, sanal ve mikro-fizik şekilde işlediği küresel kapitalizm çağında
bu yükselen katı duvarlar ne anlama gelmektedir, hangi siyasal, hukuki, ekonomik
koşulların veya zorunlulukların bir sonucudur? Wendy Brown’a göre: “Bugün
ulus-devletlerin duvar inşa etme çılgınlığını ortaya çıkaran şey, büyük oranda
devlet egemenliğinin zayıflaması, egemenliğin ulus-devletten kopmasıdır. Yeni
inşa edilen duvarlar ulus-devlet egemenliğinin dirilmesinin ifadeleri değil,
aşınmasının simgeleridir”.<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Rojava%20S%C3%84%C2%B1n%C3%84%C2%B1r%C3%84%C2%B1nda%20Y%C3%83%C2%BCkselen%20Duvar,%20Zay%C3%84%C2%B1flayan%20S%C3%83%C2%B6m%C3%83%C2%BCrgeci%20Egemenlik.docx" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> Ulus-devlet egemenliğinin
abartılı göstergeleri gibi görünse de, gerçekte korkuyu, kırılganlığı,
belirsizliği veya istikrarsızlığı sembolize etmektedirler, egemenliğin
çözüldüğüne delalet eden nitelikleri açığa vurmaktadırlar. Küreselleşme ve geç
modern dönemdeki sömürgeleştirme faaliyetleriyle birlikte dizgininden boşanan
bir dizi gücün hukuk ve siyasetle kontrol altına alınamadığını ve bu
denetimsizlik karşısında çare olarak polisiye tedbirlere ve etrafını çevirme
yöntemine başvurulduğunu gösteren bir manzaradır. Soğuk savaş döneminde liberal
demokrasilerin küresel tehdit söyleminin baş sırasında oturan komünizm günümüzde
yerini “aç yığınlara ve Batı değerlerine düşman kültürel-dinsel saldırılar”a
bırakmış durumdadır. Liberal özgürlükler sosuna bulanmış “küresel olarak
birleşmiş insan dünyası” vaadi çimento, tel örgü, gözetim ve kapatmanın norm
haline geldiği bir dünyanın katı gerçekliğine toslamaktadır. Modern dönem öncesi
uygarlıkların “barbar kavimler”in fetihlerine karşı çektikleri surların yerini
günümüzde yoksul güneylilere ve “küresel terörizme” karşı çekilen ulusal duvarlar
almıştır diyebiliriz. Güney Asya’daki ulus-devlet duvarlarının çoğunun
hedefinde göçmenler varken, Ortadoğu’daki duvarların büyük kısmı güvenlik adına
inşa edilmiştir. Özbekistan’ın Kırgızistan sınırındaki duvar sınır
çatışmalarının sonucuyken, Fas’ta Ceuta ile Melilla arasında bulunan duvarın
yapım amacı İspanyol yerleşim bölgelerinin Avrupa’ya geçmeyi amaçlayan Asyalı
ve Afrikalılar için bir aktarım noktasına dönüşmesini engellemektedir. Dünyanın
en çok konuşulan iki duvarından biri olan İsrail duvarı yerleşimci
sömürgeciliğin bir ürünüyken, ABD-Meksika arasındaki 1350 kilometrelik devasa
duvar zengin Küresel Kuzey’i yoksul Küresel Güney’den ayırmayı hedeflemektedir.
21. Yüzyılın başındaki bu duvarlar başka devlet iktidarlarından gelebilecek
saldırılara karşı bir savunma amacını taşımamaktadır tam aksine siyasal
egemenliğin desteğinden yoksun <i>ulusaşırı
ekonomik</i>, toplumsal ve dini akışlara verilmiş bir tepki olarak inşa
edilmişlerdir. “Ulus-aşırı terörizm” hortlağına karşı devletin ve tebaanın
savunmasızlığını vurgulamak, ulus-aşırı göçü kontrol altına almak, ulusun
saflığını ve sağlığını korumak, aşınmış ulusal değerleri ve egemenlik
sembollerini diriltmek, eski sömürgelerden gelen yoksulların hatırlattığı
sömürgeci geçmişle ve küresel tahakkümdeki rolleriyle yüzleşmeyi örtbas etmek,
“dışarıdakiler”i sürekli istilacı, asalak ve Batı değerlerine düşman olarak kodlamak
duvarların inşa edilme gerekçelerini meşrulaştırmaktadır. Wendy Brown, ulusal
duvarların toplumsal cinsiyetle olan bağını da es geçmez. “Egemen eril devletin
himayesi olmadığında, ulus savunmasız, tecavüze açık ve biçare kalır. Duvarlar
eksiksiz egemen iktidar ve himaye isteğini görsel olarak tatmin eder”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Rojava%20S%C3%84%C2%B1n%C3%84%C2%B1r%C3%84%C2%B1nda%20Y%C3%83%C2%BCkselen%20Duvar,%20Zay%C3%84%C2%B1flayan%20S%C3%83%C2%B6m%C3%83%C2%BCrgeci%20Egemenlik.docx" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Dişileştirilmiş bir
ulusal özne konumundan, ulusaşırı göçün yarattığı erkeklik kaybından ve iğdiş
edilmiş devlet iktidarından kurtulmak” isteği duvar arzusunu güçlendiren bir
başka faktördür.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Türkiye Cumhuriyeti’nin Rojava sınırına çekilmek istenen
duvar şüphesiz Rojava devriminin tetiklediği korkuların ve zayıflayan sömürgeci
egemenliğin bir sonucudur. Rojava devrimiyle birlikte Kürtlerin Ortadoğu’daki otonom
statülerinin güçlenmesi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan topraklarının birleşme
olasılığının artması ve olası bir Kürt devletinin kurulma ihtimali Kürdistanı
bölen sömürgeci devletlerin teyakkuz haline geçmesini sağlamıştır. Birinci
dünya savaşının sonucunda dört parçaya bölünen Kürdistan, Rojava devrimiyle
birlikte belki de ilk defa örgütsel çelişkileri ve çatışmaları aşan bir ulusal
birliktelik ve dayanışma ruhuna kaynaklık etmiştir. Bu dayanışma ruhu Kürt
ulusal kongresiyle pekiştirilmiş, Kürt siyasal aktörlerinin bölgedeki devletler
nezdinde muhatap alınma gücü ve saygınlığı gözle görünür şekilde artmıştır.
Devletlerin kriminalize ettiği Kürt sorunu söylemi yerini Kürdistan sorunu
söylemine bırakmak zorunda kalmıştır. Rojava devrimi, klasik bir ulusal veya
bölgesel konumu ele geçirmek değildir, öz-yönetimi mümkün kılan, bütün
toplumsal güçleri özgürlük için mobilize eden, kadının direniş saflarında
yerini alarak söz sahibi olduğu, sömürgeci devletlerin siyasal baskısından
bunalmış bütün özgürlükçü ve eşitlikçi hareketler tarafından desteklenen, Paris
Komünü’yle karşılaştırılan çağdaş bir devrimdir. Ortadoğu’da devletsiz bir
toplumsal organizasyonun mümkün olduğunu gösteren bir kurtuluş modelidir. Rojava
devriminin niteliklerinin farkında olan bölgedeki emperyal ve sömürgeci güçler
bu devrimi boğmak için bütün imkânlarını seferber etmiş, kiralık Hizbullahçı
çeteler aracılığıyla savunmasız halkı katletmekten, işgal hamlelerinden geri
durmamışlardır. Rojava sınırındaki tel duvar salt bir sınır duvarı ya da
güvenlik bariyeri değildir, yerleşimci sömürgecilik ve işgal bağlamı içinde iş
gören bir ayırma ve tahakküm teknolojisidir, sömürgeci egemenliğini yitirmiş
bir devletin imgesini canlı tutma çabasından ibarettir. Erken modern siyaset
teorisyenleri (Machiavelli, Rousseau, Locke, Vico, Kant) toprak temellükünü
siyasal egemenliğin temeli olarak görmüşlerdir. Egemenlik mekânın sıradan
olandan ayrılmasıyla vücut bulmuştur. Örneğin sınırın çitle tayin edilmesi ilk
olarak İrlanda’daki İngiliz sömürge topraklarının sınırını belirtmek için
başvurulmuştur. Egemenlik bir sınır kavramıdır, bir kendiliğin sınırlarını
belirtmekle kalmaz, bu sınır çekme edimi yoluyla o kendiliğin hem içini hem de
dışını düzenler ve bu alanların koşullarını belirler. Egemen, sınırların neresi
ve düşmanın kim olduğuna karar veren kişidir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin
ideolojik kapsama gücünü yitirmesi, bölgedeki gelişmelerin neticesinde sömürgeci
egemenliğinin gittikçe zayıflaması, Ortadoğu’da İslam coğrafyasının hamisi
olmaya yönelik “Neo-Osmanlıcı” hayallerin Arap baharı isyanlarıyla birlikte tuz
buz olması, Rojava devrimiyle birlikte Kürdistan’ın somut bir komşuya dönüşmüş
olması, korumacı ve savunmacı militer devlet reflekslerini güçlendirmiş bu da
duvarlarla çözüm arayan bir çözümsüzlük girdabına düşmesini beraberinde
getirmiştir. Rojava sınırındaki duvar Türkiye tarafı için korunma ve güvenliği
ifade ediyorken, Kürtler açısındansa saldırı, işgal, tahakküm ve utancın
anıtıdır. Rojava sınırına çekilmek istenen duvar hem Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğin
çatırdayan sembolü hem de Kürdistan topraklarının sömürgeci işgalinin ve
bölünmesinin resmi kabulüdür. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<br />
<div>
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Rojava%20S%C3%84%C2%B1n%C3%84%C2%B1r%C3%84%C2%B1nda%20Y%C3%83%C2%BCkselen%20Duvar,%20Zay%C3%84%C2%B1flayan%20S%C3%83%C2%B6m%C3%83%C2%BCrgeci%20Egemenlik.docx" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> Wendy
Brown, Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, Metis Yayınları, s.29<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Rojava%20S%C3%84%C2%B1n%C3%84%C2%B1r%C3%84%C2%B1nda%20Y%C3%83%C2%BCkselen%20Duvar,%20Zay%C3%84%C2%B1flayan%20S%C3%83%C2%B6m%C3%83%C2%BCrgeci%20Egemenlik.docx" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> A.g.e,
s.155-156<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkCjnBCMsP2bMnWGo01CZEDGCGpqpcwG3mrmnaSceDdM8mLiZfQSEN73kcH01JOQKqs-cjPkwA0Bvu-QfGWwVoDpPgMQs-xwQA1zoniz2khxxTzEPkz-GVhf8aKnwjcpAuXf2UGzL19tY8/s1600/BC4BE759-2844-45AA-928E-EDECE23D9F6E.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="332" data-original-width="500" height="212" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkCjnBCMsP2bMnWGo01CZEDGCGpqpcwG3mrmnaSceDdM8mLiZfQSEN73kcH01JOQKqs-cjPkwA0Bvu-QfGWwVoDpPgMQs-xwQA1zoniz2khxxTzEPkz-GVhf8aKnwjcpAuXf2UGzL19tY8/s320/BC4BE759-2844-45AA-928E-EDECE23D9F6E.jpeg" width="320" /></a></div>
<o:p></o:p></div>
</div>
</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-56913676984313162362013-06-06T09:21:00.000-07:002014-07-23T17:27:53.019-07:00Gezi Parkı’nın Çağırdığı “Devrim Hayaleti” Üzerine - Ramazan Kaya<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRZ90VcqFcT49AI0DT_t22-9gjBpGH1pvIhfsDAcnjCKbxe_Ha34Ykaj-KtCfXbFH1UIGUNF1nUGdoZeRrZpdf-XdKCwpjbb7W0QI9pWIFUoMrCJ26d7NNC53IuFie3VLHEYwNZyLJRqR2/s1600/971793_521372057926059_519778583_n.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRZ90VcqFcT49AI0DT_t22-9gjBpGH1pvIhfsDAcnjCKbxe_Ha34Ykaj-KtCfXbFH1UIGUNF1nUGdoZeRrZpdf-XdKCwpjbb7W0QI9pWIFUoMrCJ26d7NNC53IuFie3VLHEYwNZyLJRqR2/s400/971793_521372057926059_519778583_n.jpg" height="400" width="275" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 115%;">“Her radikal politikanın görevi sarhoşluğun gücünü devrime kazanmak olmalıdır” <o:p></o:p></span></i></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 115%;">[Walter Benjamin]<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><span style="line-height: 115%;">Her isyan, her devrim elbette “zamansız”dır ve öngörülemez bir toplumsal patlamadır. Hatta bu müşkül zamanlarda devrim fikrinden daha “zamansız” ne olabilir ki? Üstelik “zamansız” olanın zamanı asla gelmez. Devrim, tarihsel durumdan ayrılmış, damıtılmış bir olaydır her zaman. O, tarihin dar kapısından teklifsiz bir şekilde özgürlüğün ve arzunun geniş bahçesine mesiyanik bir giriştir. Devrimlerin başarısız olması, yapısal bir kaçınılmazlık olsa da insanların devrimci olmasını engellemez. Devrimler yenilgiye uğradığında bile verili durum değişir, problemler dönüşüme uğrar. Gilles Deleuze’nin dediği gibi: "Devrimlerin neye döndüğü ile halkların devrimci oluşlarını sürekli birbirine karıştırırlar. Bunlar iki farklı insan kümesiyle ilişkilidir. İnsanın tek umudu devrimci bir oluşta yatar: katlanılamaz olana karşılık vermesinin tek yolunda. Devrim oluştur ve oluş tarihe indirgenemez; tarih açısından bakarsak hep zamansızdır"<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Gezi%20Park%C3%84%C2%B1%C3%A2%C2%80%C2%99n%C3%84%C2%B1n%20%C3%83%C2%87a%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1rd%C3%84%C2%B1%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1%20%20%C3%A2%C2%80%C2%9CDevrim%20Hayaleti%C3%A2%C2%80%C2%9D%20%C3%83%C2%9Czerine.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Sanırım kabul edilmesi ve tarihten çıkarılması gereken temel ders; siyasetin her zaman bir risk siyaseti olduğu, her siyasal müdahalenin kötü sonuçlar verebileceğidir. Böyle paradoksal bir boyutu olmasaydı, siyaset salt bir tekniğe, “iyi toplum” yapmak kılavuzuna dönüşürdü. Özgürlüğün garantisi yine özgürlüktür. Özgürlük, sonsuz ile bağını koruduğu müddetçe özgürlük olarak kalır. İsyanı, görece örgütsüz, bireysel veya kolektif başkaldırı olarak tanımlamak mümkündür. Bu anlamıyla isyanın uzun bir modern-öncesi tarihi vardır; dahası, bu anlamda isyan modern dünyada da varlığını sürdürür. Ancak devrim, kapitalist gelişme ve kapitalizm analizi ile yakından alakalı olan modernliğin ürünü bir kavramıdır. Dolaysıyla devrim vaadi modern bir vaattir; zulüm ve adaletsizlik gibi kadim sorunlara verilen modern bir yanıttır. Nasıl ki devrimsiz isyan aciz bir eylemse, isyansız devrim de her an <i>reel politik</i> tarafından sömürgeleştirilebilir. Devrim, zamanın donduğu, tarihin kesintiye uğradığı bir olaydır. Walter Benjamin, tarihi; sahte olaylar yığını, kronolojik ve “boş” zamanın felaketlere doğru ilerlediği belli belirsiz bir akış olarak resmeder. Hareketlilik ve ilerleme olarak anlaşılan modernizm, onun için hareketli bir cehennemdir, ideali salt tekrar, aynı olay-olmayanların ayrım üretmeyen bengi dönüşüdür. Benjamin için devrim, tarihin “acil durum frenini” çekip bu belirsiz akışa bir dur demek, tarihselci konformizmden kurtulmaktır. Devrim, kronolojik zamana karşı kairolojik zamandır. Salt tekrarı, kronolojik zaman akışını bozarak zamanı değiştiren “müsait andır”. Alain Badio, varlık ile olay arasındaki temel çatışmaya, olayın tarihe indirgenemezliğine odaklanır. Olay her zaman tarihsel bağlamına, durumuna göre bir fazlalık olarak ortaya çıkar. Olay her zaman yapının yarılması şeklinde meydana gelir, “birin ikiye bölündüğü” bir süreç olarak varlığını gösterir. Olay, var olan durumun kurallardan kurtulması, kendini bu kurallardan muaf tutması bakımından istisnaidir. Bu bağlamda her devrim, tarihsel bir sıçrama veya radikal bir “olay”dır. Dışlananları isyana iten şey, ne onları ezen sosyo-ekonomik mekanizmaları bilmeleri, ne de dışlandıklarının bilincine varmalarıdır. Onları harekete geçiren şey, erişimlerinin yasaklandığı daha iyi</span><span style="line-height: 115%;"> bir dünya ve hâkim sınıfların dünyası ile günbegün karşılaşmalarıdır. Jacques Rancière’in hatırlattığı gibi, eşitsizlik daima var olduğuna göre, her zaman bir isyan sebebi de vardır. O halde eşitlik siyasetin nihayetinde ulaşmak istediği bir amaçtan ziyade” bir çıkış nokta</span>sı”, her koşulda bulunulabilecek bir varsayımdır. Rancière için, eşitlik, verili bir bölüşüm sisteminde erişilecek ölçülebilir bir hedef değil, radikal eleştiriye imkân veren koşuldur, her şartta savunulması gereken bir ilkedir.</span></div>
<br />
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><span style="line-height: 115%;">Devrim ve isyan geleneği son derece zayıf olan bu ülkede, Gezi Parkı “olayı”yla başlayan devrimci durum, Türkiye’nin itaat tarihinde geri döndürülemez bir andır ve devrimci bir kırılmadır. 600 yıl boyunca padişah her hapşırdığında “padişahım çok yaşa” diyen bir itaat geleneğinin ve ceberut devlet kültürünün oluşturduğu bütün otoriter kodların toplumun şahsında çözülmesidir. Günlerdir devam eden ve Türkiye’nin birçok kentine sıçrayan bu isyan ateşi aynı zamanda bir o kadar da “zamansız” bir isyandır. Kürtlerin devletle çözüm müzakerelerine başladığı, Kürt hareketinin dağ kadrolarını geri çektiği, “barış” koşullarının ve barış umudunun güçlendiği, Kürdistan’daki politik mobilizasyonun zayıfladığı bir zaman dilimine denk geldi. Kürt hareketinin yıllarca haklı mücadelesini “Türkiyelileştirme” çabası sonuçsuz kaldı ancak gelinen aşamada Türkiye kentlerinin Kürdistanlaştığını söylemek mümkün. AKP iktidarının pekiştirdiği polis devletinin şiddet zincirlerinden boşaldığı, insanların zorla gözaltına alındığı ve onlarca kişinin canını kaybettiği bu isyan, Türkiye’nin belli oranda Kürdistanlaştığının fotoğrafıdır. Kürt hareketinin direniş ilhamına geç kalan, Kürt hareketinin yarattığı devrimci anları ve fırsatları yitirmiş bir toplumun gecikmiş uyanışıdır. Kürtlerin bu gecikmiş isyan haline haklı olarak sitem ettiğini, öfke duyduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkedeki politik kudreti sınırlı devrimci öznelerin Kürt halkıyla olan dayanışmasını, mücadele ortaklığını ve direniş tarihini bilen biri olarak yine de Türkiye halklarının bu gecikmiş isyanı karşısında sitemden ziyade çok hayıflandığımı söylemek isterim. Kürdistan’da otuz yıl boyunca süren “kirli savaş”, meydana gelen serhildanlar, silahlı direniş, kitlesel oturmalar, sivil cumalar ve açlık grevleri yine de isyan ateşinin Türkiye topraklarına taşınmasını sağlayamadı. Bugünkü isyan, dediğim zamanlara ve anlara denk </span><i style="line-height: 115%;">getirilebilseydi</i><span style="line-height: 115%;"> belki de bugün Kürt halkı devletle barış müzakerelerine oturmak yerine </span><span style="line-height: 15.333332061767578px;">Türkiye'nin</span><span style="line-height: 115%;"> devrimci özneleriyle devrim sonrasını konuşuyor olacaktı ve </span><span style="line-height: 14.949999809265137px;">Türkiye'nin</span><span style="line-height: 115%;"> devrimci özneleri, Kemalistlerle, ulusalcılarla, şoven solcularla meydanlarda yana yana gelmek zorunda kalmayacaktı. Yine de AKP iktidarının dışladığı, kısıtladığı, baskıladığı ve ötekileştirdiği bütün toplumsal katmanların sokağa dökülmüş olması gelecek adına umudumuzu diri tutması gereken bir gelişmedir. </span></span><br />
<span style="line-height: 115%;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></span>
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><span style="line-height: 115%;">Radikal solun örgütlü gücünün yetersiz olduğu gerçeğinden hareketle, belli ulusalcı ve Kemalist güçlerin hareketi birçok kentte kontrol ettiğini, militarist sloganlarla, Türk bayraklarıyla hareketin toplumsal enerjisini salt AKP karşıtlığına ve iktidar rüyalarına tercüme etmeye çalıştığı hepimizin malumudur. Ancak Kemalistlerin ve liberal orta sınıfların kendi yaşam alanlarının kısıtlanmasına, muhafazakârlaştırılmaya karşı bir hak olarak başkaldırmasına burun kıvırma hakkına sahip değildir. Bu isyan atmosferinde biz devrimcilere, </span><span style="line-height: 15.333332061767578px;">anarşistlere</span><span style="line-height: 115%;"> düşen görev; otonom alanlar inşa etmek, yeni politik ilişkiler geliştirmek ve belli bölgelerin ve mekânların kontrolünü ele geçirerek direnişin coşkusunu doyasıya yaşamaktır. Ortalık isyanın muhasebesine kafa yoran rasyonel ideologlardan, strateji ve taktik mekteplerinden gelen "uzman devrimciler"den geçilmiyor. İktisat ve iktidar hesaplarının kurulu sofrasına oturmuş bu sefil beyinler, bizim yerimize ne kazandığımızı ve ne kaybettiğimizi hesaplamaya çalışıyorlar. Bu zatların politik lugatında, bir isyanın bireyde yarattığı dönüşümlerin, ateşlenen hayal gücünün, mizahın, sanatın, ortaya çıkan dayanışma ilişkilerinin ve komünal değerlerin bir karşılığı yoktur. Bütün bildikleri, iktidarı ele geçirmeye ne kadar yakınlaştığımızı ölçmektir. Oysa devrim, her şeyden önce itaat ve korku duvarının aşılmasıdır. Afganistanlı militan feminist Malalaı Joya'nın tabiriyle "bir daha asla korkunun gölgesi altında fısıldayarak konuşmayacağım" demektir. Sanırım Türkiye halkları bu eşiği şimdilik atladı. </span></span><span style="background-color: white; line-height: 18px;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Türkiye toplumunun büyük bir bölümü; ölüm ve şiddeti, yıllarca hayatlarına hiçbir biçimde değmeyen, onlara daima uzak coğrafyalarda hak etmiş şer odaklarının veya kökü dışarıda "teröristlerin" maruz kaldığı kaçınılmaz bir son olarak seyretti. Şimdi ölüm ve şiddet herkese eşit mesafedeki "komşu" olmaya başladı. Türkiye'nin Kürdistanlaşmasına, bu empati aşısına belki de ihtiyaç vardı. Sanırım Türkiye için "gerçeğin çölüne hoş geldiniz" diyebiliriz artık. </span></span><span style="line-height: 115%;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Şimdiden bir direniş sembolü haline gelen </span></span><span style="background-color: white; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; line-height: 17px;">Gezi Parkı; işbirliği ve iletişim ağlarının büyüdüğü, tekillikler arasındaki karşılaşmaların ve ortak varoluşun yoğunlaştığı, çokluğun kendisini evinde hissettiği yerdir. Başkaldırı bayrağının gururla sallandığı, iktidarın sefaleti karşısına varlığın şenliğinin dikildiği ortak alandır. Bu direniş, Türkiye'nin mevcut gidişatından hoşnutsuz olanların koalisyonudur. Bu kahkaha, Negri ve Hardt’ın dediği gibi: “bir yıkım kahkahası, kötülüğe karşı savaşa eşlik eden silahlı meleklerin kahkahasıdır”…</span></div>
<br />
<div>
<!--[if !supportFootnotes]--><br clear="all" />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]--> <br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Gezi%20Park%C3%84%C2%B1%C3%A2%C2%80%C2%99n%C3%84%C2%B1n%20%C3%83%C2%87a%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1rd%C3%84%C2%B1%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1%20%20%C3%A2%C2%80%C2%9CDevrim%20Hayaleti%C3%A2%C2%80%C2%9D%20%C3%83%C2%9Czerine.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Calibri","sans-serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 115%; mso-ansi-language: TR; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a>Bülent Diken- İsyan, Devrim, Eleştiri - Metis Yayınları, s.89<o:p></o:p></div>
</div>
</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-5264719696622317492013-04-08T05:50:00.006-07:002019-07-22T19:55:14.708-07:00Seküler ve Komünalist PKK'yi Hatırlamak - Ramazan Kaya<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh0e3z0V31pDtEt1qAPWCQWFel2X_RhZm2JvSgRMvgORcB4KWxQdLYWVWFLETMiA6G7pci2nCoSNSpxlTmbZzjtyJMp-c8b6XSGEhk4_wiLWmZK3a96rBF0bWfCsk8fBDbq_Rug23TpwOZn/s1600/417461.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh0e3z0V31pDtEt1qAPWCQWFel2X_RhZm2JvSgRMvgORcB4KWxQdLYWVWFLETMiA6G7pci2nCoSNSpxlTmbZzjtyJMp-c8b6XSGEhk4_wiLWmZK3a96rBF0bWfCsk8fBDbq_Rug23TpwOZn/s320/417461.jpg" width="252" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Hollanda'nın Wageninen Üniversite'sinden Yardımcı Profesör Joost Jongerden ile Belçika'nın Gent Üniversite'sinde Siyaset Bilimi üzerine doktorasını sürdüren Ahmet Hamdi Akkaya'nın dört yıllık çalışmalarının ürünü olan <b>"PKK Üzerine Yazılar"</b> (Vate Yayınevi) adlı kitap, PKK'nin 1970'lerden günümüze uzanan ulusal mücadelesinin ideolojik, örgütsel ve siyasal dönüşüm sürecini kapsamlı bir şekilde analiz etmektedir. Üç başlık altında toplanan kitap, her bölümde PKK'nin farklı bir dönemini ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. "Kürdistan Devrimcileri'nden PKK’ye" adlı birinci bölüm, PKK'nin 1970'lerdeki oluşum sürecini ele alırken, "Ateşle İmtihan" adlı ikinci bölüm, savaşın en yoğun yaşandığı 1990'lı yıllara göz atıyor. "Büyük Dönüşüm" adındaki son bölüm ise PKK'nin 2000'lerde komünalist çizgiyi esas aldığı "radikal demokrasi" ve "demokratik konfederalizm" ilkelerini benimseyen politikalarını ve pratiklerini irdelemektedir. İlk iki bölüme ilişkin analizlerin ve kronolojik bilgilerin birçok kaynakta ulaşılan bilgiler olması itibariyle kısaca hatırlatılmasından sonra 2000’lerden itibaren benimsenen Radikal Demokrasi ve Murray Bookchin’in komünalist fikirlerinin hareket üzerindeki etkilerine odaklanmak ve Kürdistan’daki yansımalarının izini sürmek yazının temel önceliği olacaktır. Kitabı önemli ve özgün kılan özelliği bugüne kadar Radikal Demokrasi ve Konfederalizm tezlerinin Kürt hareketi üzerindeki etkilerini, Kürt hareketinin güncel politikalarına nasıl yansıdığını bütünlüklü bir şekilde ele alan tek çalışma olmasıdır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;">“Kürdistan Devrimcileri’nden PKK’ye”<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">“1972 yılından sonra ortaya çıkan ve PKK hareketi olarak bilinen hareket bir örgüt değildir; ideolojik ve siyasal bir harekettir. Bu hareketin amacı Türkiye’nin bölünmüş durumdaki devrimci solunu birleştirmektir”</span></i></b><b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"> </span></b><br />
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">[Kemal Pir- 1981 Mahkeme Savunması]<o:p></o:p></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis (Ziyaret) köyünde kurulan PKK, muhafazakâr ve milliyetçi dünya görüşünü benimseyen, aşiret liderleri veya dini liderler etrafında örgütlenen çoğu Kürt partisinin veya örgütlenmesinin aksine, Türkiye’deki sol hareketin bir parçası olarak doğmuş ve militanları çoğunlukla ezilen, sömürülen sınıflara mensup kişilerden oluşmaktaydı. PKK’yi kuran çekirdek grup 1970’li yıllar Ankara’sının öğrenci ortamından çıkmıştı. 1973 yılındaki çekirdek grupta yer alan isimler: Abdullah Öcalan, Kemal Pir, Haki Karer, Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan ve Cemil Bayık. Önemli bir ayrıntı da Haki Karer (Ordu), Kemal Pir (Gümüşhane) ve Duran Kalkan’ın (Adana) Türk kökenli kurucular olmasıydı. Örgüt, her koşulda evrensel sol ideallere olan bağlılığını ve enternasyonalist karakterini vurgulamıştır. PKK’nin saygın şehitleri arasında yer alan Mazlum Doğan’ı harekete kazandıran kişi yine Haki Karer’di. Dikmen toplantısında hareketin başında Abdullah Öcalan’ın yer alacağı bir merkez oluşturulması kararlaştırılmış, bu merkezde yer alacak Haki Karer ise Aponun yardımcısı, örgüt hiyerarşisindeki ikinci kişi olacaktı. PKK'nin askeri bir örgüt olmaktan ziyade "Militan Politik Örgüt” olarak tanımlanması gerektiğine vurgulayan Jongerden ve Akkaya, PKK'nin genel anlamda sol ile ilişkisini "PKK'nin Türkiye'nin devrimci solundan sağlam kökleri vardır ve bu yüzden ülkenin siyasal partisi sayılmalıdır" şeklinde yorumluyorlar. 1978 tarihli <i>Kürdistan Devrimin Yolu</i> adlı manifesto da PKK kendisini “ulusal kurtuluşçu” ve “proleter devrimci” bir hareket olarak duyurmaktaydı. Kürdistan, “devletlerarası sömürge“ olarak tanımlanmış, Marksist-Leninist prensiplere dayanan demokratik-birleşik-sosyalist Kürdistanı inşa etmek nihai politik hedef olarak belirlenmiş, işçi, köylü ve aydınların ittifakından oluşacak politik özne de dayanılacak halk gücü olarak öngörülmüştü. Militanlar kendilerini odak noktaları Kürdistan olan Devrimci Marksistler olarak tanımlamışlardı. “1978 yılına gelindiğinde, siyasal mücadele hızlanırken hareket de Dersim, Maraş-Pazarcık, Batman, Antep ve Urfa gibi yerlerde ivme kazandı. Örneğin Dersim öğretmen okulu hareketin insan kazanma kaynaklarından biriydi. Türkiye Kürdistan”ının çeşitli yörelerinden gelip bu okula devam eden kimi öğrenciler harekete katıldılar” (Jongerden - Akkaya, s.16 – 2013). Haki Karer’in 18 Mayıs 1977’de bir kahvede <i>Stêrka Sor</i> adlı örgütün liderlerinden Alaaddin Kaplan tarafından öldürülmesi, hareketin ülke sınırları dışına çekilmesine, mücadele ve örgütlenme stratejisini gözden geçirmesine vesile oldu. Haki’nin zamansız ölümü, hareketin daha kuruluş aşamasındayken yok edilmekten kurtulmasını sağlayan erken bir uyarı sinyali oldu. 15 Ağustos 1984’de gerilla güçlerinin Eruh (Siirt) ve Şemdinli (Hakkâri) ilçelerine düzenlediği baskınlar uzun süreli halk savaşının başlama vuruşu demekti. </span><br />
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span>
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Özetleyecek olursak 1973-1977 dönemi PKK açısından bir ideolojik grup oluşumu dönemi, 1977- 1979 dönemi parti inşası dönemi, 1979’dan 1984’e uzanan dönem ise gerilla savaşı için yapılan hazırlık ve örgütlenme dönemi olarak tanımlanmaktadır. 15 Ağustos 1984 ise bu hazırlıkların sona erip uzun süreli halk savaşının başlamasını simgeler.</span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"> </span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">PKK tarihinde ’15 Ağustos’ bir dönüm noktası, uyanış günü olarak kutlanmaktadır. Teslimiyet ve asimilasyon zincirinin kırıldığı, korku ve itaat kültürünün aşıldığı, yeni ve özgür Kürt kişiliğinin ortaya çıkarıldığı bir tarihi kırılma anını sembolize etmektedir. Fanon’un sömürge kişiliğine ilişkin analizlerinden, şiddet tezlerinden </span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"> </span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">“Kürt Kişiliği”nin çözümlenmesi ve anti-sömürgeci şiddet (ilk kurşun teorisi) bağlamında önemli oranda yararlanılmıştır.</span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;">“Ateşle İmtihan” Yılları (1993 – 2002)<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">“Gerilla kaybetmezse kazanır, geleneksel ordu kazanmazsa kaybeder”</span></i></b><b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"> [Henry Kissinger]<o:p></o:p></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Devletin kırsal kesimdeki, özellikle ücra ve dağlık yörelerdeki göreli yokluğu ve devletle Kürt nüfusu arasındaki tarihsel düşmanlık duyguları, çatışmalı toplumsal ilişkiler, Kürdistan’da kırsal kesimi gerilla savaşı açısından elverişli bir “mekân” haline getirmişti. Mao Zedung tarafından geliştirilen stratejiyi izleyen PKK, üç aşamalı bir mücadele öngörüyordu: stratejik savunma (silahlı propaganda, küçük ölçekli saldırılar, hareketli savaş), stratejik denge ve üçüncü aşama olarak stratejik saldırı. PKK klasik karşılıklı mevzilenmeye dayalı savaştan özellikle kaçınıyordu. Bunun yerine çok merkezli, çok yönlü ve çok boyutlu bir savaş stratejisini esas almaktaydı. Halk içindeki milislerin sunduğu lojistik destek ve istihbarat bilgileri gerillanın bölgedeki hâkimiyetini her açıdan güçlendirmekteydi. Alana hâkimiyet doktrini doğrultusunda sınırlardaki yerleşim birimleri üzerinde sağlanan kontrol zamanla genişleyerek Serhat, Garzan, Botan, Amed eyaletlerini de kapsayan “yarı kurtarılmış bölge”ler statüsüne evrilmişti. Kürt hareketinin bölgedeki silahlı ve politik hegemonyası aynı zamanda devletin klasik mücadele ve savaş stratejisini değiştirmesi anlamına geliyordu. Yani balığı yakalayamayan devlet, denizi kurutmaya kararlıydı. Bölgedeki askeri denetimi güçlendirmek adına 1987 yılından itibaren oluşturulan OHAL’in (Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği) kapsamı ve yetkileri genişletildi. OHAL, mekânsal temelde Kürdistan’da bir “istisna hali”nin hâkim olması demekti. Mekânsal temeldeki istisna hali “öldürme bölgesi” anlamına gelmektedir. Öldürme bölgesinde insan varlığı Agamben’in tabiriyle “çıplak yaşama” indirgenir. Başka bir deyişle bu bölgede insan bütün haklarından yoksundur ve siyasal düzenin onu kapsayış biçimi dışlamadır, yani bu bölgedeki insan rahatlıkla öldürülebilir. Agamben’e göre istisna hali kavramı, siyasal belirsizlik veya iktidarların yönetememe krizleri durumunda, siyasal düzenin devamının sağlanması adına hukukun kendini askıya almasıdır. İstisna kural haline geldiğinde, araç artık işleyemez ve hukuki-siyasal sistem ölümcül bir makinaya dönüşür. “Modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla, yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak ta tanımlanabilir.” (Agamben, İstisna Hali, Otonom Yayınları s.10). Kürtlerin yaşadığı bölgede “teröre karşı mücadele” adı altında uygulanan “Olağanüstü Hal Rejimi“ devletin çıplak şiddete dayalı egemenliği anlamına geliyordu, bölge kısa sürede adeta bir toplama kampına dönüştürüldü. 1993 ile 1995 yılları arasında bölgedeki Türk kuvvetlerinin ve paramiliter güçlerin sayısı 185 binden 360 bine olmak üzere iki kat arttı. Ayrıca, hızlı tepki birimleri olarak polis teşkilatına bağlı Özel Harekât Timleri ile Jandarmaya bağlı Özel Timler oluşturuldu. 1995 yılına gelindiğinde köy korucularının sayısı 67 bini bulmuştu. 14 ilde 833 köy ve 2.382 küçük kırsal yerleşim olmak üzere toplam 3.215 yerleşim boşaltıldı ve tahrip edildi. 1990’lı yıllarda yaklaşık 1,5 milyon kişi yerlerinden edildi. 1990-1999 yılları arasında yerel siyasetçilerin, iş adamlarının, aydınların, gazetecilerin, sendikacı, öğretmen, öğrenci ve imamların da dâhil olduğu 5000 kişinin JİTEM tarafından öldürüldüğü veya öldürtüldüğü tahmin ediliyor. Olağanüstü Hal Uygulaması kapsamında köylerin boşaltılması ve tahribi, mülklerin ve çevrenin yakılması, insanların ve malların hareketine sınırlama getirilmesi, faili meçhul cinayetler, asit kuyuları, gözaltındaki tecavüz ve işkenceler, yargısız infazlar zamanla Kürt hareketinin silahlı ve lojistik kaynaklarının zayıflamasına, hareketin manevra alanının daralmasına yol açtı. Örgüt içinde verili savaş stratejisinin başarısızlıklarına yönelik derinleşen tartışmalar, ideolojik krizler ve Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla başlayan süreç Kürt siyasetinde yeni bir sayfanın açılması anlamına geliyordu.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;">İmralı Sonrası PKK<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">“Ütopya ufukta: ona doğru iki adım attığımda o da iki adım geri gidiyor, on adım atıyorum o da on adım geriliyor. Ütopya ne içindir? İşte tam da bunun için, yani yürümek için”<o:p></o:p></span></i></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">[Eduardo Galeano]<o:p></o:p></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">16 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi Kürt hareketinin siyasal tarihinde bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Bu beklenmedik olay, hareketin ideolojik, siyasal ve örgütlenme yapısında zorunlu ve köklü dönüşümlere kaynaklık etti. Dağ ve cezaevi kadrolarından bazı gruplar bu süreçte hareketin gövdesinden kopsa da Öcalan’ın liderlik konumu ve örgütün birliği önemli oranda korundu. Göreceli bir yenilgi durumundan kısa sürede siyaset sahnesine yeniden dönüldü. 2000 ile 2004 arasındaki dönem bir “tıkanma ve yeniden inşa” dönemi de sayılabilir. 2000’li yılların PKK tarihinin en kritik dönemini oluşturduğu açıktır. Parti bu kritik dönemi farklı evrelerle yaşamıştır: a) şok ve geri çekilme (1999), b) tıkanma ve yeniden yapılanma (2000-2004), c) yeniden sahneye dönüş (2005 yılından günümüze). PKK bu dönemde taleplerini yumuşatmış, askeri faaliyetlerini durdurmuş, gerilla güçlerinin büyük bölümünü Türkiye’den Güney Kürdistan’a çekmiş ve sonuçta bir “içe dönüş” izlenimi vermiştir. “Ankara’dan çıkarak partileşen, Ortadoğu’ya açılarak ordulaşan hareketin Öcalan’ın Türkiye’ye dönüşü ile güçlü bir sivil toplum hareketine” dönüştüğünü söyleyebiliriz. Örgütsel olarak PKK, Leninist tarzdaki her türlü faaliyeti yöneten öncü bir parti olmaktan çıkıp, kompleks bir partiler ve kurumlar sistemine evrilmiştir artık. 2005 yılından başlayarak, PKK ve onunla ilişkili tüm örgütlenmeler KCK (Koma Civakên Kurdistan, Kürdistan Topluluklar Birliği) adı altında yeniden yapılandırılmıştır. KCK ulus devlete alternatif olarak sunulan bir toplumsal örgütlenmedir. Örgütsel yapıda önemli değişiklikler olmakla birlikte “tam zamanlı profesyonel devrimcilerden” bir grubun oluşturduğu kararlı ve militan kesim merkezi rol oynamayı sürdürmektedir. Devlet iktidarını silahlı mücadeleyle ele geçirmek yerine toplumu tüm yönleriyle dönüştürülmeyi hedeflemek, hareketin etki alanını genişletmiş ve başka toplumsal hareketlerle kurduğu siyasal bağları güçlendirmiştir. Ana akım medyanın köşe taşlarından Fikret Bila’nın özlü ifadesiyle “ Türkiye’nin 20. Yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı bu sancılı süreç sonunda toprakları üzerinde ayrı bir devlet kurulamadı ama Güneydoğu’sunda ayrı bir “<i>siyasi coğrafya</i>” oluşturuldu”.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Öcalan, İmralı’da bulunduğu süre zarfında gerek mahkemelere savunma biçiminde gerek Kürt sorununun çözümüne yeni bir ideolojik perspektif sunmak gerekliliğiyle yazdığı metinlerde Ortadoğu’dan başlayarak uygarlığın tarihsel analizine girişmiş, yaşanmış reel sosyalizm deneyimlerini, ulusal kurtuluş hareketlerinin başarısızlıklarını da çözümlemelerine katarak devlet eleştirisini derinleştirmiş, kurtuluşun devlet inşasıyla sağlanamayacağını, bunun yerine öz-yönetimin ve radikal demokrasinin geliştirilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Öcalan’ın bütün analizlerinin temel ekseni devleti insanlığın “İlk Günahı” olarak sunmak olmuştur. Öcalan’a göre sınıflı (devletli) toplumlar ve modernleşme Kürtlere yıkım getirmiş, PKK de bu yıkıcı sürece karşı son direncin adresi haline gelmiştir. 2000’li yıllarda PKK, Öcalan’ın, Negri, Hardt, Laclau, Mouffe ve Murray Bookchin’in fikirlerinden beslenerek geliştirdiği radikal demokrasi ve konfederalizm projesini öne çıkaran yeni bir ideolojik çerçeve geliştirmiştir. Bu dönemde PKK, Kürtlerin kimlik taleplerini radikal demokrasi çerçevesine yerleştirmeyi başarmıştır. Kökeni Türkiye’deki devrimci sol harekete dayanan PKK evrildiği yeni ideolojik çizgisi itibariyle bugün Türkiye’de radikal siyaset için daha güçlü bir zemin sunmaktadır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;">Radikal Demokrasi<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">“Devrimci siyaset kimlikten başlamak zorundadır, ama orada sona eremez. Mesele kimlik politikası ile devrimci politika arasında bir ayrım yapmak değil, tersine, kimlik siyaseti içinde birbirine koşut olarak yer alan ve belki de paradoksal olarak kimliğin ortadan kaldırılmasını amaçlayan devrimci düşünce ve pratik akışlarını izlemektir. Başka bir deyişle devrimci düşünce kimlik siyasetinden kaçmamalı, onun içinden çalışmalı, ondan öğrenmelidir”<o:p></o:p></span></i></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">[Michael Hardt - Antonio Negri]<o:p></o:p></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Marksizm çerçevesinde radikal siyaset anlayışı 1970’lerin sonundan bu yana köklü bir sorgulama ve değişim geçirmiştir. Bu değişim, siyasetin üç temel ayağına, devlet, sınıf ve partiye odaklanmış, radikal siyasal düşünce <i>“devletin ötesinde siyaset, partinin ötesinde siyasal örgütlenme ve sınıfın ötesinde siyasal öznelik”</i> biçimini almıştır. (Badio 2002: 95-97). Saul Newman, haklı olarak radikal siyaset felsefesi alanındaki son tartışmalarda meydana gelen bu değişimde anarşizme “hakkı verilmemiş bir başvuru noktası” olarak atıfta bulunmuştur. Radikal solun günümüzde sahiplendiği; otonom alanların yaratılması, yatay örgütlenme ağları, parti dışı siyaset, “iktidar olmadan dünyayı değiştirmek”, taban demokrasisi, işgal etmek pratikleri gibi birçok anti-otoriter pratik veya özgürlükçü fikir, anarşizmin tarihsel deneyimlerinden, siyasal repertuarından esinlenmiştir. Radikal siyasetle ilgili bu dönüşüm çerçevesinde radikal demokrasi ve kurucu komünist siyaset yeniden formüle edilmiş, Latin ve Orta Amerika’daki kurtuluş hareketlerinden ABD ve Avrupa’daki küreselleşme karşıtı hareketlere kadar çağdaş tüm siyasal ve toplumsal hareketlere yeni bir ivme kazandırmıştır. Kürt hareketi de bu süreçte yeni toplumsal hareketlerin örgütlenme biçiminden, radikal teorinin çağdaş yorumlarından gerekli nasibini almıştır. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’nin ilk kez 1985 yılında yayınlanan <i>Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Siyasete Doğru</i> adlı çalışmaları, liberal-demokratik ideolojiyi inkâr etmek yerine onu radikal ve çoğulcu demokrasi yönünde derinleştirip, radikalleştirerek sol bir alternatif geliştirme çabası olarak görülse de radikal teori üzerinde Antonio Negri ve Michael Hardt'ın birlikte yazdıkları “üçleme” kadar etkili olmamıştır.</span> <span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Hardt ve Negri tarafından geliştirilen radikal demokrasi yorumu özellikle de temsil ve egemenlik üzerine olan tartışmaları itibariyle Kürt projesini anlamak açısından daha verimli kavramsal araçlar sunmaktadır. Hardt ve Negri’nin üçlü eseri (İmparatorluk, Çokluk, Ortak Zenginlik) küreselleşme çağındaki kapitalist egemenliğin analizinden hareket etmektedir. Bu üçleme kabaca küreselleşmiş bir dünyada egemenliğin (İmparatorluk), dönemin devrimci öznesinin (Çokluk) ve bu öznenin siyasal projesinin, “yani kolektif üretim ve özyönetim kapasitemizin geliştirilmesinin” (Ortak Zenginlik) analizi olarak özetlenebilir. Hardt ve Negri’ye göre demokrasi modern çağ boyunca tamamlanmamış bir proje olarak kalmıştır. Demokrasinin devrimci özelliği, tamamlanmamış bir proje olmasıyla ilgilidir. Demokrasi ancak toplumsal mücadele sonucunda örneğin ”kadınlar, eşcinseller, mülksüzler ve beyaz olmayanlar” gibi dışlanmış kesimleri kapsamaya başlamıştır. İkinci husus, siyasal temsille ya da temsil kavramına içkin olan egemen gücün ve toplumun ayrılmasıyla ilgilidir. “Eğer iktidar bir grup yöneticiye aktarılmışsa, artık bizler yönetmiyoruzdur, iktidardan ve yönetimden ayrılmışız demektir. (Hardt ve Negri 2004:244). Hardt ve Negri, dönemin devrimci öznesi olarak Çokluğun ve onun siyasal projesi olan (Ortak Zenginlik), “temsilin farklı biçimlerinin veya demokrasinin temsilinde ötesine geçecek yeni biçimlerinin” ortaya çıkarılmasında yeni olumsallıklar ortaya koyabileceğini ileri sürmektedir. Bu yeni demokrasi anlayışının kurucu öğelerinden biri olan çokluk, örneğin halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi nosyonlardan kavramsal olarak ayrı tutulmaktadır ve bunun hiçbir zaman tek bir bütünlüğe veya kimliğe indirgenmeyeceği söylenmektedir. Bunun yerine, kavramsal olarak çokluk, özdeşlik-farklılık çelişkili ilişkisinin yerine tamamlayıcı ortaklık-tekillik ikilisini önermekte ve yeni bir topluluğu inşa edebilecek yeterlilikte bir özne sayılmaktadır. Farklı mücadelelerde farklı isyankâr tekilliklerin, Laclau ve Mouffe’nin önerdiği hegemonik eklemlenmenin ötesinde devrimci bir topluluk olarak nasıl bir araya getirilebileceği üzerinde durulmaktadır. Mesele, tekilliklerin devrimci mücadelelerinin eşgüdümüdür. Kimliklerin veya tekilliklerin bu paralel mücadeleleri devrimci bir değişim için elbette yeterli değildir. Tekilliklerin örgütlenme biçimi ve karar verme süreçlerinde de köklü bir değişim olması gerekmektedir. Demokrasi yalnızca ulaşılması gereken bir ideal değil aynı zamanda tüm örgütsel yapılanmayı belirleyecek temel bir ilke olarak görülmelidir. Çokluğun yaygın olanı yönetebildiği bu kurucu politikada devlet aygıtlarının denetimini ele geçirmenin de gereği yoktur. Bunun yerine, çokluğun demokratik karar verme kapasitesi pekiştirilmelidir: “Dolaysıyla çokluğun oluşturulması, demokrasiyi hedefleyen demokratik örgütlenme projesidir” (Hardt ve Negri 2009, 363). Mevcut egemenlik kavramı bir tek temel ilkeye dayanmaktadır: İster bir monark, devlet, ulus, halk veya parti olsun ‘bir tekliğin yönetimi” söz konusudur. Bu egemenlik anlayışında tek bir organda bütünleşen halk, ulus, “birleştirici siyasal özne” rolünü yerine getirir. Buna karşılık Çokluğun demokrasisinde böyle bir egemenliğe yer yoktur ve sonuçta egemenliğin mevcut tüm biçimlerinin sorgulanışı aynı zamanda bu demokrasinin ön koşuludur. </span><br />
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span>
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Her türlü öncülüğü, temsili ve kurulu siyaseti reddeden </span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Hardt ve Negri kimlik siyasetinin önemini ve devrimci potansiyelini de kabul ederler. Onlara göre kimliğin keşfi yalnızca farklılığın keşfi değildir aynı zamanda kolektif bir boyunduruğun ve vahşetin de keşfidir. Kimlik siyaseti üç önemli görevi yerine getirmelidir: Birincisi kimliğin yeniden edinilmesi anlamına gelmek üzere kimliğin kendisinin nelere tabi olduğunun görünür kılınmasıdır. İkincisi, tabi kılınan kimliği özgürlük arayışında bir silah olarak kullanarak egemenlik yapılarına karşı başkaldırıdır. Üçüncüsü ise kendi kendini ortadan kaldırma uğraşıdır. Çünkü kurtuluş ile özgürleşme asla aynı anlama gelmemektedir. Kurtuluş, gerçekte olduğun şey olma özgürlüğü için çabalarken, özgürleşme, ne olabileceğini belirleme özgürlüğünü hedefler. Özgürleşmeyi esas alan bütün kimlik politikalarının radikal özü, eşitsizliklerin, ayrımcılıkların ve köleleştirmelerin kökenlerine saldırmak olduğu kadar varolduğu kimlikten de bir özgürleşme arayışıdır. Asıl amaç, madunun egemen üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak değil, bu ikiliğin kendisini yıkmak ve bozmaktır. Beyaz ırkın, egemen sınıfın ve toplumsal cinsiyetin yarattığı kimliklere karşı savaşırken aynı zamanda ırksallaştırılmış, cinsiyetlenlendirilmiş ve sınıfsallaştırılmış düşünce ve ikiliklerden özgürleşmeyi de sağlamamız gerekmektedir. Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini özgürleştirebilir. Foucault’un tabiriyle “ne olabileceğimizi keşfetmek için olduğumuz şeyi reddetmek zorundayız”. </span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Kürt hareketinin özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bir alan açması, aynı zamanda çeşitli çelişkilerin ve toplumsal olanın çoğulluğunun kendini ortaya koymasının da önünü açmıştır. Demokrasinin aşağıdan yukarıya kurulması, Kürdistan’daki tekilliklerin oluşturacağı çokluk, kültür ve anadil çalışmalarını kurumlaştıracak dekolonizasyon politikaları ve belediyeleri kurucu politikanın öz-yönetim organlarına dönüştürmek Kürt siyasetinin önüne koyduğu radikal demokrasi projesinin kapsamını oluşturmaktadır.</span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;">Murray Bookchin Etkisi: Demokratik Konfederalizm<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif;"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">“Anarşizmin kök salmasının nedeni, bir halkın özlemleri için özgürlüğün sesi olması ve bu halkın kendi dilinde (o halkın en değerli ideallerini, en ateşli umutlarını, kendine özgü ağzının özelliklerini taşıyan bir dilde) konuşmasıydı” </span></i></b><b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">[Murray Bookchin]<o:p></o:p></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Öcalan’ın daha sonraki savunma metinlerinde geliştirdiği radikal demokrasi, Murray Bookchin’in çalışmalarından ödünç aldığı demokratik konfederalizm kavramına içkindir. Demokratik konfederalizm ve demokratik özerklik politikalarının köklerine inildiğinde Abdullah Öcalan’ı da etkileyen Murray Bookchin’in çalışmalarına daha yakından bakma gereği ortaya çıkmaktadır. Radikal düşünür Bookchin ideolojisini “komünalizm” ve “özgürlükçü belediyecilik” olarak tanımlamıştır. Bookchin bize yeni bir radikal siyaset önermektedir. Bu siyaset, “demokrasinin kabile ve köy topluluklarındaki köklerini tanımakta ve sonunda özgürlükçü belediyecilik projesine ulaşmaktadır. Bookchin projesinde “topluluk meclisleri, kent toplantıları ve mahalle konseyleri” gibi yerel demokratik yapılar oluşturulmasını öngörmektedir. Konfederalizmden kastedilen “üyeleri veya delegeleri halkın köylerde, kasabalarda, hatta büyük kentlerin mahallerinde gerçekleştireceği yüz yüze demokratik toplantılarda seçilen yönetim konseylerinden oluşan bir ağdır”. Bookchin açısından bir toplumsal örgütlenme ilkesi olarak konfederalizm “yerel yönetim ilkesinden vazgeçmeksizin karşılıklı bağımlılığı demokratikleştirmenin” bir yoludur. Konfedere biçimiyle “belediye, kent ve mahalle düzeylerinde doğrudan demokrasinin işlediği halk meclislerinin” kurulması, ulus devlete bir alternatif teşkil etmektedir. Yani demokratik konfederalizm, modern siyaseti yeniden düşünmenin ve solu yeniden inşa etmenin temelini oluşturmaktadır. Bookchin’e göre “toplumsal yeniden inşa hareketlerinin belki de en büyük başarısızlığı, halkı statükonun oluşturduğu sınırların ötesine taşıyacak siyasete sahip olmayışlarıdır” (Bookchin 1991: 3). Bookchin için böyle bir toplumsal yeniden inşanın devlet kuruculuğunu, daha somut söylenirse ulus devlet fikrini aşması gerekmektedir. Bookchin Helenik model ve Roma modeli olarak tanımladığı iki siyaset fikri arasında ayrım gözetmektedir. Bunlar yönetimle ilgili olarak iki ayrı anlayışa yol açmıştır. İlkinde (Helenik) siyaset katılımcı-demokratik bir biçime sahipken ikincisi (Roma) merkeziyetçi ve devletçidir. Roma modeli modern zamanlarda egemen olup 18. Yüzyıl Amerikan ve Fransız anayasacılarını esinlendirirken, Atina modeli karşıt bir yeraltı akımı olarak varlığını sürdürmüş, örneklerini ise 1871 Paris Komünü, 1917 Rus Devrimi’nin baharında Sovyetler olarak ve 1936 İspanyol Devrimi’nde vermiştir. Roma modelinde özgür yurttaşlar değil bir tabi olanlar sürüsü söz konusuyken Helenik modelde yurttaşlık vardır. Bookchin’in siyasal tasavvuru, yereldeki yurttaş meclislerince görevlendirilen, geri çağrılabilir vekiller aracılığıyla toplulukların birbirleriyle ilişkilendirilmeleri olarak tanımlanan konfederalizm fikri etrafında insanların yurttaşlar olarak yeniden kazanılmasıdır. Halkın oluşturacağı yönetim konseylerin üyelerinin görevleri kesin olarak belirlenmiştir; geri çağrılabilirler, meclisler tarafından belirlenen politikaların yönetilmesi ve eş güdümü için konsey üyeliklerine seçilmişleridir ve kendilerini seçen meclislere karşı sorumludurlar. Dolaysıyla, işlevleri yalnızca idari ve pratik anlam taşır; cumhuriyetçi hükümet sistemlerindeki temsilcilerde olduğu gibi politika belirleme işlevleri yoktur” (Bookchin a.g.e: 10). Bookchin’e göre konfederalizm en gelişmiş haline özerklik projesinde, ‘yerel çiftliklerin, fabrikaların ve diğer girişimlerin yerel belediyenin ellerine verildiğinde veya bir topluluk kendi ekonomik kaynaklarını diğer topluluklarla bağlantılı biçimde yönetmeye başladığında’ ulaşılır. Bu modelde ekonomi konfedere konseylerin gözetimine bırakılır; dolaysıyla ‘ne kolektifleştirilir ne de özelleştirilir, hepsi ortaktır”, bu projede yerelleşmiş, küçük ölçekli öz örgütlenme ve öz yönetim olarak tanımlanan araçlarla, topluluğun denetimindeki ekonomi olarak tanımlanan amaç birbiriyle kaynaşır. <b><o:p></o:p></b></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Bookchin’in fikirlerinden etkilenen Öcalan, konfederalizm ilkeleri ışığında bir uygarlık analizi yaparak, devlet temelli hiyerarşik toplumların ortaya çıkmasıyla yok edilen Neolitik toplumun değerlerini (doğayla uyumlu yaşam, cinsiyet özgürlüğü, toplulukçuluk ve dayanışmacılık) görünür kılmaya çalışmıştır. Bu değerleri temel alan demokratik konfederalizm dört düzeyde örgütlenmektedir: “En altta köylerdeki ve ilçelerdeki komünler yer almaktadır. Bu komünler, kasaba, kent ve bölge düzeyinde birbirleriyle bağlantılıdırlar. Bunun ardından kadınlar ve gençlik gibi toplumsal kategoriler gelir. Örgütlenmenin bir başka düzeyi, farklı etnik/dinsel/kültürel kimlikler çerçevesinde kültürel alanda ortaya çıkar. Dördüncü ve son düzey ise sivil toplum kuruluşları düzeyidir. Demokratik konfederalizm, temeldeki köy/ilçe, kent ve bölge düzeylerindeki meclisler aracılığıyla, toplumun tümünü aşağıdan yukarıya bu şekilde örgütleyecektir” (Radikal Demokrasi, Mustafa Karasu, 84-85). Yani demokratik konfederalizm fikri bir “demokratik özyönetim” modeli olarak tanımlanmaktadır. Öcalan’a göre “bu proje, yerel toplulukların özyönetiminde dayanmakta, açık meclisler, kasaba meclisleri, yerel parlamentolar ve daha geniş çaptaki kongreler biçiminde örgütlenmektedir. Bu tür bir özyönetimin özneleri devlet yetkilileri değil yurttaşların kendileridir”. Demokratik konfederalizm, ‘egemen üye devletler topluluğu’ olan konfederal yapılanmayla hiçbir ilgisi olmayıp tersine demokrasiyi yerel topluluklar temelinde tabandan pekiştirmeyi ve derinleştirmeyi amaçlamaktadır. “Demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik ve konfederalizm” şeklinde ortaya konulan politik hedeflere baktığımız zaman, demokratik cumhuriyet sınırları içinde yaşanılan devlette bir reform projesi iken, demokratik konfederalizm ve demokratik özerklik devletin ötesinde ve devletsiz bir siyaset fikrini içermektedir. Demokratik cumhuriyetin, yurttaşlığı esas alan, yerel özerkliği kabul eden yeni bir anayasayla mümkün olduğuna karar kılınmış ve yeni bir anayasanın oluşturulma çalışmaları desteklenmiştir. Demokratik özerklik veya demokratik konfederalizm ise, Kürdistan’da kendi toplumsal, kültürel ve ekonomik alanlarını geliştirerek siyasal öz denetim ve öz yönetim sistemini öngörmektedir. Komünler ve halk meclisleri aracılığıyla temsili demokrasinin getirdiği tıkanıklık aşılmak istenmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Kürt hareketi tarafından ortaya konulduğu şekliyle 26 özerk bölgeli demokratik özerklik projesi, mevcut siyasal rejimin ötesine geçen radikal bir alternatif sunmaktadır. En önemlisi, bu proje, devleti ve ulusu dışlayarak demokrasiyi milliyetçilikten ayıran, demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak değil, halk egemenliğinin sınırsız ve dolaysız biçimi olarak gören radikal demokrasi anlayışına dayanmaktadır. Etnisite ya da toprak temelinde bir özerklik yerine, kültürel farklılıkların ifade edilmesine olanak tanıyacak bölgesel ve yerel yapılanmalar önerilmektedir.<o:p></o:p></span><br />
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">1999 yılından bu yana Kürt partilerinin denetimi altında bulunan belediyeler bir tür kendi kendini yöneten bölgesel organlara dönüşmüştür. Zeynep Gambetti, Diyarbakır’daki durumdan hareketle bunu “kentin dekolonizasyonu” olarak tanımlamaktadır. 2007 Ekim ayında Diyarbakır’da toplanan ‘Demokratik Toplum Kongresi’ demokratik özerkliği Kürt halkının projesi olarak tanıdı. Daha sonra, 2007 Kasım ayında ikinci kongre toplandı ve bu kongrede “<i>Kürt Sorununa Demokratik Çözüm – Demokratik Özerklik Projesi” </i>raporu resmen benimsendi. DTK, halk iktidarının doğrudan ve kesintisiz niteliğiyle tanımlanan yeni bir siyasal tarz oluşturmak temelinde kurulmuştur. Kuruşundan bu yana köy, kasaba ve kent konseyleri, kadın ve gençlik dernekleri ve hükümet dışı kuruluşlar (HDK) dahil olmak üzere çeşitli toplum örgütlenmelerine yönelmiştir. Konsey sözcüleri ve ilçe düzeyinde seçilen delegeler kongrenin %60’ını oluştururken %40’lık bir kesim de HDK temsilcilerinden oluşmaktadır. DTP 2009 yerel seçimlerinden büyük bir zaferle çıkarak kazandığı belediyelerin sayısını iki katına katladı. Kürt hareketi özerklik ve konfederalizm projelerini 2009 yılında Mezopotamya Sosyal Forumu aracılığıyla Türk ve Dünya kamuoyuna tanıtmaya ve tartışılmasını sağlamaya çalıştı. Mezopotamya Sosyal Forumu Orta Doğudan ve diğer ülkelerden kuruluşları ve toplumsal hareketleri bu amaçla Diyarbakır’da bir araya getirmişti. BDP’li belediyeler, öz örgütlenme ve özerklik fikri doğrultusunda, sert tartışmalara yol açan ‘çok dilde belediye hizmetleri’ başlattılar. Önce belediyeye ait işaret levhaları Kürtçe ve Türkçe olarak yerlerine konulmuş ve esnaf da bu uygulamayı izlemiştir. Bölge kentlerinde mahalle ve il meclisleri oluşturuldu. Hakkâri’nin Yüksekova (Gever) ilçesine bağlı bağlı 19 köyde, yaklaşık 5 yıldır komün yaşamının hayat bulmasına çalışılmaktadır. Gever’de kurulan köy komünlerinde mali, hukuk, eğitim ve kültür alanlarında komisyonlar oluşturulmuş, köy halkı her türlü sorunun üstesinden kendi öz gücüyle gelmeye uğraşmaktadır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 14px;">Özetle, 2005 yılından bu yana Türkiye’deki Kürt hareketinin demokratik konfederalizm çerçevesinde Kürt kimliğinin tanınması ve özyönetim kültürünü geliştirmek doğrultusunda siyasal ve toplumsal bir alan açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Orta Doğu’nun en önemli seküler siyasal hareketi olan Kürt hareketi hem Türk siyasal sistemindeki merkeziyetçi geleneği kırmaya, hem de Türkiye solunun devletçi ve jakoben düşüncesini dönüştürme fırsatına ve potansiyeline her zamankinden daha fazla sahiptir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-85462952628100967492012-12-10T09:10:00.001-08:002019-07-22T19:56:36.198-07:00Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti - Ramazan Kaya<span style="font-family: "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><b>BirGün Kitap Eki - 8 Aralık 2012</b></span><br />
<b><br /></b>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJ9WhEMxJBSpvI72HJyxd-GWnL_BByFTYoVJID83aDK0BT9abEZLx_VM2rmBv_zYi4Z6TW4AbIlTFzYBnjXBkYK3GS73uKWH7abwd5b_00VnlBIc4xL1LxEihhc-TAbC6wDfMPXlN124Fx/s1600/kitap.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJ9WhEMxJBSpvI72HJyxd-GWnL_BByFTYoVJID83aDK0BT9abEZLx_VM2rmBv_zYi4Z6TW4AbIlTFzYBnjXBkYK3GS73uKWH7abwd5b_00VnlBIc4xL1LxEihhc-TAbC6wDfMPXlN124Fx/s200/kitap.jpg" width="132" /></a></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b style="text-align: left;"><i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">“Milliyetçilik tipik olarak
erkekleştirilmiş hafızadan, erkekleştirilmiş aşağılanmadan ve erkekleştirilmiş
umutlardan doğmuştur” </span></i></b><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%; text-align: left;">[<b>Cynthia Enloe</b>]</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<div style="text-align: left;">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
</div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Kemalist modernleşme projesinin bir “kadın devrimi”
yarattığı iddiası uzun yıllar boyunca sorgulanmadan kabul görmüştür. Ancak 1980’lerden itibaren Türkiye’deki
feminist hareketin önemli bir kesiminin “devlet feminizmi”ni bütün boyutlarıyla
sorguladığını, bu feminizm türüyle yüzleştiğini ve bu alana ilişkin artık
tatmin edici bir eleştirel literatür bıraktığını söylemek mümkün. Devletin, milliyetçiliğin,
militarizmin, kapitalizmin ve muhafazakârlığın “eril tahakküm”le, cinsiyet
rejimiyle bağını çözümlemek artık eleştirel düşüncenin olmazsa olmazı haline gelmiştir.
“Feministlerin hem özel alana-anneliğe kapatılmaya karşı çıkarak kamusal
eşitlik talep eden hem de kadın bedeni üzerindeki eril iktidarı yok etmeye
yönelik cinsel özgürlük talepleri <i>ikinci
dalga</i> kadın hareketlerinden” bu yana siyasetin gündemini ve rengini belirlemeye
devam etmektedir. Serpil Sancar’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan<b> “Türk
Modernleşmesinin Cinsiyeti, Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar”</b> kitabı
Türkiye’deki bu “muhafazakâr modernleşme” projesinin cinsiyet rejimiyle olan
ilişkisini bütün tarihsel duraklarını dikkate alarak sorgulamaktadır. Serpil Hoca, öncelikle bu ülkede bir “kadın
devrimi” yapıldığını iddia eden iktidar elitlerine 2011 Yılı İstatistiklerine
dayanarak tokat gibi inen bir cinsiyet tablosuyla itiraz etmektedir: “33.443.008 okul yaşı ve üstündeki kadın
nüfus içinde hala 2.617.566 kadın okuma yazma bilmiyor. 7.342.881 kadın ise
okur-yazar olup hiç okul bitirmemiş. Yani 18.578.188 kadın (%55) ya hiç
okumamış ya da sadece 5 yıllık ilkokul bitirmiş. Eğitim görmesi gereken
kadınların %75’i en fazla 15 yaşına kadar okumuş ya da hiç okumamış. Sadece
%7,5 yüksekokul okumuş. Kadın istihdam
oranı, yani üretken bir işle uğraşan kadın oranı %25,6. Geri klan %74,6 ise “ev
kadını”. Tarımsal faaliyetlerle uğraşanların %85’ini kadınlar oluşturuyor. Kadınlara
yönelik aile içi şiddet üzerine yapılan araştırmalara göre eşi veya aile
bireyleri tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılanların oranı %39 ve
bunların içinde fiziksel şiddet sonucunda yaralananların oranı %25’tir. Kamu
kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen personelin %37’si kadın. Ama 193
büyükelçiden 23’ü, 81 validen 1’i, 458 vali yardımcısından 5’i, 861 kaymakamın
ise sadece 20’si kadındır”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Günümüzde “kadın devrimi”
söylemi artık yerini “kadın mağduriyeti-kadın sorunları” söylemine bırakmış
durumdadır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Modernleşmenin
Cinsiyeti<span style="font-size: xx-small;"><o:p></o:p></span></span></b><br />
<b><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></b></div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<div style="text-align: left;">
<b><i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">“Ulusun inşasını erkek
belirler, kadın arka perdeyi hazırlar”</span></i></b><i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">
</span></i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[<b>George Mosse</b>]<b><o:p></o:p></b></span></div>
</div>
<div align="right" class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Ulus-inşa süreçleri aynı zamanda “modernleşme” hedefini
de içeren bir doğrultuda olmuştur. Modern uluslar genel itibariyle aile
metaforlarıyla tahayyül edilmiştir. Milliyetçi modern ideolojilerin aile
metaforunu seçmeleri elbette bir rastlantı değildir. Ailenin “doğal” bir kurum
olarak görülmesi, kan bağına dayalı bir sınıra işaret etmesi ve temsil ettiği
ahlaki kodlar ulusal tahayyüllerin de politik çerçevesini belirlemiştir.
Milletin büyük bir aile ve aidiyet kaynağı olarak doğallaştırılması, toplumsal
cinsiyet rollerinin doğallaştırılmasıyla çoğu zaman el ele yürümüştür. Genel
olarak Ulus erkekle, vatan da kadınla özdeşleştirilmiştir. Ulusal kimliğin
inşasında ataerkil toplumsal cinsiyet rejiminin norm ve değerleri modernize
edilmiş haliyle devralınmıştır. Toplumsal cinsiyet ideolojisi her daim
milliyetçi ve militarist düşünce üretiminin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Modern milliyetçi ideolojiler, bir yandan toplumsal değişim ve ilerleme
hedefleri doğrultusunda kadının politik enerjisinden ve eşitlik-özgürlük ideallerinden
yararlanmaya çalışırken, diğer yandan ulusun kültürel özünü muhafaza etmek
adına verili cinsiyet rejimini korumaya gayret göstermişlerdir. Partha
Chatterjee’nin de dikkat çektiği gibi ulusal inşa süreçlerinde, erkek maddi
(dış) dünya olarak bilinen iktidar alanına ait pratiklerle özdeşleştirilirken,
kadın manevi (iç) dünya olarak görülen evin içinde ulusun özünü temsil etmek ve
ulusal kültürü yeni nesillere aktarmakla yükümlü kılınmıştır. “Ev, ulusal
kültürün manevi niteliğini yansıtan temel mekândı ve bunu koruyup
zenginleştirme görevi kadınlara düşüyordu. Kadınlar, dışarıdaki hayat koşulları
ne şekilde değişirse değişsin, özlerindeki manevi (kadınlık) erdemlerini
kaybetmemeliydiler”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a>.
Erkek kamusal siyasetin aktif öznesi olarak yerini aldığında, kadın özel alanla
özdeşleştirilerek veya annelik rolüyle sınırlandırılarak eve kapatılmaya
çalışılmıştır. Nira Yuval-Davis’e<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a> göre kadınların ulusal
inşaya dâhil olmaları beş farklı rol biçiminde mümkün olmaktadır. Yeni ulusun
biyolojik üreticileri, farklı uluslar karşısında ulusun kültürel sınırlarının koruyucu
muhafızları, ulusal kültürün öğreticisi, aktarıcısı ve yeniden üreticileri ve
son olarak ulusal farkların göstereni ve ulusal mücadelelerin katılımcısı
(yoldaş) olarak gerçekleşmektedir. Kısacası kadınlar “modern ve bağımsız
devletin göstereni, ulusun ‘uçmak’ için sembolik kanatları ya da modernleşmenin
öğretmenleri, eğitici anaları konumlarında erkeklerden farklı ama etkin
rollerde ulus inşasına dâhil edilmişlerdir”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Devleti ve kamusal alanı
şekillendiren siyasi partiler, sendikalar, parlamentolar, bürokratik ve
militarist aygıtlar genel itibariyle erkeklerin kontrolünde ve erkek deneyimleri
üzerine kurulmuştur. Ayrıca üretim faaliyetinin ‘haneden ayrılması’ kadınların
aile içindeki konumunu değiştiren temel faktörlerden biri olmuştur.
Sanayileşmenin yoğunlaştığı coğrafyalarda kadın emeği ucuz, kolayca
sömürülebilen bir işgücü kaynağı olarak piyasaya dâhil edilmiştir. Kadının ev
içindeki emeği değersiz, üretken olmayan ve karşılığı ödenmeyen bir emek türü
olarak kapitalizme eklemlenmiştir. Hukuki yaptırımlar ve normlar cinsiyetçi
karakterini korumuş, evlilik, bekâret, namus, aile içi şiddet, çocuk ve
mülkiyet üzerindeki haklar konusunda erkeğin yararını gözeten eşitsizlikler
sürdürülmüştür. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürge deneyimi yaşayan
toplumlarda kadın hakları veya kadının özgürleşme deneyimleri farklı
güzergahlar izlemiştir. <o:p></o:p></span><br />
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Metropol ülkelerde feminizm, sol ve liberalizmle etkileşim
içinde daha özerk bir konumda etkin olur iken, sömürge ülkelerde milliyetçi
taleplere veya anti-sömürgeci ulusal inşaya eklemlenmiş bir mücadele bağlamında
gelişim gösterebilmiştir. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürgeler arasındaki
siyasal ve ekonomik eşitsizlikler, tahakküm ilişkileri ve kültürel gerilimler,
kadının konumlandırılma biçimlerine ve özgürleşme sınırlarına doğrudan
yansımıştır. “Batı’nın eril iktidarı, ‘Doğu’nun ezilmiş kadınları’nı Doğulu
barbar erkeklerin zulmünden kurtarma ve onlara ‘kadın haklarını’ verme
misyonunu üstlendi ve kendi sömürgeci emellerini bununla meşrulaştırdı. Öte
yandan Doğu’nun eril zihniyeti de Doğulu kadın kimliğini ‘Batı’nın
ahlaksızlığı’na bulaşmamış mazbut bir aile kadını olarak tahakkümü altında
tutmaya çalıştı”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftn5" name="_ftnref5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a>.
Irk, sınıf ve cinsiyet hiyerarşilerine dayalı olarak egemen bir dünya sistemi
haline gelen kapitalizm aynı zamanda egemen erkeklik anlayışlarını da
şekillendirmiştir. Kadın bedeni ulusal
stratejilerin adeta ideolojik savaş alanı haline getirilmiştir. Sömürgeci erkek
bakışı; “Üçüncü Dünya” kadınlarını ezik, sessiz, itaatkâr ve haklarının
farkında olmayan kurban kadınlar olarak görürken, anti-sömürgeci hâkim erkek
bakışı da iffetli ve masum yerli kadınının karşıt konumuna, aile ve namus
değerleri aşınmış, ahlaken düşük, hafifmeşrep Batı kadınını yerleştirmiştir. Yani
kadınların bedeninin denetimi, giyim kuşamı, doğurmak zorunda olduğu çocuk
sayısı, çocukların hangi etnik kimlikten olması gerektiği konusu ulusal bir
ödev olarak görülmüştür. Kadınlar ulusal siyasetler açısından “ya pasif
mağdurlar ya da aktif hainler” ikilemine sıkıştırılmışlardır. Milliyetçi
düşünce aynı zamanda heteroseksüel güçlü erkeklik imgesine yaslanarak ulusal
temsillerini üretir. Bu da başka uluslara karşı saldırganlığı ve şiddeti
meşrulaştırmakta, başka ulusları efemine güçsüz erkekler olarak konumlandırmakta,
kadını bir kuluçka makinasına indirgemekte ve militarist örgütlenmelerde
eşcinsel erkekleri dışlayan, aşağılayan bir hegemonik erkekliğin yeniden üretilmesini
sağlamaktadır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Türk
Modernleşmesinin Cinsiyeti<span style="font-size: xx-small;"><o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Serpil Sancar, Türk modernleşmesini “aile odaklı
modernleşme” olarak kavramlaştırmaktadır. “Türk modernleşmesinin cinsiyet
rejiminin aile odaklı modernleşme olarak şekillendiğini ve bunun aile politikaları
aracılığıyla toplumu yönetmeyi sağlayan bir iktidar stratejisi olduğunu gördüm.
Bu şekillenme, benzer sömürge-karşıtı siyasi hareketlerde olduğu gibi,
erkeklerin devlet, kadınların aile kurarak modern bir ulus yaratma mücadelesine
giriştikleri bir tarihsel momentin ürünü”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftn6" name="_ftnref6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[6]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Aile, özel veya kişisel
bir alan olarak görülmekten çok modern kamuyu düzenlemekte işe yarayacak bir
ideolojik araç olarak değerlendirilmiştir. Çünkü devlet egemenliğinin eril
karakteri ailedeki egemenliğin eril karakteri ile birlikte var olur. Türk
modernleşmesi, milliyetçilik ve muhafazakârlıkla iç içe geçerek onların
deneyimleri üzerinden yükselen bir modernleşme projesidir. Türk modernleşmesi
bir anlamda “ideal kadın nasıl olur?” sorusuna verilen yanıtlar doğrultusunda pazarlık,
dışlama-içerme ve uzlaşma arayışı olarak şekillenmiştir. Bu eril modernleşme
deneyiminde, kadınların modernleşirken hangi “aşırı” davranışlardan kaçınması
gerektiğini saptama hakkı sürekli erkek elitlere ait olmuştur. Yani cumhuriyet
tarihi boyunca “aşırıya kaçmak” kadınlara mahsus bir “cinsel ahlak ihlali”
olarak kodlanmıştır. Modern kadının modernlik sınırlarının ne olması gerektiği
konusunda “kurucu irade” adına konuşanlar hep erkekler olmuştur. Sancar’ın etkili
bir şekilde vurguladığı gibi “erkeklerin yanlışını saptama erki devlette,
kadınların yanlışını saptama erki ise erkeklerdeydi”. Yaratılmaya çalışılan
“aseksüel kamu” hayatında kadınlık düzenlenmesi gereken bir toplumsal sorun
olarak görülmüştür. Kamusal temsili sağlayan örneklerde kadınlar cinsellik
sahibi özneler olmaktan çok toplumsal gelişime adanmış cinsiyetsiz bedenler
olarak konumlandırılmıştır. Kadınların kamusal yaşama katılım örnekleri
Batı’dan, annelikle ilgili örnekler Doğu’dan seçilmiştir. “Cumhuriyet’in asil
kızları”, alaturkalık ile iffetsizlik arasındaki hassas dengeyi koruma
kaygısıyla “siyah döpiyesleri içinde aseksüel öğretmenlere” dönüşmüşlerdir”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftn7" name="_ftnref7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="line-height: 115%;">[7]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Batı’nın cinsel ahlakı
veya kadın modelleri, Türk aile yapısını yozlaştıracak bir tehdit kaynağı olarak
görülmüştür, Kadının cinsel özgürlüğüne karşı sürekli teyakkuz halinde olan,
erkeklik korkularının yön verdiği bir modern cinsiyet rejimi yaratılmıştır. <o:p></o:p></span><br />
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Türk modernleşmesinin kadın hakları veya cinsiyet
eşitliği alanında gerçekleştirdiği reformlar (örtünme zorunluluğunun
kaldırılması, seçme, seçilme, eğitim ve çalışma hakkı) kadının özgürleşme
mücadelesinde kuşkusuz belli güçlenme araçları sağlamıştır. Ancak bütün bu
haklar, kadınların aile sorumluluklarını üstlenmesine öncelik veren bir biçimde
tanımlanmıştır. Kadın hakları, toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırma
ve bireysel özgürlükler çerçevesini genişletme temelinde değil, gelişme ve
uluslaşma sürecinin zorunlu bir parçası olarak ele alınmıştır. Devlet feminizmi,
Yaprak Zihnioğlu’nun tabiriyle “kadınsız kadın hakları inkılabı” şeklinde
gerçekleşmiştir. Kemalist iktidar, kadınları ulusun eşit vatandaşları veya
siyasi failler olarak görmemiştir. Osmanlının son döneminde başlayan kadın
hakları mücadelesi, kurulan kadın dernekleri, çıkarılan kadın dergileri ve bu
mirası yaratan kadınlar (Şair Nigar, Fatma Aliye, Halide Edip, Nezihe Muhittin,
Emine Semiye, Ulviye Mevla, Hayganuş Mark) bilinçli bir politikayla görünmez
kılınmıştır. Türkiye’nin bir sömürge geçmişinin olmaması, Batı’dan alınan belli
yasaların, gerçekleştirilen modern reformların daha kolay kabullenilmesini,
yerel ile modern arasındaki ideolojik gerilimin daha yumuşak olmasını
sağlamıştır. </span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 115%;">Sonuç itibariyle Cumhuriyet’in özgürlük nimetlerinden,
“kurtarılmış kadın” ayrıcalıklarından her kadın şüphesiz eşit derecede yararlanamamıştır.
Yaratılmaya çalışılan orta sınıf, beyaz, Türk, heteroseksüel kentli ve eğitimli
modern kadın kimliği, bu kimliğin sınırlarından taşan farklı etnik, sınıfsal, dinsel
ve cinsel kimliklere mensup kadınların (Kürt, Ermeni, Türbanlı, Yoksul, Lezbiyen,
Transseksüel) dışlanması ve izbe kıyılara sürülmesiyle sonuçlanmıştır.
“Kurtulmuş” ile “kurtarılması gereken” kadınlar arasındaki politik ayrım, kadın
mücadelesi içinde oluşan hiyerarşilerin, sınıfsal eşitsizliklerin, kültürel
deneyim farklarının üstünü örtmüş ve sömürgeci, liberal feminist yaklaşımları
meşrulaştırmıştır.</span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div>
<!--[if !supportFootnotes]--><b>Dipnotlar</b><br />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> Serpil
Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti - Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar,
İletişim Yayınları, s.14-15<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> Partha
Chatterjee, Kadın Sorununa Milliyetçi Çözüm, s.115, Vatan, Millet, Kadınlar,
İletişim Yayınları<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn3">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a> Nira
Yuval–Davis, Cinsiyet ve Millet, İletişim Yayınları<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn4">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftnref4" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a> A.g.e,
s.74<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn5">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftnref5" name="_ftn5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a> A.g.e,
s.49<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn6">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftnref6" name="_ftn6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[6]</span></span><!--[endif]--></span></a> A.g.e,
s.306<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn7">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/T%C3%BCrk%20Modernle%C5%9Fmesinin%20Cinsiyeti.docx#_ftnref7" name="_ftn7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "calibri" , "sans-serif"; line-height: 115%;">[7]</span></span><!--[endif]--></span></a> Meltem
Ağduk, Cumhuriyet’in Asil Kızlarından ‘90’ların Türk Kızlarına - Vatan Millet
Kadınlar, İletişim Yayınları, s.305<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj48I3SvXGDhdJJ-J5F03K2Dgk0GNu3N_RPBfQwkvRkoK0xs5BaGoK7EZhGq5lKkW9uOFbdcb_Y2KVUlM_nY7NHe38dnNe5xTOy21oM5yHfOZCKXoeEkGomuDvl17Oe3nWBhyphenhyphenYYKGNLagGO/s1600/remo.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="192" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj48I3SvXGDhdJJ-J5F03K2Dgk0GNu3N_RPBfQwkvRkoK0xs5BaGoK7EZhGq5lKkW9uOFbdcb_Y2KVUlM_nY7NHe38dnNe5xTOy21oM5yHfOZCKXoeEkGomuDvl17Oe3nWBhyphenhyphenYYKGNLagGO/s640/remo.jpg" width="640" /></a></div>
<o:p></o:p></div>
</div>
</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-55364405351120124182012-10-27T05:57:00.006-07:002019-07-22T19:39:12.471-07:00Sosyal Medya Ağına “Düşmek” - Ramazan Kaya<br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<b><i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></i></b>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVCQ4g21Cw_uPlto10sqmIjVJP9qp5JDePH5VcOM4bIupy_GvfG2hM-kcKYpTvT5-znvt3Dpe1n4K0TSAkKIag3HhmhlGJZNgghL6MaxZb1ywWjhu9_SqVcNWRc92SUb5GWIB-MPK-wkQd/s1600/Facebook-Twitter.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVCQ4g21Cw_uPlto10sqmIjVJP9qp5JDePH5VcOM4bIupy_GvfG2hM-kcKYpTvT5-znvt3Dpe1n4K0TSAkKIag3HhmhlGJZNgghL6MaxZb1ywWjhu9_SqVcNWRc92SUb5GWIB-MPK-wkQd/s1600/Facebook-Twitter.png" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<b style="text-align: right;"><i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></i></b></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<b style="text-align: right;"><i><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">“İnsanlar ışığın çevresinde
toplaşırlar daha iyi görmek için değil daha iyi parıldamak için”</span></i></b><span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%; text-align: right;">
[Nietzsche]</span></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Sosyal medyanın ağlarına yapışmış sinekler gibiyiz. Ne
bir yere hareket edebiliyoruz, ne de ufukta bir kurtuluş ışığı görünmektedir. Bu
hareketsizlik içindeki hareketlilik, yaşamımızı belirlemeye ve biçimlendirmeye
devam etmektedir. En değerli vakitlerimizi tükettiğimiz bu “sürtünmesiz
zeminde” gittikçe “yaşamsız bir yaşamın” failleri haline geldik. Zamanın
sistemleştiği, işin profesyonelleştiği, mekânların gettolaştığı, duyguların
özelleştiği bu kalabalıklar çağında sosyal medya, vaadi ve mümkünleri barındıran
tek yaşam kıyısı haline gelmeye başladı. Modern kentlerin insanı görünmez kılan
labirenti içinde “görünür olma” arzusunu tatmin edebildiğimiz tek yaşam sahnesi
belki de. Politik duruşumuzu yansıtan paylaşımlar vicdanımızı temizleyen bir
sanal sıvı, hayatı paylaştığımız fotoğraf kareleri zahmetsiz ve renkli bir “ego
sürfü” sağlamaktadır. Her türlü duygunun ve fikrin aktığı bu sanalizasyon
çukurunda yine de “arzu nesnesi” yitik, tatminsiz ve mutsuz özneler olmaktan
kurtulamıyoruz. Bu masalsı yok-ülkenin temel özelliği kapanmayan haz
uçurumudur, tatmin duygusunun sürekli ertelenmesidir. Sanal gezginin bu
“çokluk” dünyasında yaşadığı aslında bir “yokluk” halidir. Beğeni sahnesine
sunulan her paylaşımın günü birlik tüketiminin yarattığı umutsuz sızı, doğacak
günü şehvetle ve merakla bekleme istencini yok etmemektedir. Bu ağın içinde Paul
Vırılıo’nun deyişiyle “hiçbir şey gerçekleşmemekte, her şey geçmektedir”. Ayrıca
fikirlerini ve duygularını dünyaya salıp gözden kaybolmanın getirdiği rehavet, gerçek
ilişkilerin getirdiği yükten kurtulmanın sağladığı “ilişki içindeki
ilişkisizlik” hali, bu yüzer-gezer
dünyaya açılan kapıları daha da cazip kılmaktadır. “Gözlemleyen özne” olmanın
ayartıcı arzusu, “gözetleyen iktidar”ın yönetim tekniklerini belki de hiçbir
dönemde bu kadar kolaylaştırmamıştı. İstihbarat ve maliye birimleri açısından
sosyal medya, el altında tutulan, ulaşılması kolay bir kriminal kayıt
defteridir. Belli paylaşımlar veya kişisel bilgiler bir “delil” hükmüne sahiptir,
bu sayede iktidarın “delil” toplama yolu ve süresi haliyle kısalmıştır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Reel hayatta beş tane özel arkadaşı olmayan insanların
binlerle ifade edilen arkadaş sayısına ulaştığı, yaşanan veya yaşanmayan her “ana”
herkesin ortak edildiği, aforizmaların, dizelerin, alıntıların ve duyuruların
havada uçuştuğu uçsuz bucaksız bir dijital evrenin sakinleriyiz. Sözün hükmünü
yitirdiği, belleğin kayıt limitlerinin tükendiği ve bilincin uyarı bombardımanı
altında serseme döndüğü bir enformasyon çölünün tam ortasına düşmüş durumdayız.
Bu ışıltılı evrende herkes, bir anda ideal olanı temsil eden eksiksiz öznelere
dönüştü. Herkesin heybesinde herkese yetecek kadar “paylaşım ürünü” mevcuttur. Herkes
bir şekilde bir politik veya sosyal grubun üyesi, fikrini beyan ettiği bir
sayfanın kurucusu ve beğeni butonundan payına düşeni alan bir konuma sahiptir.
Bu ütopya adasında herkese düşen paylar ve roller eşit olmasa da “paysızlar”
denilen bir sınıfa şimdilik rastlanmamaktadır. Reel hayatta sınıfsal, kültürel ve
politik konumların belirlediği sınırlar, elbette burada da varlığını
korumaktadır. Ancak belli sınırları esnetmek, kimi duvarlara tırnağını geçirmek,
kısa süreliğine de olsa farklı dünyalara ait seslerin birbirine yaslanması,
çarpması imkân dâhilindedir. Hiçbir zaman yan yana veya karşı karşıya oturmak
şansına sahip olamayacağınız bir yazarın, starın, liderin sizi takip etmesi,
arkadaşlık teklifinizi kabul etmesi mümkün olduğu gibi, bilenmiş öfkenizi o
kişilerin üzerine kusmanıza, kısa cümlelerle de olsa “laf sokarak”
rahatlamanıza da fırsat tanımaktadır. Verili dünyada, öfke sınırlarını
zorladığımızda nasıl bir yerlerden kapı dışarı ediliyorsak, bu dijital dünyada
da sınırları zorlamak durumunda dışlanma, silinme, bloke edilme, teşhir edilme
durumlarına maruz kalmak örnekleri pek yaygındır. Hatta belli kişisel
bilgilerin tespit edilmesi halinde yarım kalan hesaplaşma mahkeme salonlarına
kadar taşınabilmektedir. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Arkadaş listenizdeki kişilerin sınıfsal profillerinin,
kültürel sermayelerinin, dünya görüşlerinin, cinsel yönelimlerinin ve
meşguliyet alanlarının sunduğu zenginlik sayesinde her durumdan haberdar
olmanız, her paylaşım türüne rastlamanız mümkün olabilmektedir. Yeni çıkan bir
kitabın tanıtımına, önemli bir entelektüelin panelinin tarihine, hiç duymadığınız
arabesk bir parçaya, illegal bir örgütün politik çağrılarına, bir kozmetik
ürününün reklamına, bir eylemin yapılacağı yere, bitmiş bir aşkın hüzünlü
gözyaşlarına, yeni bir aşka yelken açmak veya tek dozluk ilişki tekliflerine aynı
anda ve sadece bir sayfada ulaşmayı sosyal medya dışında vadedebilecek bir
enformasyon kanalı henüz yoktur. Her âlemde olduğu gibi sosyal medya âleminin
de elbette “yıldızları” vardır. Arkadaş kabul etme kontenjanı dolmuş,
yazdıkları ve paylaştıkları her şeyin beğenildiği, retwetlendiği, çoğaltıldığı
ve onlar olmasa belki de ömrümüzün geriye kalanını “öksüz” olarak sürdüreceğimiz
tanrının lütfu şahsiyetlerdir. Bu şahsiyetlerin, renkli yaşamlarından
sundukları fotoğraf karelerini beğenmek sefil ruhlarımızı yatıştırmakta, güncel
bir mevzuya ilişkin kanaatlerini öğrenmek bilincimizi kemiren soruları
buharlaştırmaktadır. Sosyal medyadaki reytingi sayesinde iş ve kariyer
merdivenlerinde basamak atlayanlar olduğu gibi, yanlış anlaşılmalara mahal
veren tweetlerinden ötürü bu basamaklardan hızla düşenlere de rastlanmaktadır. Hatta
yazılı veya görsel medyadaki yerini sosyal medyadaki reytingi sayesinde
koruyan, sağlamlaştıran yazarlar bile mevcuttur. Bütün bunlara rağmen, sadece
yazdıklarıyla, belagat yeteneğiyle, güncel olanın ruhunu yakalayan özlü tespitleriyle
sivrilip, kayda değer bir hayranlık halesi oluşturmuş, dişiyle tırnağıyla bir
yerlere gelmiş “halk yıldızları”nın da olduğunu kabul etmek gerekir. <o:p></o:p></span><br />
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "arial" , "sans-serif"; line-height: 115%;">Sosyal medya ağının taşıdığı olumlu potansiyelleri,
pratik işlevlerini bir kalemde yok saymak elbette mümkün değildir. Günümüzde ana
akım medyanın yarattığı dezenformasyona karşı sosyal medya alternatif bir haber
kaynağı veya tekil bir medya gücü olarak selamlanmaktadır. Bir nevi “güçsüzlerin
güçsüz silahı” olarak ta görülmektedir. Hızlı ve mobilize edici özelliği sayesinde
belli olaylara anında müdahale edebilmek, belli olayların önüne geçebilmek,
belli kuruluşların veya aktörlerin dikkatini çekmek ve belli ilişki ağlarını ve direniş biçimlerini örmek bu sayede mümkün olabilmektedir. Üzerinde durulan önemli bir nokta da
sosyal medyanın kolektif bir bellek oluşturma işlevidir. Depolitizasyonun yoğun
olduğu, toplumu belleksizleştirmeyi sistematik bir politika haline getiren
ülkelerde, belli tarihi olaylardan ve günlerden hareketle paylaşılan bilgiler toplumda
tarihsel bir bilinç oluşturma çabalarını kolaylaştırmaktadır. Çünkü çağımızda
okumaktan ve uzun soluklu araştırmalar yapmaktan gittikçe uzaklaşan, görsel
olanla daha fazla ilişkilenen bir sosyal medya kuşağı doğmaktadır. Bu kuşakta belli
politik farkındalıklar yaratmak belki de sosyal medyanın etkisi ve aracılığıyla
mümkün olacaktır. Sosyal medyanın radikal siyasetlere politik örgütlenme modeli
olarak bir ilham kaynağı olmak özelliği de bu bağlamda sık sık vurgulanmıştır. Günümüzdeki
toplumsal hareketlerin otoriter ve hiyerarşik örgütlenme modellerinden koparak daha
esnek, ağ şeklinde işleyen, merkezsiz ve lidersiz bir karakterde olmasında
sosyal medyanın sunduğu imkânların rolü teslim edilmektedir. “Arı sürüsünün”
saldırılarını andıran bu örgütlenme modelinin toplumsal patlama anlarını
kolaylaştırdığı ve hızlandırdığı vurgulanmaktadır. “Arap baharı” olarak
adlandırılan isyanların kısa sürede yaygınlaşması ve toplumsal patlama eşiğine
ulaşmasının temel sırrının “kitapsız ve peygambersiz” hareketler olarak
başlaması ve sürmesi olarak görülmektedir. </span><span style="font-family: "arial" , sans-serif; line-height: 115%;">Sonuç itibariyle sosyal medya; bir kolektif bellek, bir
ilişki ağı, bir malumat adresi olmak gibi imkânları barındırsa da,
kötürümleşmiş bir varoluşu perçinleyen özelliği hiç mi hiç değişmemektedir.</span></div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-84511691660447376572012-09-29T05:30:00.002-07:002013-12-08T13:06:32.295-08:00Kara Kızıl İdea: Komünizm - Ramazan Kaya<br />
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp4TwRJ0LSnhsiPRkKIRhuzFTeA-fJcSoljXm-tVb7fSUj6vYC6eVbc2i6ATZxd_SdC8_dCYxlkCzldnY6h-G_Dc3xLNmNmbVKhSrIQVNkUceXpP5tTt28Qsi_Y9bi7VVnDt3LbzMXlLoJ/s1600/birikim.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp4TwRJ0LSnhsiPRkKIRhuzFTeA-fJcSoljXm-tVb7fSUj6vYC6eVbc2i6ATZxd_SdC8_dCYxlkCzldnY6h-G_Dc3xLNmNmbVKhSrIQVNkUceXpP5tTt28Qsi_Y9bi7VVnDt3LbzMXlLoJ/s320/birikim.jpg" width="225" /></a><b><i><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"></span></i></b><br />
<b><i><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">“Gülecekler
bize, içinde kül olacak denli sevdiğimiz için alevi” </span></i></b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">[Aragon]<b><i><o:p></o:p></i></b></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Radikal entelektüellerin önemli bir kesimine göre ‘solun uzun gecesi’nin
artık bittiği, komünizm’in bir idea olarak<span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref1" title="">[1] </a></span></span></span>yeniden
güncellik kazandığı ve yeni bir tarihsel dönemin başladığı yönündedir. Pazar
ideologlarının durmadan ölümünü ilan ettikleri komünizm, farklı renklerde ve
suretlerde kapitalizmin karanlık semalarında bir özgürlük hayaleti olarak
dolaşmaya devam etmektedir. Komünizm, artık ne bir devletin resmi ideolojisi,
ne bir partinin stratejik hedefi ne de bir uluslar bloğunun adı olarak vardır.
Komünizm, özgürlüğe dolaysız ve kesintisiz varmanın önadı olmuştur. Radikal
siyasetlerin; aydınlanmacı yüklerinden, otoriter tahayyüllerinden ve modern
örgütlenme modellerinden kurtulmaya çalıştığı günümüzde, “komünizm” radikal
özgürleşme projelerini yeniden ifade eden o tılsımlı sözcük veya vazgeçilmez
idea olarak belki de geri dönmüştür. Mülkiyeti, otoriteyi ve bütün
hiyerarşileri reddeden bir hipotez olarak devletin gücünden alabildiğince
çalan, disiplinsiz bir toplumsal pratik ve bitmeyen bir devrim arzusu olarak
yeniden formüle edilmektedir.“Komünizm” bir radikal felsefe ve politika ideası
olarak, devletin ve iktisadın mayınlı yollarından saparak, radikal eylemin yol
işaretleri ışığında yirmi birinci yüzyılın politik deneyimlerinden
beslenerek özgürlük hattını belirlemeye çalışmaktadır. Ufku gittikçe melezleşen,
politik özneleri zenginleşen, reel sosyalizmin tarihine düşürdüğü lekelerle
cebelleşen bir komünizm vardır. Jacques Ranciére göre, “komünizm sadece
geçmişte kalmış şanlı hareketlerin ya da adı kötüye çıkmış devlet güçlerinin
adı değildir; kahramanca ve tehlikeli bir görev olan onu diriltme görevini
üstleneceğimiz bir kalıntı ya da lanetli bir isim de değildir. Komünizm, basit
işçilerin, sıradan erkek ve kadınların, herhangi birinin herkese eşit olmasının
gücünü kolektifleştirerek kendi ve herkesin hakları için mücadele etme ya da
fabrikaları, şirketleri, idareleri, orduları, okulları vs. yönetme yetkilerini
kanıtladıkları, çok bilinen ya da bilinmeyen birkaç anın etrafında yaratılmış
bir gelenek”tir.<span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref2" title="">[2] </a></span></span></span>Tarihin
önemli figürler veya aziz mertebesindeki kahramanlar etrafında döndüğü
(Felsefeciler, Krallar, Jakobenler, Öncü Parti) çalışmanın sürekli kutsandığı,
politikayı devletin belirlediği bir düzenleniş, bir iş bölümü olarak gören
modern siyasetlerin kapanan dönemiyle birlikte modern sol, kudretsiz ve<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=6270086922259656442" name="_GoBack"></a> her türlü vaadini tüketmiş ve siyaset-dışı bir siyaset
olarak tortulaşarak yok olmuştur. Geçmişten alınan derslerden hareketle
biliyoruz ki özgürleşme ne tarihsel bir zorunluluğun gerçekleşmesi ne de bu
zorunluluğun kahramanca diriltilmesidir. “Özgürleşmenin zamansızlığından yola
çıkarak düşünülmesi gerekir ve bu da iki anlama gelir: bunlardan ilki,
özgürleşmenin varoluşu için tarihsel bir zorunluluğun olmamasıdır; ikincisi
ise, özgürleşmenin zamanın hâkimiyetiyle yapılandırılmış deneyim biçimleriyle
ilgili olarak heterojenlik göstermesidir. İncelenmeye değer tek komünist miras,
dün ve bugün, herhangi birinin yetisinin denenme biçimlerinin çoğulluğudur.
Mümkün olan tek komünist zekâ biçimi, bu denemelerde inşa edilmiş zekâdır.”<span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref3" title="">[3] </a></span></span></span>Ayrıca
özgürleştirici siyaset artık özel bir sosyal sınıfın veya öncü kuvvetin
kendinden menkul eylemi olamaz, farklı faktörlerin ve tüm dışlanmışların
“patlayıcı bir bileşimi” olabilir ancak. Devrimci geçmişin en değerli
sayfalarını oluşturan sovyetlerin, işçi konseylerinin, özerk sendikaların, kent
meclislerinin ve köy komünlerinin geride bıraktığı özgürlük mirasının yeniden
filizlenmesi için toplumun özerk örgütlenme kapasitesinin açığa çıkmasını
mümkün olduğunca desteklemek gerekmektedir. Anarşizmle ortak noktası bir
sistem, bir anayasa, belli bir siyasal ereğe uygun yapılar ve modeller
geliştirmeyi reddederek, insanların kendi kendini yönetebildiği, ortak varlığı
olumlayan eşitlerin eşitliğini sağlamaktır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Dünyanın Bütün
Proleterleri, Çalışmayı Bırakın!</span></b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><i><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"> “Bugünün siyasal, etik, toplumsal ve felsefi
sorunu, bireyi ekonomiden kurtarmak değil, kendimizi hem ekonomiden hem de
ekonomiyle ilişkili olan bireyselleşme tarzından kurtarmaktır. Bize birkaç
yüzyıldır dayatılmakta olan bu bireyselliği reddetmek suretiyle yeni öznellik
biçimleri geliştirmeliyiz”</span></i></b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"> [Foucault]<b><i><o:p></o:p></i></b></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b><i><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">“Ne
kapitalizmin özel mülkiyeti ne sosyalizmin kamusal mülkiyeti; komünizmin
komünü” </span></i></b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">[Michael Hart]<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Günümüzün tahakküm dünyasında, dışarısı diye bir yer kalmadığı gibi,
önceden kurulmuş bir içerinin güvenli cenneti de yoktur. Kapitalist sömürü rejiminin
“imparatorluk”, direniş öznesinin “çokluk” biçiminde karşı karşıya geldiği
toplumsal yaşam arenasında her mücadele kendi varoluş sebeplerine, tikel
öznelliğinedayanarak varolmaktadır. “Çokluk toplumsal dünyamızın gerçek üretici
gücüyken, İmparatorluk yalnızca çokluğun hayat damarlarını kurutan bir
kapandır, ya da Marx’ın söyleyeceği gibi, ancak canlıların kanını emerek
hayatını sürdürebilen, ölü emeğin biriktirilmesinden beslenen birvampir
rejimdir.”<span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref4" title="">[4]</a> </span></span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref4" title=""><!--[endif]--></a></span>Bu
‘imparatorluk’ rejimi içinde ne üretim ilişkilerinin belirlediği sömürülen bir
sınıfa ne de sömürgeci baskının ayağa kaldırdığı ezilen bir halka dayanmak
mümkündür. Sanayi üretiminin ekonomide merkezi konumunu yitirdiği, yerini gayri
maddi ya da biyo-politik üretimin almaya başladığı, fikirlerin, enformasyonun,
imgelerin, bilgilerin, kodların ve dillerintoplumsal ilişkileri ürettiği,
politik hâkimiyetin ulus sınırları, güvenlik duvarlarını kevgire çevirdiği
“post-modern kapitalizm” dedikleri bir tarihsel eşikten geçmekteyiz. “Günümüzde
birey yalnızca bir emek-gücü satıcısı olarak değil, diğer pek çok toplumsal
ilişkiye katılışı yoluyla da sermayeye bağımlıdır: kültür, boş zaman, hastalık,
eğitim, seks ve hatta ölüm. Neredeyse,
kapitalist ilişkilerden kurtulan hiçbir bireysel ya da kolektif hayat alanı
yoktur”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a>.
Toplumsal sömürü ve tahakkümün tüm yaşam alanlarına yayılan merkezsiz işleyişi,
belli tarihsel özneleri ( işçi sınıfı, ezilen halklar, sömürge uluslar)
merkezileştiren siyasal söylemleri ve örgütlenme modellerini de geçersiz hale
getirmiştir. Direnişin yeni sahası mümkün olan her yerdir.Emeğin ve devrimin
öznesinin temelli değiştiğini savunan Hardt ve Negri’ye göre, yeni durumda
proletarya, emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından
doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi
kapsayan geniş bir kategoridir. Bütün
toplumsal ilişkilerin fabrikaya dönüştüğü, sanayi işçisinin yerini “toplumsal
işçi”nin aldığı bu dönemde, ne emek-sermaye çatışması fabrikanın dar duvarları
arasına hapsedilebilinir ne de belli bir sınıfsal özneye sınıfsal öncülük ya da
merkezi bir konum atfedilebilinir. Sermayenin merkezsiz bir eğilim şeklinde
işleyen sınıflaştırma ilişkisine direnen bunu reddeden bütün öznellikler
sınıfsızlaşma politikasının bir bileşenidir artık. Marx’ın bize öğrettiği temel
ders; komünizm doğrudan doğruya sınıf çatışmasından, ister sosyalist ister
burjuva usulü olsun, hem çalışmanın hem de çalışmanın örgütleniş biçiminin
reddedilmesinden doğacaktır. Reel sosyalizmin özel mülkiyetin karşısına koyduğu
kamusal mülkiyet; devletin ortak emeği çaldığı, üreten insanların üretim
üzerindeki kontrolünü yitirdiği, kızıl bürokrasinin üretim üzerindeki komuta
sistemini ve sınıflaşmayı yeniden ürettiği bir tahakküm rejimiydi.Yani reel
sosyalizm bir nevi ilkel birikim sürecinin hızlandırılmış ve genişletilmiş bir
biçimiydi. Komünizm ceza yasaları ve gulag sisteminin şemsiyesi altında
ütopyacı güzergâhından saptırıldı. Sosyalizmi bir ekonomik kalkınma projesine
dönüştüren, çalışmayı kutsayan, sınıflaştırmayı yeniden üreten tüm toplumsal
örgütlenmeler artık komünizme engeldir. “Çalışmak ideolojisi”nin seferberlik
çağrısı, yaşam enerjilerini son damlasına kadar emmek, üretime ayak uyduramayan
“sorunlu bireyleri” ayıklamak ve devasa makinelere bağımlı, itaatkâr özneler
yaratmak çağrısıdır. Marx’ın “proletaryanın bir sınıftan ziyade tüm sınıfların
çözülüşü olduğu” önermesi, işçi sınıfını belli bir deneyim içinde köklenen bir
kimlik, bir kültürel form olarak kurgulayan siyasetlere karşı bir uyarı
fişeğidir. Muhalif siyasetlere içkin olan
“işçisin sen işçi kal” felsefesine cepheden meydan okuyan ve 19. yüzyıl
işçi sınıfından insanların seslerini onların adına konuşanların etkisinden
kurtararak yeniden duyurmaya çalışan en ayrıksı düşünürlerden biri de şüphesiz
Jacques Ranciére’dir. Proletaryayı, sömürünün ortak deneyiminde köklenen,
evrensel içerimleri olan ve tarihsel bir mantık üzerine kurulmuş bir soyutlama
olarak ele alan tarihçilerin aksine Ranciére proletaryayı dengesizlik, uçuculuk
ve kararsızlıkla işaretlenmiş bir yaşam biçimi olarak görüyordu. Ayrıca proletarya
yerine, sınıflar arasındaki sınırlarda gezinen göçmenleri, maddi yaşamlarını
iyileştirmek yarasız görülen yeteneklerini güçlendiren ve maddi kaygıları
küçümseyen bireyleri ve grupları öne çıkarıyordu. Hatta 19. Yüzyıl radikal
hareketinin öncülüğünü “sanayi ordusunun dirençli erleri”nden ziyade hoşnutsuz
zanaatkârların yaptığını ileri sürmektedir. “Militanlığın en yüksek düzeyi
zayıf ilişkiler içerisinde, bir dönüm ya da çıkış noktası olan işlerde
bulunabilir. Örneğin, şapkacılar arasında değil de terziler arasında; sepiciler
arasında da değil de ayakkabıcılar arasında; marangozlar arasında değil de
doğramacılar arasında; entelektüel dünyayla ilişkisi olan dizgiciler arasında.
Bunlar aynı zamanda dışlanmışlardır”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[6] </span></span><!--[endif]--></span></a>El
emeği ile düşünsel emek arasındaki bariyerleri yıkmaya çalışan düşünür, “işçi
hareketinin tüm bireysel tarihlerini anonim kolektif bir kimliğin, bir sınıf
kimliğinin genel özelliklerine indirgemek suretiyle proleterleri belli türde
bir yazgıya ve bir öze bağlayan tarihçilere ve sosyologlara karşı çıkıyordu”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[7]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Jacques
Ranciére,işçi sınıfının kendi adına konuşan ve eyleyen politik öznelere
dönüşmesinin üretim ilişkileri içindeki rolünden doğmadığını tam aksine bu rolü
ihlal etmeye başladığında yani kendisini olumsuzladığında (şiir yazarak,
aylaklık yaparak, geceleri dergi ve gazete çıkarmak için arkadaşlarıyla
buluşarak) mümkün olduğunu gösterir. Kısacası işçilerin “gündüz işe gitme, gece
ise öteki gün yine işe gitmek üzere dinlenme ve uyuma” döngüsünden kopuş
yaptıkları, kimliklerini reddederek düşünmeye başladıkları anda özneleşme
başlar. İşçilerin özgürleşmesi geceleri uyumak yerine kendilerini var ettikleri
etkinliklere kendilerini adamalarıyla, kendilerinden alınmış dünyalara
girmeleriyle yani sınıflarını yitiren “işçi olmayan işçilere”e dönüşmeleriyle
imkân haline gelmektedir.“Ranciére militan işçilerin işçilikten çıktığına
(sınıflarını yitirdiklerine) ya da militan feministlerin kadınlıklarına
yabancılaştığına karar veren <i>polis </i>mantığının
aslında tamamen haklı olduğunu söyler. Zira işçi özgürleşimlerinde gördüğümüz
gibi zaten her özneleşme bir kimliksizleşme, bir yerin ya da konumun
doğallığından uzaklaşmadır”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[8]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Özetle
politik özneleşme verili bir kimliği reddetmek veya bir azınlık konumundan
çıkış anlamına gelmektedir.</span>“<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Ranciére’e göre politik özneler toplumsal grupların adı
değil, sayılmayanların hesabının kayda geçiş biçimleridir. ‘Nüfusu kendi
kendisinden ayıran fazlalık’ olarak demos, topluluğun bütününü, sayılmayan ya
da ‘hiçbir payı olmayanlar’ ile özdeşleştirmeyi mümkün kılar”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[9]</span></span><!--[endif]--></span></a>.
Ranciére, herkesin ait olması gereken yere ve uğraşa göre temellendirilmiş hiyerarşik
toplum yapılanmasına police (polis) adını verir. “Polis”, herkesin ait olduğu
yerde olması için, insanların belli bir işlev, statü, zaman ve mekâna göre
organize olma biçimidir. Yani “polis”, Aristoteles ve Platon’un siyasi mantığı içindenkonuşacak
olursak, kimin rasyonel söz söyleme kapasitesine sahip bir politik özne, kimin
sadece anlamsız gürültüler çıkaran bir yaratık (köle) olduğunu saptayan; kimin
boş zamana sahip bir entelektüel, kimin atölyede çalışmak zorunda üretici bir
zanaatkâr ya da işçi olduğunu niteleyen paylaşım mantığıdır. Ranciére göre politika,toplumda,
“polis” mantığının konsensüsle belirlemiş olduğu yerleri ve işlevleri eşitlikçi
olarak yeniden dağıtma; kimin toplumun ortak işleriyle ilgili söz söyleme
kapasitesine ve bunun için gerekli zamana sahip olduğunu yeniden özgürce
belirlemektir. Bu anlamda “polis” mantığı özdeşliktir, politikanın ki ise
başkalaşımdır. Yerlerin, rollerin ve payların eşitsiz dağıtılmasının adı olan <i>polise</i> karşı yerlerin ve rollerin
dağıtılması veya bozulması olan <i>politika </i>son
tahlilde bir <i>arkhe </i>yokluğudur veya<i> polis </i>denilen toplumsal düzenin askıya
alınmasıdır. Özgürleşmek; normların, sınıfların, kimliklerin ve yerlerin
dağıtımını bozmak suretiyle ancak mümkündür.Endüstriyel gelişmeyi gelişmiş bir
uygarlığa açılan yegâne kapı olarak görenlerin gulag kampını, sömürgeciliği ve
soykırımları eleştirmeye veya lanetlemeye hakkı yoktur.Komünizm, zamanın
çalışmak üzerinden tanzim edilmediği, insanları belli bir işlev, statü, zaman
ve mekâna göre organize eden tüm yapıların yıkıldığı, maddi üretimin hayatın
diğer etkinlikleriyle eşdeğer bir etkinlik olduğu ve bireyin özerklik alanını
sürekli genişlettiği bir toplumsal hayattır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Bütün İktidar Komünlere!<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><i><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">“Devletin
sona erdiği yerde insan başlar”</span></i></b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"> [Alain Badiou]<b><i><o:p></o:p></i></b></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b><i><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">“Bütün
devrimler, şimdiye kadar devlet makinesini yalnızca daha da mükemmelleştirdiler;
oysa aslolan onu yıkmaktır” </span></i></b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">[Karl Marx]<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Solun tarihsel geleneği içindebelki de en çok ıskalanmış, sınıf
siyasetinin en kör noktalarından biride şüphesiz iktidar meselesi olmuştur.
İktidar ya egemen sınıflardan devralınması gereken nihai hedef ve tüm toplumsal
dönüşümlerin mucizevi aracı olarak görüldü ya da tüm toplumsal kötülüklerin
yüklendiği ve her şeyi kuşatan aşkın bir güç olarak konumlandırıldı. Oysa
“İktidar, kitlelerini ya da avam tabakasını yukarıdan ezen canavarımsı bir
Leviathan ya da baskıcı bir Gulag değildir; direniş de mücadele için dışsal bir
eklemlenme noktası olarak en zayıf halkaya dayanmak zorunda değildir. Bunun
yerine, iktidar ile direniş tek bir Möbius şeridinin ön ve arka yüzü gibidir. Mesele
birinin diğerine gizlice dönmesini sağlayacak kadar şeridi zorlamaktır.<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[10] </span></span><!--[endif]--></span></a>İktidarın,
yaşamın bütün sahalarını kesen özelliği iktidarı belli şiddet merkezleriyle,
belli yönetim organlarıyla özdeş bir aygıt olarak görmeyi zorlaştırdığı gibi,
gündelik hayatın belli sahalarında yürütülen mücadelelerin de iktidarın
toplumsal ölçekte işleyen ve belli merkezlerde düğümlenen makro işleyişini
görmesini gerektirmektedir. Artık ne geçmişin şanlı rüzgârlarından ne de
geleceğin “büyük gün”ünden medet ummak mümkün. İktidar ve mülkiyet
ilişkilerinin değişen dünyasına “bugün”den karşı koyan, doğrudan eylemin öznesi
ve çaresi yine kendisi olan bir direniş fırtınası, bir isyan kuşağı
doğmaktadır.Proletarya diktatörlüğünün proletarya üzerinde bir diktatörlüğe
dönüştüğü, özgürleşme arzularının devletin buzlu sularında boğdurulduğu,
kapitalist ablukaların militarist örgütlenme yarışını meşrulaştırdığı, her
türlü özerklik talebinin kızıl postallar altında ezildiği bir sosyalist
geçmişin muhasebesi birkaç kuşağın yok olması bedeliyle ödenmiştir. Leninist
parti aracının devletleşmenin bir provası, “kızıl bürokrasi”ye giden yolun
enkısa güzergâhı olduğunun sınanmış bilgisi, otorite ve hiyerarşi karşıtlığını
yeni toplumsal hareketlerin vazgeçilmez sancağı haline getirdi.Geçmişin Maoist
Alain Badiou’su bile, mülkiyet-karşıtı, otorite-karşı ve hiyerarşi-karşıtı
olmayı günümüzde radikal siyasetin vazgeçilmez “komünist sabitler”i olarak
görmek zorunda kaldı. Parti-devlet figürünün miadını doldurduğunu vaaz eden Badiou,
partisiz ve otoritesiz siyasetin tarihte en ilham verici örneklerini sunmuş Anarşizm’e anlaşılması
zor saiklerle saldırmaya devam etmektedir. “Bugün her türlü özgürleşme
siyasetlerinin parti veya partiler modelinden vazgeçmek zorunda olduğunu
biliyoruz. Ancak komünist partilerin salt içi boş bir eleştirisi hatta ikizi ya
da gölgesi olan anarşist biçimlere gömülmeden yani kızıl bayrağın ikizi/gölgesi
olan kara bayrağa sarılmadan “partisiz” bir politika izlenmesi gerektiğini de
biliyoruz”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[11]</span></span><!--[endif]--></span></a>
diyen Badio aynı eserin bir başka bölümünde “parti aynı zamanda devlet
iktidarının ele geçirilmesine yönelen merkezileşmiş ve disipline edilmiş bir
kapasitenin düzenleyicisidir” diyerek tutarsız söylemini sürdürmektedir. Oysa
mesele hangi ideolojik bayrağın özgürlüğün temel güvencesi olduğundan çok,
tarihin ıskartaya çıkardığı yol ve yordamları sorunsallaştırmak ve ne
istemediğini artık çok iyi bilen bir kuşağın özgürlük mücadelesine cevap olabilecek
örgütlenme aparatlarını yaratmaktır. Bunun yolu belki de Deleuze ve Guattari’nin
vurguladığı gibi devletin sınırlarından sürekli olarak kaçan
yersizyurtsuzlaşmış göçebe savaş makinelerine dönüşmekten geçmektedir. Deleuze
ve Guattari’nin özgürlükçü bir politikanın göçebe, moleküler ve rizomatik
özelliklerine yaptıkları vurguların günümüzün çağdaş anti-kapitalist
hareketlerinde billurlaştığını söyleyebiliriz. “Merkezileştirilmemiş, lider
yoksunu, şebekelenmiş çok sayıda anti-kapitalist hareket kesinlikle rizomatik
yapıdadır. Dünya Sosyal Forumu’nun, manifestosu olan bir parti için bir temel
oluşturmak yerine bir açık alan süreci olarak sürdürülmesinin, otoriter yapılar
ve temsilci mekanizmalara karşı olan şüpheden kaynaklandığı aşikârdır ve bu da
Deleuze ve Guattari’nin sosyal ve politik yaşamın moleküler boyutlarına ve
yeryurt edinmenin tehlikelerine yaptığı vurguyla yakından ilişkilidir”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref12" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[12]</span></span><!--[endif]--></span></a>.
Platon’da bu yana süregelen hâkim düşünce eğilimi, dünyayı varsayılan bir
ideale ne kadar uyuştuğuna bakarak anlamlandırmaya ve yargılamaya çalışmıştır
yani maddi gerçekliği, aşkın idealin bozuk, eksik ve düşük seviyeli bir
uyarlaması olarak görmüştür. Aşkın ideale uymayan toplumsal parçalar
törpülenmeye, düzeltilmeye veya son kertede kesilerek atılmaya çalışılmıştır. Deleuze
ve Guattari’nin geliştirdiği rizom ile ağaç arasındaki farkların analizi
düşünme türleri veya örgütlenme modellerinin geliştirilmesinde sürekli
başvurulan önemli bir mecaz olmuştur. Rizomlar, yeraltından başlayarak kökleri
ve sürgünleri boğumlarından itibaren çevrede geniş bir alan kaplayan yatay bir
ağa yayılacak şekilde büyür. Ağaçlar ise dikey şekilli olup kökleri dipte açık
bir şekilde belirlenmiştir. Gövdeleri, dalları ve yaprakları tepe kısmındadır.
Ağaç benzeri ya da “ağaç tipinde” sistemler; hiyerarşi, düzen ve durağanlık
özellikleriyle karakterize edilirken, “Rizomatik” sistemler, yataylık ve farklı
boğum ve noktalar arasındaki çoklu ve karmaşık bağlantılarla karakterize
edilir. Ağaç tipi düşünce, dünyaya aşkın bir pencereden bakarak nesnelere bir
Tanrı gözüyle yaklaşırken rizomatik düşünce, dünyaya yerden bakar.<o:p></o:p></span><br />
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Bütün Leninist tahrifatlara rağmen Marx için devrim, kapitalist devlet
aygıtını ele geçirmek değil, tam aksine onu kırmak ve parçalamak anlamına
geliyordu. Marx, ezilenlerin ilk liberter devrimi sayılan Paris Komünü için,
“ücretli emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayacak nihayet bulunmuş
siyasal biçim” demişti. Paris Komünü, farklı konsey, komün ve özerk örgütlenme
biçimlerinin yan yana varolduğu,emekçilerin öz yönetimine dayanan farklı
milletlerden militanların yönetim organizasyonunda görev aldığı enternasyonal
bir yönetim biçimiydi. O, mülksüz yığınlar açısından artık baskı ve
dayatmaların bittiği, doğrudan demokrasinin hayat bulması demekti. Komün, bir
anlamda devletin anti-teziydi. Kentin çeşitli ilçelerinden genel oyla seçilmiş
belediye üyelerinden oluşmaktaydı. Bu üyeler sorumluydular ve her an geri
alınmaları ol</span>anaklıydı. <span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Parlamentarizme karşı olan komün, yasama ve yürütmeyi kendi
varlığında cisimleştirdiği gibi, ilk kararnamesi sürekli ordunun ortadan
kaldırılması ve yerine silahlı halk milislerinin konması olmuştu. Marx,
“Fransa'da İç Savaş” adlı yapıtında "Paris Komünü, özellikle bir şeyi,
işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi amaçlar için
kullanmakla yetinemeyeceğini' kanıtlamıştır" demektedir. Yine aynı Marx, “18.
Brumaire”de devlet aygıtına atıfta bulunarak “Bütün devrimler, şimdiye kadar
devlet makinesini yalnızca daha da mükemmelleştirdiler; oysa aslolan onu
yıkmaktır. Dönüşümlü olarak iktidar mücadelesi veren partiler bu devasa devlet
yapısının ele geçirilmesini, kazananın en önemli ganimeti saydı” değerlendirmesini
yapmaktadır. Marx için gelecekteki toplumsal devrimin hedefi, geçmiş
devrimlerin örneğinde olduğu gibi,
devlete –“bir ganimet gibi” – sahip olmak değil, devletin bürokratik
/askeri aygıtının yıkımıdır. Paris komününün güncel önemi ve özgürlükçü değeri
“burjuvaziye karşı uzlaşmaz mücadele, devletçilikten kopuş, anti-bürokratiklik,
doğrudan demokrasi ve politik çoğulculuk ile kendi tarzında biricik olan bu
devrimci deneyim içinde birleşmiş güçlerin çeşitliliği”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref13" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[13]</span></span><!--[endif]--></span></a>
özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Kısacası Marksist teoriye içkin kimi
özgürlükçü damarları genişleten okumalar yapmak her zaman mümkün olduğu gibi,
başka bir siyasal meşrebin kendi politik stratejileri doğrultusunda, bir dizi
otoriter, bilimci, Avrupa-merkezci ve cinsiyetçi destekler bulması da şüphesiz
mümkündür. Bu günümüzde komünizmin, devletin ötesinde ve eşit bir yaşamın ufku
ve arzusu olma özelliğinden hiçbir şey kaybettirmez. Bütün bir sol tarihin
yaşanmış derslerinden çıkarılan temel ve belki de en önemli sonuçlardan biri
komünist olmanın her türlü devlete karşı olmak anlamına geldiğidir. Çünkü
devlet, her koşulda emeği ve dışlananları normal veya istisnai yöntemlerle
sermayeye tabi kılan ve toplumsal çatışmaları disipline eden egemen sınıfların
veya siyasi elitlerin kırbacı olma özelliğini koruyacaktır. Devlet, artık
disipliner düzenlemeler yerine çeşitli kontrol şebekeleri aracılığıyla
hükmediyor olsa da devletin en katıksız özü hala polistir. Sömürü, baskı ve
ırkçılık köprüsünden geçmeyen hiçbir devlet yoktur ve tarih boyunca da
olmamıştır. Her devlet, kurulu düzeni koruyabildiği ve kurumlaştırabildiği
oranda var olur. Günümüzün postmodern liberal devleti, Marx’ın deyimiyle
“bizzat büyüyle çağırdığı yeraltı dünyasının güçlerini artık kontrol edemeyen
bir büyücü gibidir”. Devleti ve diğer yerleşik düzenleri en çok tehdit eden
eylem, başka bir hiyerarşik yapı kurmayı reddeden ve kodlanmasına izin vermeyen
eylemdir. Bütün mesele bu eylemi yaratmaktan geçmektedir. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Ne Kibirli Evrenselcilik
Ne de Baskıcı Kültürcülük!<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><i><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"> “Tarihsel ilerleme anları hiç kimseye ait
değildir çünkü herkese aittir” </span></i></b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">[Susan Buck-Morss]<b><o:p></o:p></b></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Belli bir siyasal özneyi ve coğrafyayı esas alan “evrensel” tarih
anlatılarının içerdiği ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi ve sömürgeci örüntülerin radikal
eleştirisi, Batı dışı dünya’yla eş zamanlı olarak gelişen “öteki” modernleşme
süreçlerinin de keşfedilmesini veya daha görünür olmasını beraberinde
getirmiştir. Marksizmin içine doğduğu Aydınlanma felsefesi, ilerlemeci tarih
anlayışının iyimser öngörüleri ve Marksist tarih anlatısının Avrupa-merkezli
karakteri Marksizmin başka coğrafyalardaki ırk, cinsiyet, din ve etnik temelli
toplumsal mücadelelere bakışını ve bu mücadelelerin sınıf mücadelesiyle
bağlarını, tarihsel düğümlerini anlamayı sürekli sorunlu kılmıştır. Foucault’un
veciz ifadesiyle “Marksizm balığın suda yaşaması gibi 19. Yüzyılda yaşamıştır”
Marx’ın kapitalizm öncesi veya Batı dışı toplumlara ilişkin bilgileri teorisine
uygun seçmeci bir nitelikte olup ve çoğunlukla oryantalist ve sömürgeci
seyyahların yazdığı kaynaklara, raporlara dayanmaktaydı.Marx’ın Doğu toplumları
hakkındaki tezlerinin kaynaklarını ayrıntılı ve belgelere dayanarak ortaya
koyan Lütfi Sunar bu kaynakları: ”Aydınlanma düşünürleri ve özellikle İngiliz
ekonomi politikçiler, başta Hegel olmak üzere Alman düşünürleri,
seyahatnameler, sömürge görevlilerinin raporları ve eserleri ve 1870 sonrası
etnolojik çalışmalar”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref14" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[14]</span></span><!--[endif]--></span></a>
olarak sınıflandırmaktadır. Marx, Batı’nın aktif ve değişimci, Doğu’nun ise
pasif ve durağan olduğuna inanmaktaydı. Marx, Ernest Mandel’in tabiriyle
“Batı’da gelişme çizgisine Doğu’da gelişmeme çizgisine” bakmaktaydı. Marx’ın
Doğu toplumlarına yönelik temel tezi: Şark despotizminin damgasını vurduğu
merkezi, bürokratik devletin varlığı, özel mülkiyetin ve dolaysıyla sınıfların
yokluğu, kırdan ayrışmış şehirlerin yokluğu, devlet karşısında gelişmiş bir
sivil toplumun yokluğu ve sonu gelmez bir durağanlığa mahkûm toplumlar olmaktan
ibarettir. Marx, Hegel’den ödünç aldığı kavramla Doğu toplumlarının bir tarihi
olmadığına inanmaktaydı. Hegel, toplumlar tarihini insanın biyolojik gelişim
aşamalarına benzeterek, “Doğu’yu çocukluk aşaması, Antik Yunanı ergenlik
aşaması, Batı toplumlarını da olgunluk aşaması” olarak ele almıştır. Marx’a
göre kapitalizm sömürgecilik aracılığıyla Doğu’yu içinde bulunduğu durgunluktan
kurtaracak ve tarihe katacaktır. Bu bağlamda en çok tartışılan “Hindistan’da
İngiliz Egemenliği” adlı makalesinde Marx, İngilizlerin toplumun iktisadi
temellerini sarsarak Hindistan’da ilk ve biricik toplumsal devrimi
gerçekleştirdiğini ve onları yarı-barbar durumdan çıkararak uygarlığa doğru
ilerlettiğini söylemektedir. Marx’ın Doğu toplumlarına atfettiği siyasi, sosyal
ve iktisadi özelliklere göre bu toplumların kendiliğinden bir ileri aşamaya
geçmesi mümkün değildir. Marx, Avrupa’da kapitalizm yolunda çekilen sefalet ve
acıyı tarihsel gelişmenin doğal bir yasası olarak gördüğü gibi sömürgeciliği de
bu çerçevede değerlendirmektedir. Marx, Batılı sömürgecilerin ilerici rolüne
olan inancı dolaysıyla sömürgelerde Batılı kapitalist güçlere karşı verilen
bağımsızlık mücadelelerini onaylamamış, İngiltere’yi toplumsal devrimin
temellerini atan “tarihin bilinçsiz aleti” olarak görmüştür. Emperyalist tahakküme
ve sömürgeci işgallere karşı “Üçüncü Dünya”da baş gösteren ulusal kurtuluş
hareketleri ve Avrupa kıtası dışında gerçekleşen sosyalist devrimler “Kapitale
karşı” devrimler veya mücadeleler olarak görülmüş zamanla Marksist teorinin
gerçeğe göre yeniden bükülmesini zorunlu kılmıştır.“Siyah Marksizm<i>”, </i>Marksizmin Batı’da gelişen kapitalizm
ile dünyanın öteki bölgelerinde gelişen emperyalizm ve köleliğin küresel
sistemi arasındaki bağlantıyı anlamakta başarısız olduğunu ısrarla
vurgulamıştır. Bu bağlamda Robert Young daha da ileri giderek Marksizmi Batı
sömürgeciliğini meşrulaştıran “beyaz mitolojiler” den biri olarak görür: ”Marksizmin,
rasyonel bir dünya tarihi sisteminin açılımı doğrultusundaki evrenselleştirici
anlatısı Avrupa emperyalizmi tarihinin negatif bir biçiminden başka bir şey
değildir. Sonuçta Afrika’nın tarihinin olmadığını ilan eden Hegel ve İngiliz
emperyalizmini eleştirse bile, İngiliz sömürgesi oluşunun nihayetinde Hindistan
için en iyisi olduğunu, çünkü İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’a Batı
tarihinin evrimsel anlatısını getirdiğini söyleyen de Marx’tı”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref15" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[15]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Kısacası
Marx, kapitalizm öncesindeki ve dışındaki her şeyi kapitalizmden hareketle ele
almış ve kapitalizmle sonlanacak şekilde kurgulamıştır.Bu miras yıllarca
komünist hareketin ulus mevzusunda özgün bir politika üretememesine ve
sömürgelerdeki eşitlik talepleriyle, ırkçılık karşıtı politikalarla özgürlükçü
bir bağ kuramamasına yol açmıştır. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ilk
kez 1896’da Londra’da toplanan İkinci Enternasyonalin dördüncü toplantısında
ele alınmış ve 1903’te Rus Sosyal Demokrat İşçi Parti’sinin ikinci kongresinde
de programa alınmıştır. Ancak Marksizm’in ulusal sorunlara yaklaşımı ideolojik
bir destek olmaktan ziyade başından itibaren pragmatik ve taktiksel bir
çerçevede olmuştur. Lenin, Sovyet Rusya’ya yönelmiş kapitalist dev ulusal
ittifaklar karşısında yeni doğan ulus-devletlerin desteğini kazanmak, kapitalist
bloka karşı yeni mevziler elde etmek ve “halkların hapishanesi” olarak bilinen
Rusya’da halkları bir arada tutmak adına “ezilen uluslar”ın mücadelesini
desteklemek zorunda kalmıştır. Reel sosyalizm dönemi boyunca anti-emperyalizm
adı altında yıllarca otarşik devlet yapılarını destekleyen, yörüngesinden çıkan
devrimleri bastıran, yurtseverlik ideolojisiyle sola her türlü milliyetçi
virüsü taşıyan, Rus ve Çin şovenizmine ve sosyal emperyalizmine ideolojik
kılıflar hazırlayan bir resmi sosyalist politika izlenmiştir. “Üçüncü Dünya”
ülkelerinde sosyalizm adı altında uygulanan “kalkınma modelleri” daha fazla
bağımlılık ve daha fazla sefalet üretmekle sonuçlanmıştır.</span><br />
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"> <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Marksizme yönelik eleştiriler sadece sömürgeler ve ırk bağlamındaki
eleştirilerlesınırlı olmayıp tarihin merkezine oturtulan modern prens
“proletarya”nın toplumsal cinsiyet ideolojisiyle olan bağı dafeminist hareket
tarafından yoğun eleştirilere tabi tutulmuştur. 1970’leden itibaren “tarihten
saklanmış” kadınların sınıfsal bakımdan olduğu kadar cinsiyet bakımından da
ezilen ve sömürülen bir cins olduğunu görünür kılmak feminizmin önemli mücadele
alanlarından biri olmuştur. Sömürü mekânı olarak fabrikayı, devrimin öznesi
olarak ta sanayi proletaryasının güçlü, pazulu erkeğini
görenMarksizmin,kapitalizmdeki cinsiyetçi işbölümüne ve sınıfsal
eşitsizliklerin küresel bir cinsiyet rejimi şeklinde işleyen niteliğine yönelik
körlüğü ve kadının ev içi emeğini “üretken emek” olarak görmemesi
sosyalist-feminist eleştirilerin sürekli odağında olmuştur. “Patriyarkal
kapitalizmin” üretim dünyasında, kadınların dünyadaki toplam işin üçte ikisini
yapıp dünya gelirinin sadece onda birini kazanıyor olması ve dünyadaki üretim
araçlarının sadece %1’i üzerinde kontrol sahibi olması küresel cinsiyet
rejiminin tartışmaya yer bırakmayan somut bir fotoğrafını sunmaktadır. Claudıa
Von Werlhof, “Kapitalizmin doğuşuyla yaratılan “doğa” kavramının, maliyetlerden
muaf ekonomik bir doğa tanımınaoturduğunu, yani sınırsız biçimde ele
geçirilmesi serbest olan herşeyin “doğa” olarak görülmeye başlandığını ve
“doğa” kavramının kadınları, dünyayı, suyu ve diğer “doğal kaynaklar” ile yerli
halkları, toprağı ve sömürgelerdeki halkları da içerdiğini”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref16" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[16]</span></span><!--[endif]--></span></a>
vurgulamaktadır. Ayrıca kadınların ev-kadınlaştırılması, kadınların sahip
oldukları kaynakların çalınması, sosyal ağlarının yıkılması ve ücretsiz bir
hizmetçi konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir. Kadınların erkeklerin
fiziksel mekânına hapsedilmeleri, kadınların erkeklerin kavramsal evrenine
kapatılmasını da beraberinde getirmiştir. Ev-içi sömürü, hane ile sınıf
arasındaki ilişki toplumsal mücadelenin önemli bir alanı olmuştur. Ev, emek
gücünün kapitalist üretimin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik düzenlenmesi ve
kuşaklararası biçimde yeniden üretilmesinin kilit mekânıdır. Kapitalizm ve
patriyarka, toplumsal yaşamın her alanında birbirleriyle etkileşim içinde
bulunan toplumsal ilişki sistemleridir; toplumsal cinsiyet dolaysıyla “üretim
ilişkilerinin” bir parçasıdır. Kısacası ucuz, güvencesiz ve düzensiz kadın
emeği kapitalizmin can suyu haline gelmiştir. Kapitalizmin en büyük yedek
ordusu ve yeni proletaryası artık “kadınlar sınıfı”dır. Feminist politika,
kapitalist endüstriyel sistemin kadın emeğini sömüren ve değersizleştiren
yapısını etkili bir şekilde görünür kıldığı gibi, sistemin kadın bedeni
üzerindeki disipline edici tekniklerini, kadın bedenini metalaştıran arzu
politikalarınıda açığa çıkarmadaönemli bir yol kat etmiştir. Çünkü kapitalist
pazarda erkeklerin sadece işgücü meta haline gelirken, kadının bütün varlığı
meta haline gelmiştir. Kapitalizmin özel yaşam alanlarını kolonileştiren ve bu
alanlardan beslenen özelliklerinin bir analiz ünitesi, bir politik ödev haline
gelmesi yine feminizmin kararlı politikası sayesinde mümkün olmuştur. Radikal feminizm, kapitalizmi hiçbir yerinden
su sızdırmayan bütünsel bir dünya sistemi şeklinde kavramak yerine, bin bir
çeşit kapitalizm sureti olduğundan hareketle kapitalizmi parçalı ve
çatlaklarında başka türlü bir politikaların da her daim mümkün olduğu<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftnref17" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[17]</span></span><!--[endif]--></span></a>
şeklinde ele almıştır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Sonuç<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Günümüzde özgürlük söyleminin artık “evrensel” sınıf ve öznelerin
içinden konuştukları sıcak yuva epistemolojileri veya meta anlatıları temel
alması mümkün olmadığı gibi bütün toplumsal bölünmeleri birleştiren ve
sabitleyen “evrensel” söylemlerin yerini indirgenemez kimlik ve söylemler
aracılığıyla kuran çeşitli politik öznelere bıraktığını söyleyebiliriz. Kahramanca
sınıf mücadelesi çağı yerini bir sınıf çözülmesi çağına bırakmış durumdadır.
Kapitalist ideologların vazettiği gibi ölen “sınıf” değil, sınıfa yüklenen
misyondur. Sınıfı, toplumsal ilişkilerin merkezi faili olarak kuramlaştıran tüm
teoriler krizdedir. Toplumu endüstriyel ekonomi merkezli homojen veya hegemonik
bir kapitalist oluşum, sınıfı ise bu merkezden kaynaklanan bir toplumsal ilişki
olarak kuramlaştırmanın özgürlük siyasetine bir alet çantası olması artık
mümkün değildir. Afrika ve Asya’daki
eski kolonilerin, Avrupa-merkezli anlatılardan sökmeye çalıştıkları tarihleri
ve kendi, ‘öteki’ modernizmlerini keşfetmeye başlamalarıyla ortaya çıkan
post-kolonyal eleştirilerden radikal teoriler de fazlasıyla nasibini almıştır.
Özellikle “Maduniyet Çalışmaları”; “evrensel sınıf anlatısı”nın Batı dışındaki
halkların, siyah ırkların, kadınların, madun sınıfların ve eşcinsellerin
tarihte oynadığı rolü görünmez kılarak bu özneleri tarihin kıyılarına ittiğini
bunun sebebinin de sınıf anlatısının Avrupa-merkezci ve diyalektik bir tarih
anlayışının ürünü olmasından kaynaklandığını ortaya koymuştur.Bu bağlamda
Geleneksel Marksizmin sınıf siyasetinin en önemli başarısızlıklarından biri de,
öznelerin cinsiyetlendirilmiş ve ırksallaştırılmış bütünsel kimlikler içinde
konumlandırılmasını görememesi olmuştur. Birlik ve dayanışmanın temelini
aynılık olarak kuramlaştıran her yaklaşım, farklılıkların çözücü ve bölücü
zaferine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Çözüm; ne salt yerelden türetilen ve
başka hiçbir yere genişletilemeyen ve taşınamayan kategoriler üretmektir, ne de
tarih ve mekândan bütünüyle soyutlanmış kategorilere sığınmaktır. Kavramların
evrenselci kullanımını çürütmenin yegâne yolu, başka bir evrenselci iddiaya
başvurmaktır; yani, her tarihsel bağlamın kendine özgü eleştirel kavramlar
kümesi olduğunu göstermektir.<o:p></o:p></span><br />
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial; font-size: 10pt; line-height: 115%;">Devrimci bir kurucu politikanın kimlik mücadelesinden kaçmak yerine bu
mücadelelerin taşıdığı dönüşüm ve özgürleşme potansiyelinden öğrenmeyi tercih
etmesi zorunludur. Kimlik bir “boş gösteren” değildir. Kimliğin keşfi yalnızca
farklılığın keşfi değildir, aynı zamanda kolektif bir boyunduruğun ve vahşetin
de keşfidir.Kimlik politikaları çeşitli alanlardaki toplumsal eşitsizlikleri,
ayrım ve dışlama mekanizmalarını, toplumsal yaraları ve en önemlisi toplumsal
tahakküm haritasını açığa çıkarmada ve görünür kılmada fazlasıyla etkili
olmuştur. Her minör kimlik çoğu zaman iktidara karşı bir “göçebe savaş
makinası” olabilmiştir. Ancak kimlik politikası,
mağduriyet ve hınç duygularıyla bir araya gelen grupların özdeşlik kurduğu bir
aidiyet mağarasına dönüştüğünde veya sadece bir kimliğin kurtuluşu olarak
düzenlendiğinde kimlik bir “savaş makinası” olmaktan çıkıp bir egemenlik
aracına dönüşür. Kurtuluş ile özgürleşme asla aynı anlama gelmemektedir.
Kurtuluş, gerçekte olduğun şey olma özgürlüğü için çabalarken, özgürleşme, ne
olabileceğini belirleme özgürlüğünü hedefler. Kimlik politikalarının radikal
özü, eşitsizliklerin, ayrımcılıkların ve köleleştirmelerin kökenlerine
saldırmak olduğu kadar varolduğu kimlikten de bir özgürleşme arayışıdır. Fanon,
“benim önerim renkli insanın kendisinden özgürleşmesinden başka bir şey
değildir” der. Sadece ırksal hiyerarşinin yıkımını değil, aynı zamanda ırkın da
ortadan kaldırılmasına işaret eden bu “kendinden özgürleşme” Fanon’un
terimleriyle yeni bir insanlığın da yaratımıdır. Asıl amaç, madunun egemen
üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak değil, bu ikiliğin kendisini yıkmak ve
bozmaktır. Qeer teorinin, yerini pekiştiren ve duvarlarını güçlendiren
kimlikleri istikrarsızlaştırması ve kimlik kategorisine getirdiği eleştirilerin
tamda bu noktada can alıcı önemi ortaya çıkmaktadır. Beyaz ırkın, egemen
sınıfın ve toplumsal cinsiyetin yarattığı kimliklere karşı savaşırken aynı
zamanda ırksallaştırılmış, cinsiyetlenlendirilmiş ve sınıfsallaştırılmış
düşünce ve performanslardan da özgürleşmeyi sağlamamız gerekmektedir. Kimliği
sabit veya eşsiz bir öz yerine heterojen ve açık uçlu bir performans, bir
akışkanlık alanı olarak düşünmeliyiz. Kimliksizleşme politikası, toplumsal
hiyerarşiler üretmeyen farklılıkları, tekillikler çoğulluğunu çoğaltmamıza
engel değildir. Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini
özgürleştirebilir. Ne olabileceğimizi keşfetmek için olduğumuz şeyi reddetmek
zorundayız.<o:p></o:p></span></div>
<div>
<!--[if !supportFootnotes]--><br />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>Bu
konuda Mart 2009’da Birbeck İnsani Bilimler Enstitüsü tarafından düzenlenen
“Komünizm İdeası” başlıklı konferansta sunulan tebliğler için: Bir İdea Olarak
Komünizm – Derleyen: A. Badiou& S. Žižek – Ayrıntı Yayınları</div>
</div>
<div id="ftn2">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>Jacques
Ranciére, Komünizmsiz Komünistler mi? s.192-199, A.g.e</div>
</div>
<div id="ftn3">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>Jacques
Ranciére, s.202</div>
</div>
<div id="ftn4">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
M.Hart ve A.Negri, İmparatorluk, syf.218</div>
</div>
<div id="ftn5">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[5]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
Ernesto Laclaou – Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim
Yayınları, s.247-248</div>
</div>
<div id="ftn6">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[6]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
Sınıf Mücadeleleri, Dennıs Dworkın, İletişim Yayınları, s.184</div>
</div>
<div id="ftn7">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20Ä°dea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[7]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>.Ranciére’in
Politik Olanı Yeniden Düşünme Girişimi: Sınıfsızlaştırma Mücadelesi Olarak Sınıf
mücadelesi, Özgür Soysal, Toplum ve Bilim dergisi, Sayı: 116, s.89</div>
</div>
<div id="ftn8">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[8]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>A.g.e
s.106</div>
</div>
<div id="ftn9">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[9]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>A.g.e
s.108</div>
</div>
<div id="ftn10">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[10]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
Solcu Hipotez: Terör Çağında Komünizm, Bruno Bosteels syf.62, A.g.e</div>
</div>
<div id="ftn11">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[11]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
Komünist Hipotez, Alaın Badiou, Encore Yayınları, s.126</div>
</div>
<div id="ftn12">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn12" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[12]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>Antikapitalizm
ve Kültür, Jeremy Gilbert, Ayrıntı Yayınları, s.205</div>
</div>
<div id="ftn13">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn13" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[13]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
Marx’ı Okumak, Versus Yayınları, Çeviri: Işık Ergüden, s.100</div>
</div>
<div id="ftn14">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn14" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[14]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
Marx ve Weber’de Doğu Toplumları, Ayrıntı Yayınları, s.74</div>
</div>
<div id="ftn15">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn15" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[15]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>Robert
Young, Beyaz Mitolojiler, Bağlam Yayınları</div>
</div>
<div id="ftn16">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn16" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[16]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>
Son Sömürge Kadınlar, İletişim Yayınları, s.20</div>
</div>
<div id="ftn17">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/ARTINET/Belgelerim/Downloads/Kara%20Kızıl%20İdea%20-%20Komünizm.docx" name="_ftn17" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Calibri;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%;">[17]</span></span><!--[endif]--></span></span></a>J.K.
Gibson-Graham, Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu, Metis Yayınları</div>
</div>
</div>
Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-60319961756270589932012-04-10T15:33:00.004-07:002012-04-10T15:40:16.186-07:00“Coğrafyanın Vatanlaşması” - Ramazan Kaya<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgag02fVTc802iGNBUSdKGY7dWw3JMYrHsQbED1bNen2KxghAeC4K2Pv2NvSMJa7ibi-LTM_jlOBCRvoe9-Icbbp__hj01JRgQ_9VzZUC4uMgaoOzwMo-Zta1H4y3_VDHVwBB3X6WMArV-U/s1600/kaos123-kapak00.jpg" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; font-weight: normal; line-height: normal; "><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 226px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgag02fVTc802iGNBUSdKGY7dWw3JMYrHsQbED1bNen2KxghAeC4K2Pv2NvSMJa7ibi-LTM_jlOBCRvoe9-Icbbp__hj01JRgQ_9VzZUC4uMgaoOzwMo-Zta1H4y3_VDHVwBB3X6WMArV-U/s320/kaos123-kapak00.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5729904960004740898" /></a><p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><b style="font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif"">Ulus Mekânını Arıyor</span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><i><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif"">“Tarih ilk önce coğrafyadır”</span></i><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%; font-family:"Arial","sans-serif""> [Michelet]<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family: "Arial","sans-serif"">Modern ulus-devletlerin tarihi, bir bakıma mekânın farklı kesitlere bölünerek düzenlenmesi, isimlendirilmesi, sınırlandırılması ve yönetilmesi tarihidir. “Ulusu kimliklendirme ve coğrafyayı vatanlaştırma” projesi; coğrafyanın ulusun siyasal kimliğinin zemini olarak yeniden kurgulanması, belli bir mekâna içerisi ve dışarısı şeklinde sınırların kazınması ve toprağın “vatan”laşarak kutsanmasını gerektirmekteydi. “Vatan uğruna ölmek”, “ Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır”, “Vatana hayırlı evlat olmak”, “Vatan sağ olsun”, “Vatan namustur”, “Vatan haini” gibi dillere pelesenk olmuş uğursuz sözler, toprağın ulusun siyasal mülkü haline gelmesinin sonuçlarıdır. Vatan, “devlet eliyle inşa edilen etnik zemin”dir. Peter Vandergeest ve Nancy Lee Peluso’nun “iç mekânın vatanlaşması” olarak kavramlaştırdıkları süreç, devletin coğrafya üzerinde kontrol sahibi olması, iç mekânın örgütlenişini, isimlendirilişini, harita üzerindeki temsillerini ve coğrafi bilginin üretimini denetim altına alması demektir. Modern ulus-devlet tarihi ile birlikte coğrafya farklı bir önem ve anlam kazanmıştır çünkü ülkenin sınırları meşru iktidarın sınırlarının da göstergesiydi. Ulus-devletlerle birlikte hükümdarın malı olmaktan çıkarak “vatanlaşan toprak” herkesin ortak aidiyet zemini, “uğruna ölünecek bir değer” haline gelmiştir. Ernest Gellner’in de ifade ettiği gibi “ulus-devlet ideali siyasi zemin ile kültürel zeminin birbiriyle örtüşmesi” demektir. Bir ulusun kahramanlık anlatıları üzerinden tarihselleştirilmesi, o ulusa ait olduğu varsayılan toprakların vatanlaştırılması süreciyle paralel üretilmiştir. Ulus-devletin mekân üzerinde kurmak istediği otorite mekânı kategorize etmekle sınırlı olmayıp insanların yaşam dünyalarına da müdahale ederek onu yeniden tanımlamak ve biçimlendirmek anlamına gelmektedir. Mekânı uluslaştırmak bir anlamda sınırları çizilmiş bir coğrafyadan yola çıkarak yurttaşlık veya etnik kimlik temelinde bir ortaklık zemini yaratmak anlamına gelmektedir. “Coğrafya eğitiminin devlet tarafından toprağı ‘vatanlaştırma’ pratiği olarak kullanılması önemli bir noktadır. Haritalar, komşu devletler, doğal kaynaklar, siyasi sınırlar konusunda gelecek kuşaklara dönük kalıpların yayılmasına hizmet eden bu pratik ulusal kimlik oluşmasında başat rol oynar”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%; ">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Ulusal coğrafya, haritadan bilinen soyut bir mekânı vatanı olarak tahayyül etmeyi gerektirir. Dolaysıyla ulus-devlet ideali, soyut ve sınırlı bir mekânda kültürel değerlerin siyasi sınırlarla bütünleştirilmesidir. Benedict Anderson ünlü <i>Hayali Cemaatler </i>adlı kitabının “Nüfus Sayımı, Harita ve Müze” adlı bölümünde ulusal kimliğin bütünleştirici, soyutlayıcı ve sembolleştirici etkisine değinir. Özellikle kuşbaşı çizilmiş renkli siyasi haritalar ve köşeli bayraklar nereli olduğumuzu, kökenimizi, hangi topraklara ait olduğumuzu hayal etmemizi kolaylaştırmaktadır. Anderson, “bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir çünkü her millette fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, millet daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. Son iki yüzyıl boyunca milyon insanın, birbirlerini öldürmekten çok, böylesi sınırlı hayaller uğruna ölmeye razı olmalarını mümkün kılan şey, son kertede bu kardeşlikti”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%; ">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> demektedir. Kısacası her ulus-devlet belirli bir mekân aidiyeti üretmektedir. “Bu hissiyat “kuşaklar boyunca bizim olagelmiş bir toprağa” dönük bir aidiyet hissidir. İçinde şiirsel, romantik bir yurt güzellemesi barındırır. Ulusal toprakların hikâyesi kahramanlıklarla dolu bir etnosembolik geçmişin hikâyesidir. Yani ulusal mekân bazı toplumsal hatıraların belirli mekânlarla bütünleşmesidir, toprak ve ulus ilişkisi, “toplumsal hafızanın mekânsallaşması” ile kurulur. Ekonomik, askeri, siyasi faktörlerle çizilen ülke sınırları sadece bir siyasi çizgi değil, ortak çekilen acıların, zaferlerin ve kahramanlıklarla dolu bir mekânın hafızasıdır. Devlet, mekân üzerindeki kontrol mekanizmalarını işletirken soyut mekânı kullanır (rakamlar, kategoriler, haritalar, istatistikler); bu mekanizmalar dışlama, kuşatma, bölgelere ve gruplara ayırma, birleştirme ve adlandırmaya kadar giden birçok devlet pratiğini içine alır”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%; ">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Devlet mekâna her zaman soyutlama üzerinden bakar ve insanlar yaşadıkları deneyimler üzerinden buna karşılık verir. Ulusun mekânsallaşmasında kendinden olmayanı mekândan silen disimilasyonist bir siyaset izlenirken, mekânın uluslaşmasında ise tüm öğelerin tek bir kimlik içinde eritilmeye çalışıldığı asimilasyonist bir siyaset izlenmiştir. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><b><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif""> </span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><b><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif""><br /></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><b><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif"">“Türk Modernleşmesi”nde Vatan Algısı<o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><i><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif"">“Tarihsiz coğrafya hareketsiz bir cesede, coğrafyasız tarih vatansız bir serseriye benzer” </span></i><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family: "Arial","sans-serif"">[Sırrı Erinç]<i><o:p></o:p></i></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family: "Arial","sans-serif"">Osmanlı imparatorluğunun topraklarını bir arada tutan unsurların ortak kültür veya bir aidiyet bağı olmasından ziyade padişaha duyulan sadakat oluşturuyordu. Toprak padişahın mutlak mülküydü. Osmanlı topraklarını betimleyen haritalarda Lazistan, Ermenistan, Kürdistan gibi kavim adlarına bölünmüş bölgelere rastlamak mümkündü. Vatan kavramının devlet tarafından belirli bir aidiyeti sembolleştiren şekilde ortaya çıkması ilk kez Tanzimat’tan sonra İkinci Abdülhamit döneminde rastlanmaktadır. Anadolu topraklarının Türklerin vatanı olarak tasavvur edilmesi bu dönemde başlamıştır. Dolaysıyla Anadolu Türklüğünün Kemalizm tarafından icat edilmediğini bu fikrin kökeninin Osmanlı’nın son dönemindeki Türkçü akımlara dayandığını söyleyebiliriz. Yani Anadolu ve Orta Asya algısı Türkçü fikriyat ile başlayan ve Kemalizm ile olgunlaşan bir fikirdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde kaybedilen toprakların yarattığı savunmacı refleks sonucunda ‘İttihat ve Terakki’ kadroları vatan kavramına militarist anlamlar yükleyerek, vatanı ordu tarafından himaye edilen kutsal bir emanet haline getirmişlerdir. Bu algı Cumhuriyet döneminde de güçlü bir şekilde varlığını korumuş, Türk ulusçuluğunda “asker-millet” mitosu merkezi bir rol oynamıştır. Türk modernleşmesi, “ulusun hizmetinde bir ordu değil, ordunun hizmetinde bir ulus” kurgusu üzerine bina edilmiş, vatan kavramı da, ideolojik mekânsallık, militer ve savunmacı bir anlam dünyası içine yerleştirilmiştir. Pantürkizm’in hezimeti ve Anadolu’nun işgali sonrasında çarpışan vatan imgeleri ortaya çıkmış, 1920’lerden itibaren Kemalist hareket İttihatçı siyasetin pan-türkçü vatan tahayyülüne sırtını dönerek Anadolu’ya odaklanan bir ulusal siyaset izlemiştir. Kısacası “Büyük Türkçülük” kaybederken, “Küçük Türkçülük” kazanmıştır. Milli mücadele dönemi boyunca gelişen bölgesel direnişler ortak bir vatan bilincinden bağımsız olarak gelişen, din veya kültürel unsurların kaynaklık ettiği yerel hareketlerdi. Milli mücadele dönemini belgeleyen metinlerde vatanın “Türklük” paydasından çok “anasır-ı İslamiye” paydası altında tanımlandığını görürüz. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte çeşitli etnik, kültürel ve dini topluluğun var ettiği bir Anadolu kimliği yerine Misakı Milli sınırları olarak bilinen homojen bir “Türk vatanı” tasavvuru hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Sevr antlaşmasının tetiklediği “bölünme” fobisi, savunmacı, milliyetçi ve monoblok bir Müslüman-Türk kimliğine dayalı militarist bir vatan algısı üretilmiştir. Türkiye’de mekânın uluslaşması adına izlenen siyaset; gayrimüslimleri disimilasyonist yöntemlerle vatanın dışına sürmüş (nüfus mübadelesi, zorla göç ettirme, soykırımlar), Kürtler, Çerkezler, Lazlar gibi Müslüman topluluklar da asimilasyonist yöntemlerle vatana dâhil edilmeye çalışılmıştır. Hasan Ali Yücel başkanlığında yapılan 1. Coğrafya Kongresinde (1941) ülke yedi bölgeye bölünmüş ve “Türk realitesine” uymayan yer adlarının ayıklanması veya dönüştürülmesi kararı alınmıştır. Anadolu’yu Türkleştirmenin bir parçası olarak Kürtçe, Ermenice, Rumca, İbranice, Süryanice vb. dillerdeki yer isimleri coğrafyadan silinerek Türkçeleştirilmiştir. Ayrıca uygulanan iskân kanunlarıyla Kürtlerin bir bölümü zorla Türk bölgelerine yerleştirilmiş ve kimi Türk boyları da Kürdistan’a yerleştirilerek Anadolu’nun Türkleştirilmesi adına her türlü asimilasyon politikası denenmiştir. Yani iç mekânın vatanlaşması, belli bir ulusal aidiyet kimliğinin üretilmesi ve sınır bilincinin yaratılması eşliğinde gerçekleşmiştir. Özetle “Türk Modernleşmesi”nin politik tahayyülünde; “<i>devlet </i>vatanın bütünlüğünü garanti altına alan bir aktör, <i>vatan</i> iç ve dış düşmanlara karşı korunan bir hâkimiyet alanı, <i>ulus </i>ise “makbul vatandaş”lardan oluşan ve asli etnik unsura ait olan bir kolektivitedir”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%; ">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a>.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family: "Arial","sans-serif""> </span></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family: "Arial","sans-serif"">Cumhuriyet tarihi boyunca yekpare bir vatan algısı olmadığını, belli dönemlerle sınırlı vatan imgelerinin ön plana çıktığını ve farklı siyasi akımların, edebi ekollerin temsil ettiği hümanist, milliyetçi, halkçı, islamcı, kültürcü vatan algıları arasındaki çatışma ve gerilimlerin bugüne dek varlığını koruduğunu söylemek mümkün. Örneğin “Ziya Gökalp için “Anavatan ulusal kültür demektir”. Gökalp’in fikirlerinde Turan ideali bir siyasi proje olmaktan çok romantik bir idealdir. Gökalp’in sentezinde üç farklı mekânın iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Birincisi Dil-kültür üzerinden kurulan düzlemde <i>milli vatan </i>(anavatan), ikincisi Örf-maneviyat-hars ve din üzerinden kurulan düzlemde Müslüman milletlerin yurdu anlamında <i>ümmetin vatanı</i>, üçüncüsü iktisat ve Batı tipi gelişmiş bir pazar ekonomisinin uyumunu kurmak anlamında <i>iktisadi vatan</i>. Bu üç vatan tarifi Gökalp’in <i>içtimai mefkürecilik</i> olarak adlandırdığı sentezin üç temel bileşenine denk düşmektedir: Kültürel Türkçülük (millet), İslami-tasavvufi ahlak (ümmet), modern Avrupa korporatizmi (devlet)”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftn5" name="_ftnref5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%; ">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Cumhuriyet tarihinin bir diğer önemli ideoloğu olan Fuat Köprülü’ye göre Türklüğün yurt sınırları ırk temelli olup “İstanbul’dan Kaşgar’a” kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Halide Edip Adıvar’da görece halkçı bir damar ön planda Adıvar’a göre de “Türklerin ulusal mekânı” yardım bekleyen Anadolu köyleridir. İslamcı Anadoluculuğu savunan Nurettin Topçu ve etnik Anadoluculuğu savunan Oğuz Arık’ta Anadolu, ulusal ruhun mekânıdır. Türkçü ve islamcı Anadoluculukların ortak noktası Türk ulusal tarihini 1071 Malazgirt zaferiyle başlatmalarıdır. Nurettin Topçu’ya göre “Anadolu’nun coğrafyadan vatana dönüşmesi İslam ile olmuştur, Türk eliyle İslam’ın ruhu Anadolu’da parlamadan önce burasının tarihi bir talan tarihidir”. 1960’lardan sonra gelişen ve temsilciliğini Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat’ın yaptığı “Mavi Anadoluculuk” olarak bilinen akıma göre Anadolu tüm uygarlıkların beşiği ve kaynağıdır. “Tüm medeniyetler buradan doğmuş ve yükselmiştir. Bu yaklaşıma göre vatancılık Cumhuriyet ile başlamıştır. Bu yüzden Mavi Anadolucular kimlik inşasında İslam inancını yok sayarak kadim Anadolu medeniyetlerine (Grek ve Roma mirası) ağırlık vermişlerdir. Bunun yanında Ege’nin tarihsel geçmişinden yola çıkarak Batılılaşmanın aslında öze dönmek olduğunu çünkü Batı uygarlığı kaynağının da Anadolu olduğunu savunmuşlardır”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftn6" name="_ftnref6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; line-height: 115%; ">[6]</span></span><!--[endif]--></span></a>. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><b><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif""> </span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><b><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif""><br /></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><b><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Arial","sans-serif"">“Kartografik Endişe”<o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family: "Arial","sans-serif"">Türkiye’de resmi müfredatın okuttuğu coğrafya kitaplarında Türkiye sürekli “topraklarında komşuların gözü olan bir ülke” olarak tasvir edilmiştir. Batıda Yunanlılar doğuda ise “bizi arkadan hançerleyen Araplar” ve Ermeniler bu “kartografik endişe”nin kaynağı olarak kodlanmıştır. Vatan imgesinin temel içeriğini, Osmanlı topraklarının dağılmasıyla başlayan, Cumhuriyete miras kalan ve günümüze dek gelen bu “kartografik endişe” oluşturmuştur. Türk ulusçuluğunun tarihsel algısına göre komşu ülkeler hep daha “büyük” olmak arzusu peşindedirler. Zaman zaman medyada yer alan “Büyük Yunanistan”, “Büyük Ermenistan” ve “Kürdistan”ı gösteren, çeşitli renklere bölünmüş Türkiye haritaları ve sürekli kaşınan “Sevr sendromu” bu endişeyi beslemeye devam etmektedir. 1990’lardan itibaren Kürt hareketinin kitlesel bir güç haline gelerek, varlığını ve taleplerini meşrulaştıran bir konum kazanması “bölünme” paranoyasını derinleştiren, “kartografik endişe”leri büyüten bir rol oynadı. Dış mihrakların Kürtleri maşa olarak kullanarak vatan topraklarını bölmeye çalıştığı söylemi, verili vatan algısını şekillendiren en baskın bileşen haline gelmeye başladı. Ayrıca Kürt hareketinin İran, Irak ve Suriye topraklarında örgütlenen bir hareket olması bu ülkelere yönelik endişeleri arttıran ve milliyetçi öfkeyi bileyen bir gerekçe de oluşturmaktadır. Günümüzde eşitlik ve özgürlük iddiası taşıyan her politik hareketin, toprağı “devlet eliyle inşa edilen etnik zemin”lerden temizlemeyi, coğrafyayı ulusun siyasal mülkü olmaktan çıkarmayı göze alması gerekmektedir. Vatanın dikenli sınırlarına takılan her özgürlük veya bağımsızlık tahayyülünün, yeni dikenli sınırlar çizmesi kaçınılmazdır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; line-height: normal; font-weight: normal; "><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family: "Arial","sans-serif""><br /></span></p> <div style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; font-weight: normal; line-height: normal; "><!--[if !supportFootnotes]--><b>Dipnotlar</b><br clear="all"> <hr align="left" size="1" width="33%" style="font-weight: normal; "> <!--[endif]--> <div id="ftn1" style="font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font:minor-latin;mso-fareast-font-family:Calibri;mso-fareast-theme-font: minor-latin;mso-hansi-theme-font:minor-latin;mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;mso-ansi-language:TR;mso-fareast-language:EN-US; mso-bidi-language:AR-SA">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, İletişim Yayınları, s.36<o:p></o:p></p> </div> <div id="ftn2" style="font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font:minor-latin;mso-fareast-font-family:Calibri;mso-fareast-theme-font: minor-latin;mso-hansi-theme-font:minor-latin;mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;mso-ansi-language:TR;mso-fareast-language:EN-US; mso-bidi-language:AR-SA">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yayınları, s. 15-22<o:p></o:p></p> </div> <div id="ftn3" style="font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font:minor-latin;mso-fareast-font-family:Calibri;mso-fareast-theme-font: minor-latin;mso-hansi-theme-font:minor-latin;mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;mso-ansi-language:TR;mso-fareast-language:EN-US; mso-bidi-language:AR-SA">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a> Sezgi Durgun, s. 64-66-70<o:p></o:p></p> </div> <div id="ftn4" style="font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftnref4" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font:minor-latin;mso-fareast-font-family:Calibri;mso-fareast-theme-font: minor-latin;mso-hansi-theme-font:minor-latin;mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;mso-ansi-language:TR;mso-fareast-language:EN-US; mso-bidi-language:AR-SA">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a> Sezgi, a.g.e. , s. 155<o:p></o:p></p> </div> <div id="ftn5" style="font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftnref5" name="_ftn5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font:minor-latin;mso-fareast-font-family:Calibri;mso-fareast-theme-font: minor-latin;mso-hansi-theme-font:minor-latin;mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;mso-ansi-language:TR;mso-fareast-language:EN-US; mso-bidi-language:AR-SA">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a> Sezgi, a.g.e. , s. 105<o:p></o:p></p> </div> <div id="ftn6" style="font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Yaz%C4%B1%20%C3%87antas%C4%B1/Co%C4%9Frafyan%C4%B1n%20Vatanla%C5%9Fmas%C4%B1.docx#_ftnref6" name="_ftn6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size:10.0pt;line-height:115%;font-family:"Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font:minor-latin;mso-fareast-font-family:Calibri;mso-fareast-theme-font: minor-latin;mso-hansi-theme-font:minor-latin;mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;mso-ansi-language:TR;mso-fareast-language:EN-US; mso-bidi-language:AR-SA">[6]</span></span><!--[endif]--></span></a> Sezgi, a.g.e. , s. 209<o:p></o:p></p> </div> </div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-35013451296908153952012-03-02T14:02:00.010-08:002012-03-05T16:14:09.300-08:00Ortadoğu’da Bir Karşı-Şiddet Pratiği: PKK<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6JcV43yX9MRVLXzWVm_38qZn6-4WE6sLaaLvFq-Oqtlaldar6jeKV6ZA81NM7I93N1KbIbGFs9fHTIIazVsSzDBvDQFWVkPZP4EyIMuUgFR-xR1Pjmf_cNsLFY9j695Nsw-_7Bdsq9MKH/s1600/qijikares51.jpg" style="font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; font-weight: normal; "><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 232px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6JcV43yX9MRVLXzWVm_38qZn6-4WE6sLaaLvFq-Oqtlaldar6jeKV6ZA81NM7I93N1KbIbGFs9fHTIIazVsSzDBvDQFWVkPZP4EyIMuUgFR-xR1Pjmf_cNsLFY9j695Nsw-_7Bdsq9MKH/s320/qijikares51.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5715429371989537698" /></a><p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b style="font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Şiddetin Anti-Sömürgeci Yansımaları</span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><i><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><o:p> </o:p></span></i></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><i><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">“Şiddet kusursuz bir meditasyon olarak görülebilir. Sömürgeleştirilmiş insan şiddette ve şiddet aracılığıyla özgürleşir. Bu praksis militanı aydınlatır, çünkü ona araçları ve amacı gösterir”</span></i></b><span style="font-size:10.0pt; font-family:"Arial","sans-serif""> [Frantz Fanon] <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">15 Ağustos 1984 tarihi, Kürtlerin yenilgilerle ve katliamlarla yüklü tarihinde devrimin başlama vuruşu kabul edilmektedir. Devlet şiddetinin imha edici sınırlara varıp her türlü siyasal kanalı tıkadığı 1980’lerin ortasında Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla varlığını duyuran PKK, Kürtlerin tarihinde yeni bir özgürlük sayfasının açılmasını müjdeliyordu. Kürdün bitmeyen karanlık gecesi sona ermişti. “Devletler Arası Sömürge” olarak kabul edilen bir coğrafyanın kurtuluşunun ancak “tarihte zorun rolü”yle mümkün olduğuna karar verilmişti. Şiddet, sömürge bir toplumun bağrından bağımsız ve özgür bir toplumu doğuracak “devrimci ebe” olarak selamlanmıştı. Eleştirinin silahları yerini silahların eleştirisine bırakmak zorunda kalmıştı. Aristokratların, dini liderlerin ve küçük burjuvaların öncülük ettiği yarım kalmış özgürlük rüyası, uzun süreli gerilla savaşıyla tamamlanacaktı. Öncü kadroların ülke topraklarının dışına çıkarak hareketi başka topraklarda inşa etmek stratejisi, hareketin tarihinde bir dönüm noktası, kilit öneme sahip en keskin öngörü olarak kabul edilmektedir. Hareketin güçlü bir toplumsal omurga oluşturması ve halk içinde kök salması genel itibariyle iki toplumsal olguya dayandırılmaktadır: Birincisi hareketin Kürdistan’da en alttaki sınıflara yani mülkiyetsiz ve iktidarsız çoğunluğa yaslanması, ikincisi ise hareketin silahlı mücadeleyi kararlı bir şekilde yürüterek kökleşmiş “devlet korkusu”nu yıkmayı başarması ve devlet iktidarıyla hesaplaşabilecek bir “karşı-iktidar” potansiyeline sahip olduğunu fiili olarak göstermesidir. Hareketin çıkış dönemlerinde sınıf temelli bir politikayı vurgulaması ve kadının kurtuluşuna yönelik çağrıları, hareketin özellikle topraksız köylüler, Türkiye metropollerine savrulmuş işçiler, işsizler ve yerel tahakkümün en büyük mağduru konumunda olan kadınlar arasında sempati halesinin genişlemesine ve bu kesimlerden koşulsuz destek bulmasına kaynaklık etmiştir. Hareketin içine doğduğu zamanların muhalif ruhu, kapitalizmin ve devletçi sol siyasetlerin kirli döşeğinde can çekişiyordu. Sosyalizmin küresel bir güç olarak siyaset sahnesinden çekildiği, anti-sömürgeci mücadeleler döneminin kapandığı, Türkiye’deki sol hareketlerin üzerinden 12 Eylül silindirinin geçtiği ölü zamanlardı. Ortadoğu’nun şiddet çölünde el yordamıyla yön bulmaktan başka çare görünmüyordu. Maocu gerilla stratejisiyle Kürdistan’da sömürgeci tahakkümün en zayıf halkası olarak kabul edilen kırlardan başlayarak kentleri kuşatmak silahlı mücadelenin temel hedefini oluşturmaktaydı. “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” ideali namlunun ucundaki zafere bağlıydı. Bunun yolu da sıkı bir disipline dayalı, uzun süreli halk savaşından geçmekteydi. Yani Ortadoğu’nun şiddet çölünde, özgürlük tohumlarının filizlenmesinin kan sularını gerektirdiği anlamına geliyordu. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Sosyalizmin ulusal sorunların çözümüne yönelik literatürü ve anti-sömürgeci mücadelelerin tarihsel deneyimlerinin PKK’nin şekillenme koşulları ve ideolojik yönelimi üzerindeki etkisi belirgin olsa da özellikle Anti-sömürgeci mücadelelerin siyahî peygamberi Frantz Fanon’un radikal şiddet tezleri hareketi derinden etkileyen, hareketin çözümleme diline baskın rengini veren en önemli tezlerdi. Fanon’u Kürtler açısından önemli kılan temel özellik, Fanon’un klasik Marksist kuramcılar gibi sömürgeciliğin sadece ekonomik analiziyle yetinmeyip, sömürgeciliğin kültürel yapılar ve sömürge kişiliği üzerinde yarattığı yıkıcı etkileri analiz etmeye odaklanmasıydı. Fanon, sömürge insanına seslenen bir kurtuluş çağrısı, bir özgürlük çığlıydı. Fanon’un metinlerini, “Zenci” sözcüğünün yerine “Kürt” sözcüğünü yazarak okumak, metinlerin Kürdistan özgülündeki güncelliğinden, isabetli çözümlemeler olma özelliğinden hiçbir şey yitirmemesi anlamına geliyordu. Zaman içinde Kürtlerin Sarı Fanon’u olarak kabul görecek İsmail Beşikçi Hoca, bu Fanonyan tezleri Kürt kişiliğine ve kültürüne uyarlamada saygın bir yere sahip olacaktı. Hareketi Fanoncu bir izlekten okumanın hareketi anlama yollarını çoğaltacağı kanısındayım. Çünkü Fanon’un yeni insanı yaratmaya ve şiddete yüklediği mesiyanik anlamlar, Kürt militanın kulağında büyülü bir yankı gibi çınlıyordu. “Şiddet bireysel düzeyde temizleyici bir güçtür. Sömürge insanını aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve pasiflikten kurtarır, ona cesaretini ve özgüvenini yeniden kazandırır.”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> Askeri kışlaların, polis karakollarının tüm toprakları parsellediği bir dünyada düşman hedefleri saptamak ve halkı o hedeflere karşı mobilize etmek hiçte zor değildi. Kısacası “sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır. Ayrım çizgisi, hudut, kışla ve karakollarla temsil edilir. Sömürgelerde, sömürgeleştirilenin resmi ve kurumsal muhatabı, sömürgecinin ve baskı rejiminin sözcüsü polis ve ordudur.”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> Yıllarca her türlü ayrımcı politikaya maruz kalmış, her hak talebi devletin çamurlu postalı altında ezilmiş, köy meydanlarında bok yedirilmiş bir halkın efendilerine şükran duyması beklenemezdi. Sömürge insanının öğrendiği ilk ders, kendi yerini bilmesi ve sınırları aşmaması gerektiğidir. Ayrıca geçmişte bozguna uğramış isyancıların direniş hikâyeleri, isyan liderlerinin uğradıkları zulümler kulaktan kulağa dolaşarak köy halkının yorgun belleğinde tüm canlılığını koruyordu. Baskılar sonucunda kaslarda biriken hınç, toplumsal uyanışın başlayacağı günü beklemekteydi. Kaslarda biriken gerilim o güne dek aşiretler arası çatışmalarda zaman zaman boşalsa da, öfkenin kızgın bir sel haline gelmesi ulusal mücadeleyle mümkün olacaktı. Anti-sömürgeci şiddet, bir anlamda yerel ihtilafları bitmesi ve toplumun bütün gruplarının birleşerek bir halkı ayağa kaldırması demekti. Fanon’un dikkat çektiği gibi “Baskı bırakın ivmeyi durdurmayı, ulusal bilincin gelişimini iyice artırır. Ulusal bilinç embriyon düzeyine ulaştığı andan itibaren ezenle ezilen arasında tek çözümün şiddet olduğunu gösteren kan banyosu bu bilinci pekiştirir.”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a> Ancak hareketin şiddet felsefesi basit bir şekilde efendinin yerine yerliyi ikame etmek değildi. Sömürgeci kirlerden, kölelik paslarından arınmış, özgür toplumu yaratacak özgür bireyi ortaya çıkartmaktı. “İlk kurşun” sadece sömürgeciye değil aynı zamanda sömürge insanın itaatkâr ve korkak ruhuna da sıkılmıştı. Devrim, eski sömürge insanının intiharı, yeni insanın doğum şafağı demekti. Kendini sürekli sömürgecinin yerinde hayal eden, aşağılık kompleksinin tüm benliğini kemirdiği, köklerine yönelik nefretle dolu sömürge insanının ruhu şiddetin kor ateşinde yıkanmaktaydı. Tarihin belki de en sabit, coğrafyadan coğrafyaya çok az değişen kategorilerinin başında sömürgeci iktidarların sömürge insanına yönelik kategorileri gelmektedir. Beyaz sömürgecilerin siyah derili insana yönelik ırkçı tasnifleri, aşağılayıcı sıfatları bu topraklarda yaşayan ‘biz’lerin kulağına fazlasıyla aşina gelecektir. “Bu nüfus patlaması, histerik yığınlar, insanlığın esamesinin okunmadığı bu yüzler, hiçbir şeye benzemeyen bu kara bedenler, başı sonu olmayan bu yığın, kimsenin değilmiş gibi görünen bu çocuklar, güneşin altına yayılmış bu tembellik, bu bitkisel ritim, bütün bunlar sömürge sözlüğünün parçasıdır.”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a> Öcalan’ın imzasını taşıyan “Kürdistan’da Kişilik Sorunu” adlı kitapçık bölgesel özgünlükler gösteren kişilik yapılarına tutulan anti-sömürgeci bir aynaydı. Yani içselleştirilmiş sömürgeci kategorilerin keskin bir çözümlemesiydi. “Kişilik çözümlemesi” argümanı hareketin vazgeçilmez eleştirel yöntemlerinden biri olarak bugün de tüm kadroların eğitim çalışmalarında varlığını sürdürmektedir. Yoğunlaştırılmış eğitim süreçlerinde hâkim sınıfların ve sömürgeci tedrisatın kişilikler üzerindeki olumsuz etkilerine odaklanmak, yeni insan tipini yaratmanın temeli olarak görülmektedir. Kürt silahlı direnişinin uzun erimli mücadele tarihi, hareketin başlangıç aşamasında öngördüğü toplumsal hedefleri gerçekleştirmeyi elbette sağlayamadı. Ancak, Ağa, Şeyh, Devlet ve Erkeğin Kürdistan coğrafyasında kurduğu geleneksel tahakküm ilişkilerinin sarsılması, kolektif kimliğin inşası, özyönetim kültürünün gelişmesi, kadının feodal çitleri yıkması, hiç-kimse olan insanların politik öznelere dönüşmesi, ölüm döşeğindeki bir dillin ve kültürün diriltilmesi ve direniş kültürünün çağdaş özgürlükçü damarlarla buluşması mücadelenin anti-sömürgeci hanesine yansıyan kazançlar olarak görülebilinir. Kısacası PKK, Kürdistan’daki kolektif iktidarsızlığın yok olması anlamına gelmektedir.</span> <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><br /></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><o:p> </o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><o:p> </o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><o:p> </o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Her Devrimin Çocuklarını Yeme Alışkanlığı</span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><i><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">“Özgürlük için savaş, özgür olmayan bir yapılanmada özgür olunmaksızın yürütülemez” </span></i></b><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 10pt; ">[Helmut Pohl – RAF]</span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Silahlı mücadelenin güçlü katılımlarla büyüyüp devasa bir siyasal organizasyonuna dönüşmesi, Leninist parti modelinin getirdiği katı hiyerarşi, kanatlı yılanın kendi kuyruğunu ısırması misali şiddetin zamanla “içeriye” dönmesine ve parti içinde iktidar savaşlarının, iç infazların baş göstermesine yol açacaktı. Abdullah Öcalan’ın güçlü liderlik kültü ve “kutsal” siyasal idealler etrafında örülmüş otoriter örgüt yapısı, her eleştirel düşünceyi veya karşı çıkışı kolayca sapma veya hainlik olarak değerlendirip, örgüt içi infazlarla sonuçlanan yaptırımlar uygulayabilmekteydi. Savaşçı kadro sayısının ve bölgedeki örgütlenme sahalarının genişlemesi, hareketin merkezi denetim gücünü zayıflatmaktaydı. Bunun doğal sonucu olarak belli olayların veya kişilerin sebep olduğu örgüt kazalarını sağlıklı bir şekilde analiz etmek gittikçe zorlaşmaktaydı. Belli coğrafik sahaların askeri temsilciliğine atanan “bölge sorumlusu” konumundaki kimi komutanların keyfi ve yetersiz uygulamaları, aşiretler arası husumetlere kimi kadroların aşiret kimliklerinden kaynaklı taraflı müdahaleleri, örgütün lojistik ve yerel bilgi kaynakları olan halk milislerinin yanlış bilgi ve yönlendirmeleri, liderlik kurumunun iktidarına yönelik tehditler paranoyası, adaletsiz vergi toplamalarına yönelik hoşnutsuzluklar, yıllarca bastırılmış ve hırpalanmış benliklerde şiddetin yarattığı narsizm, “kurban” bilançosunu katmerleyen sebepler olacaktı. Ayrıca örgütlenme ilişkilerinin kitselleşip akışkan hale gelmesi, kimliği ve amacı belirsiz bir sürü insanın harekete sızmasını kolaylaştırıyordu. Bu da belli istihbarat birimlerine veya bazı derin odaklara mensup şahısların örgüt yapısına sızarak, örgütün politik çizgisiyle örtüşmeyen bir dizi “karanlık” faaliyete bulaşmalarına, örgüt içi ihtilafları körükleyip örgüt içi çatışmalara dönüştürmelerine zemin hazırlamaktaydı. Kısacası devrimin kanlı değirmeni bazen de öz çocuklarını öğütmek için dönmektedir. Ortadoğu çölündeki şiddet anaforu isimsiz kahramanları içine çektiği gibi dokunulmaz efsane komutanlar da beklenmedik şiddet dalgalarından fazlasıyla nasibini almaktaydı. “Her devrim önce kendi çocuklarını yer” sözü, Kürdistan devriminde de sağlaması yapılmış bir “söz”dür.</span></p><p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><br /></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Şiddetin Sömürgeci Yansımaları</span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><i><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">“Sömürgecilik ne düşünen bir makine ne de muhakeme yeteneği olan bir bedendir. Sömürgecilik çıplak şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğer” </span></i></b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">[Frantz Fanon]</span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Kürt hareketi Türk devletinin kimyasını bozduğu gibi, Kemalist egemenlik paradigmasının da iflas etme bayrağı oldu. PKK’nin uzun süreli silahlı direnişi, devletin yönetememe krizini derinleştiren, savaş süresince kurulan bütün hükümetlerin siyasal meşruluğunu aşındıran ve devlet içinde bir dizi derin iktidar odağının da oluşma ve çatışma sebebi oldu. Devlet şiddetinin dayanılmaz sonucu olarak doğan PKK şiddeti, aynı zamanda daha azgın bir devlet şiddetinin de açığa çıkma sebebi olmuştur. “Balığı yakalayamıyorsan bari denizi kurut” politikası doksanların başından itibaren Kürdistan’daki devlet politikalarının temel kalkış noktası olmuştur. Devletin yönetememe krizinin derinleşmesi ve güvenlik politikasıyla sonuç alma süresinin uzaması Kürdistan’da “istisna hali”nin kural haline geldiği, hukukun ve her türlü insan hakkının askıya alındığı faşizan politikaların da miladı oldu. Agamben’e göre istisna hali kavramı, siyasal belirsizlik veya iktidarların yönetememe krizleri durumunda, siyasal düzenin devamının sağlanması adına hukukun kendini askıya almasıdır. İstisna kural haline geldiğinde, araç artık işleyemez ve hukuki-siyasal sistem ölümcül bir makinaya dönüşür. “Modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla, yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak ta tanımlanabilir.”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn5" name="_ftnref5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a> Kürtlerin yaşadığı bölgede “teröre karşı mücadele” adı altında uygulanan “Olağanüstü Hal Rejimi“ devlet şiddetinin zincirlerinden boşalması, bölgenin bir nevi toplama kampına dönüştürülmesiyle sonuçlandı. “Olağanüstü Hal” statüsünün, bölgede her türlü yasasızlığın kol gezmesi, faili meçhul cinayetler, yakılan ve boşaltılan köyler, mayınlı tarlalar, asit kuyuları, gözaltındaki tecavüz ve işkenceler, koruculuk sistemi, silah kaçakçılığı, uyuşturucu sevkiyatı anlamına geldiğini zamanla öğrenmiş olacaktık. “Olağanüstü Hal”, bu ülkede Kürdün azıttığı zamanlarda iktidarın yatağı altından çıkardığı sopanın adıydı. O sopanın yerine konulduğu bir dönemin olup olmadığı da aslında tartışma konusudur. Bugünler de kılıcı yere düşmüş, bütün kirli çamaşırları muhafazakârların şeridine serilmiş muzaffer ordunun, rejimin gerçek sahibi olma meşruluğunu yitirmesi, vesayet rejiminde gediklerin oluşması sanıldığı gibi muhafazakâr-demokratların bir başarısı değil, yıllardır süren iç savaşın durdurulamaz etkilerinin kaçınılmaz bir sonucudur.</span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Kürt silahlı direnişi, aynı zamanda egemen ulus kimliğinin çatırdaması, tüm eşitsizliklerin ve ayrımcılıkların üstünü örtmeyi başaran resmi ideolojinin çözülmesi anlamına geliyordu. Kürt hareketi ulus-çözücü bir muhalefet dinamiğiydi. Hareketin lokal bir isyan olmaktan çıkıp Türkiye’nin tüm bölgelerine yayılan bir çatışma ve hak arama mücadelesine dönüşmesi, cumhuriyet tarihi boyunca Türk kimliği dairesi içinde tarif edilen Kürtleri, muktedirlerin dilinde “Müstakbel Türk’ten, Sözde Vatandaşa” terfi edecekti. “Kürt meselesi ciddileştikçe köktenci milliyetçiliğin ‘Türklüğe geri kazandırma’ fikrini takip etmesi giderek güçleşti. Bu durumda, köktenci milliyetçilik-çe bir yerlerde hep muhafaza edilen ‘toptancı’ algıya gün doğdu. Köktenci milliyetçilik, artık Kürt kimliğinin inkârından, düşmanlaştırıcı bir “ikrara” geçebilirdi.”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn6" name="_ftnref6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[6]</span></span><!--[endif]--></span></a> Milliyetçi parti ve hareketlerin can simidi haline gelen iç savaş, kış uykusuna yatmış milliyetçi, ırkçı ve ayrımcı duyguların hortlaması, faşist seferberlik ruhunun altın baharını yaşaması demekti. Türkiye’deki iç savaş, ırkçı histerinin ülke sathına yayılarak linç, mekân yakma, yağmalama eylemlerine dönüşmesinin de giderek bahanesi haline gelecekti. Türk milliyetçiliğinin gerçek ötekisi Kürtler’di artık. Kürdistan’ın insan yapımı bir cehenneme dönüştürülmesiyle başlayan yoğun iç göç, metropollerde Kürt kimliğiyle karşılaşmayı ve yüzleşmeyi yaratacak, bu da egemen Türk’ün kolektif bilinçaltındaki Kürt imgesinin bütün suretleriyle gün yüzüne çıkmasını sağlayacaktı. Kürtlerin, Türklerin yaşam alanlarının kalıcı sakinleri haline gelmesi, her hürlü toplumsal kötülüğün ve geriliğin kaynağı olarak Kürtleri gören, kentlerdeki haksız kazanç ve gayri-meşru tüm işlerin müsebbibi olarak Kürtleri işaret eden, kriminalize edilmiş bir Kürt kimliğinin de üretilmesini doğuracaktı. “Türklerin yaşam alanını daraltan bir tehdit olarak algılanan bu Kürt ‘yayılma ve güçlenmesi’<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn7" name="_ftnref7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[7]</span></span><!--[endif]--></span></a> fikri, kentlerin periferisinde sefil hayatlar süren itaatkâr Kürtlerin zamanla iş dünyasında, sinema ve müzik sektöründe, medyada giderek görünür hale gelmesine yönelik endişe ve öfkelerin aleni bir şekilde ifade bulmasıydı. Kirli, çirkin, aksanlı konuşan bu insanlıktan az nasiplenmiş insan güruhunun güçlü, üreten, özür dilemeyen, mihnetsiz insan figürlerine dönüşmüş olması eski efendileri çileden çıkarıyordu. “O masum ve namuslu doğulu kardeşleri”ni temelli yitirmiş olmanın üzüntüsü, Kürt kaynaklı her vakada ırkçılığın ve ayrımcılığın azgın sularının sürekli kabarmasına yol açacaktı. Oysa Sartre’nin, sömürgeci beyaz ırkın mensuplarına sorduğu soruları Türk egemen kimliğine mensup milliyetçi insanların kendilerine sormasının tam vaktiydi. “Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman, ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine basarak önlerinde secdeye vardırdığı bu insanlar başlarını yerden kaldırdıkları zaman, onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık parıltısı mı?”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn8" name="_ftnref8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[8]</span></span><!--[endif]--></span></a><b>. </b>Milliyetçi ve Kemalist ideolojilerin bölgedeki iflası yani “Türklüğe geri kazandırma” rolünü tamamen yitirmeleri, iktidarın yeni Truva atı olan İslamcı cemaatlerin devreye girmesini sağladı. Devletin desteğiyle gittikçe palazlanan ve devlet içinde gizli bir iktidar ortağı haline gelen Fetullah Gülen Cemaati, devletin bölgedeki son asimilasyon umududur.</span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Kürt hareketi, Türkiye Solu’ndaki ayrışma ve bölünmelerin de temel ekseni oldu. Kürt sorunun varlığı ve Kürt hareketine yönelik yaklaşımlar solun genel itibariyle üç temel kümeye ayrılmasına yol açtı. Kemalizm’le gizli flörtünü sürdüren sol akım veya partilerin önemli bir bölümü ulusalcı bir sol çizgiye evrilerek tüm siyasal motivasyonlarını Kürt ve İslamcı karşıtlığına dayalı bir politikaya harcamaya başladılar. İkinci kümeye dâhil olan solda, liberal aydınlarla birlikte AKP hükümetinin iktidarı restore edecek reformlarına bel bağlayarak, bütün değişim umutlarını liberal İslamcılara havale etmiş durumda. Solun belli radikal geleneklerinden gelen kimi aydın ve örgütlerde Kürt hareketinin mücadele menzilinde yürümeye, Kürt hareketinin örgütlenme ve yenilenme modelinden esinlenmeye, ortak platformlarda belli hedefler birliği doğrultusunda müttefik bir güç olmaya çalışmaktadır.</span></p><p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><br /></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Şiddetin Analizi</span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><i><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">“Erk sahiplerinin şiddeti karşı şiddetten, yani zulme, sömürüye ve imhaya karşı kendini savunanların şiddetinden kesin olarak ayırt edilmek zorundadır. Bu isyanların şiddeti; şiddete başvuran bir siyasi direniştir. Hedefi, erki boşa çıkarmaktır” </span></i></b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-weight:bold">[Michael Brie]</span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-weight:bold">İktidarların kurumsallaşmış şiddetiyle, ezilenlerin varolmak ve belli eşitsizlikleri, adaletsizlikleri görünür kılmak, ortadan kaldırmak adına uygulamak zorunda kaldıkları karşı-şiddet arasındaki kalın fark Türkiye’deki muhalif politik pozisyonlar arasındaki uzlaşmaz farkların da temelini oluşturmaktadır. Ezilenlerin şiddeti, yasa-koyucu devlet şiddetine karşı bir anlamda Walter Benjamin’in “ilahi şiddeti”dir. Benjamin’e göre “Hukuk kurma, şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız değildir; şiddete bağlı bir amacı zorunlu biçimde ve içrek olarak, iktidar adı altında hukuk biçiminde ortaya koyar, dar anlamda doğrudan hukuk kurucu şiddete dönüştürür. Hukuk kurmak, iktidar kurmaktır, bu anlamda şiddetin dolaysız tezahür ediş eylemidir. Adalet ilahi amacın ilkesiyken, iktidar mitik hukuk kurma ilkesidir”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn9" name="_ftnref9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[9]</span></span><!--[endif]--></span></a>. Ezilenlerin devlete karşı giriştiği eylem biçimi savaştan çok bir kavga niteliğindedir. Deleuze'ün diliyle ifade edecek olursak kavga burada bir "yok etme istencine" değil, "kuvveti kuvvetle tamamlayan ve ele geçirdiği kuvveti zenginleştiren bir yaşamsallığa gönderme yapmaktadır. Foti Benlisoy “Şiddet ve Kolaycılık” başlıklı makalesinde, yapısallaşmış, kurumsallaşmış tahakküm ve sömürü odaklarının uyguladığı şiddetle bu şiddete maruz kalanların uyguladığı karşı-şiddetin aynı ahlâkî standartlarla değerlendirilemeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır. “Daha “politik” bir dille ifade edersek, yapısallaşmış, kurumsallaşmış tahakküm ve sömürü odaklarının uyguladığı şiddetle bu şiddete maruz kalanların uyguladığı karşı-şiddet aynı ahlaki standartlarla değerlendirilebilir mi? Şiddetin kategorik olarak kötü olduğu ve “nerden gelirse gelsin” kınanması gerektiğine ilişkin tutum, bu tarz soruları yok sayarak toplumsal çelişki ve mücadeleleri silikleştirmekte, tarafları bulanıklaştırmakta ve dolaysıyla bu mücadeleler içerisinde taraf tutmayı, etik bir pozisyon almayı engellemektedir. Dahası, “nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak, tümcesi ile özetlenen tutum, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örtmekte ve dolaysıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsaymaktadır. Bu eşdeğerlik bağlamında söz konusu tutum bizi toplumsal mücadele ve çatışmalarda etik ve politik bir tavır almaktan alıkoyacak ahlaki bir mutlakçılığa ve dolaysıyla kolaycılığa mahkûm edebilir. Dolaysıyla “ilkesel” şiddet karşıtlığı bütün etik görünümüne rağmen içerik itibariyle rahatlıkla ahlak dışı olabilir.”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn10" name="_ftnref10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[10]</span></span><!--[endif]--></span></a> Ezilenlerin karşı-şiddetini “terörist” kavramıyla gayrimeşru bir şiddet türü olarak kriminalize etmek bütün egemen iktidarların ortak özelliklerinden biri olagelmiştir. Ne zaman birileri devlet terörüne, faşizme, sömürgeci işgale karşı mücadele yürütse daima “terörist” veya “terörizm” terimleriyle damgalanmıştır. Yani terörist hâkim iktidarlar açısından her zaman ötekidir. Oysa “terörist resmen tanınmaya hakkı olmayan rakiptir. O, devletin elinden ‘meşru fiziksel şiddet tekeli’ni almaya çalışandır”<a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftn11" name="_ftnref11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[11]</span></span><!--[endif]--></span></a> Baudrillard’a göre terör, “kaza sonucu ölümü ortadan kaldırıp yerine sistematik ve örgütlenmiş ölümü koyan devletin, en yüksek aşamasıdır. “Terörizm” terimi, günümüzde gerek emperyal güçlerin küresel hegemonyasının meşrulaştırılmasında gerekse yerel direniş mücadelelerini etkisiz kılmakta sıkça başvurulan kullanışlı terimlerden biri olmuştur. Demokrasi veya insan haklarını korumak adı altında işgal edilen ülkelerin veya bastırılan özgürlük mücadelelerinin temel gerekçesini terörizme veya teröristlere yönelik operasyonların gerekliliği oluşturmaktadır. Bu da devlet şiddetinin ürünü olan; bombalanan kentleri, boşaltılan köyleri, gözaltında veya özel hapishanelerde uygulanan işkenceleri, tecavüz edilen kadınları, savaş için harcanan kaynakları ve yok edilen doğayı tartışılmaz ve görünülmez kılmaktadır. Yirminci yüzyıl boyunca, devletlerin sorumluluğu altındaki savaşlarda veya olaylarda en az 160 milyon savunmasız insanın öldürüldüğü istatistiği, kimin terörist veya sorgulanması gereken asıl şiddet kaynağının neresi olduğu sorusuna sanırım yeterli bir cevap sunmaktadır. Ancak devletin örgütlenme formunu veya yönetim mantığını kesintiye uğratan bir şiddet eyleminin özgürleşme imkânlarını çoğaltması devleti işlevsiz kılan ilişki formlarını yaratmasıyla mümkündür. Devleti ve diğer yerleşik düzenleri en çok tehdit eden eylem, başka bir hiyerarşik yapı kurmayı reddeden ve kendisinin kodlanmasına izin vermeyen eylemdir.</span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Sonuç:</span></b></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif"">Gelinen aşamada Kürt siyasal hareketi, bir taraftan Kürdistan’ı komünalist bir özgürlük projesinin deneysel mekânı haline getirmek, özerk siyasal ve ekonomik alternatifler üreterek devlet merkezli siyaset anlayışından kopmanın değişim işaretlerini vermekte, diğer taraftan örgütsel şiddeti sonuna kadar kullanarak devlet iktidarına kimlik taleplerini kabul ettirmeye, tanınma siyasetinin vazgeçilmez platformu olmayı korumaya çalışmaktadır. Sivil itaatsizlik eylemleriyle, doğrudan demokrasi deneyimlerini geliştirmek ve bölgede özyönetimci bir sosyalizmi yaratmak idealiyle, militarist devlet şiddetine boyun eğdirmek ve devletle cepheden savaşmaya olduğu gibi devam etmek stratejisi artık derin bir uzlaşmazlık arz etmektedir. Kürt siyasal hareketindeki özgürlükçü yönelimle, politik aktörlerin hareket üzerindeki hegemonyası arasındaki makas gittikçe açılmaktadır. Tabandaki taleplerin hareket çizgisini ne yönde etkileyeceğini ve en önemlisi silahlı mücadelenin geleceğinin ne olacağı muhtemelen önümüzdeki bir iki yıl içinde netleşecektir. Dağ kadrolarının elindeki silahların ve bu militan kadroların yerinin ne olacağı sorusunun cevabı, bütün uzlaşı veya politik projelerin hayat bulma şanslarını belirleyen temel parametre olacaktır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><span style="font-size:10.0pt;font-family:"Arial","sans-serif""><br /></span></p> <p class="MsoNormal" style="font-style: normal; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; font-size: 100%; "><b><span style="font-size:10.0pt; font-family:"Arial","sans-serif""><o:p> </o:p></span></b></p> <div style="font-family: Georgia, serif; font-weight: normal; font-size: 100%; font-style: normal; "><!--[if !supportFootnotes]--><span style="font-family: Georgia, serif; "><b>Dipnotlar:</b></span><br clear="all"> <hr align="left" width="33%" style="font-size: 100%; font-weight: normal; font-family: Georgia, serif; "> <!--[endif]--> <div id="ftn1" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Yayınları, s.98<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn2" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> Yeryüzünün Lanetlileri, s.44<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn3" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a> Yeryüzünün Lanetlileri, s.76<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn4" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref4" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a> Yeryüzünün Lanetlileri, s.49<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn5" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref5" name="_ftn5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a> Giorgio Agamben, İstisna Hali, Otonom Yayınları, s.10<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn6" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref6" name="_ftn6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[6]</span></span><!--[endif]--></span></a> Mesut Yeğen, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa, İletişim Yayınları, s.140<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn7" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref7" name="_ftn7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[7]</span></span><!--[endif]--></span></a> Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı – Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar, Birikim Yayınları, s.240<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn8" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref8" name="_ftn8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[8]</span></span><!--[endif]--></span></a> Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Versus Yayınları, s.26<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn9" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref9" name="_ftn9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[9]</span></span><!--[endif]--></span></a> Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine - Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Derleyen: Aykut Çelebi, Metis, s.36<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn10" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref10" name="_ftn10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[10]</span></span><!--[endif]--></span></a> Foti Benlisoy, Şiddet ve Kolaycılık, Birikim Dergisi, Sayı: 172 – Ağustos 2003<o:p></o:p></span></p> </div> <div id="ftn11" style="font-size: 100%; font-weight: normal; "> <p class="MsoFootnoteText"><span><a href="file:///C:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-5/Ortado%C4%9Fu%E2%80%99da%20Bir%20Kar%C5%9F%C4%B1-%C5%9Eiddet%20Prati%C4%9Fi%20-%20PKK.doc#_ftnref11" name="_ftn11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; ">[11]</span></span><!--[endif]--></span></a>Kızıl Ordu Fraksiyonu - Avrupa’da Gerilla Mücadelesi, Anne Steıner – Loic Debray, Metis Yayınları, s.147 </span><span style="font-family: Georgia, serif; "><o:p></o:p></span></p> </div> </div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-6689920116140882262012-02-01T13:55:00.001-08:002012-03-05T16:15:42.258-08:00Kürdistan’da Anarşist Olmak veya Eve Dönüşün İmkânsızlığı..<img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 226px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO0hNHy0l8dfcZB_MxGoq8KHTiIhWVYl0B_wkjmrzSYt9vlAu1reIEIk4hm-Wn2txD19EFhL6YUOe0eBz_1QHryFG7iRYM94L04hpylgKQqSmEwmhH0ZNKJgixuzrJF_qomq0LKky75Rt4/s320/091005112408.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5454938648540607730" /><div style="font-style: normal; font-weight: normal; "><em style="font-size: 100%; "><b><br /></b></em></div><div style="font-weight: normal; "><span style="font-size: 100%; "><b>“Evsizlik dünyanın kaderi olmaya doğru gidiyor”</b></span><span style="font-style: normal; font-size: 100%; "> [Martin Heidegger]</span></div><div style="font-style: normal; font-weight: normal; "><br />Erken öten galya horozuyduk, anti-sömürgeci direnişin kurtuluşu ve özgürlüğü vaat ettiği bir şafakta. Devletlû olma duygusunu doyasıya hiçbir zaman yaşayamamış bir halkın gövdesinden kopmuş birkaç “delinin” otoritenin kuyusuna, devletsiz bir dünyadan yana taşlar atması anlaşılır gibi değildi doğrusu. Kâh Kürtlerin kafası bulanmış haylaz çocukları olarak geçiştirildik, kâh devrimin ilk olarak yiyeceği “lanetli” çocuklar olarak damgalandık, kimi zamanda yerel otoritelerin siyasal öfkesini kabartan “vatan hainleri” olarak susturulmaya çalışıldık. Ya politik koroya dâhil olacaktık, ya da sesi kıstırılmış marjinaller olarak toplumun tenha kıyılarında yaşamaya razı olacaktık. Nede olsa devrime giden yolda, saf dışı kalanların kaderi devrimin postalı altında kalmaktan geçiyordu. Üçüncü bir taraf olmak, sömürgeci güçlerin oyununa gelmekti! Her politik eğilime devrim sonrası kurtarılmış o “özgür ülke”de yer vardı ancak. Oysa bizim için sorun tamda verili politik hedefler ve araçların o meşum özgürlüğü herkes için sağlayamayacağı iddiasıydı. Tüm eşitsizlik ve baskı türlerinin üstünü örten ulus denilen “hayali cemaat”in ağır paltosu altında soluksuz kalmıştık. Tikel yalnızlığımızı dillendirecek bir ses, toplum denilen tahakkümcü birlikteliğin ruhumuzda açtığı yara bereleri saracağımız bir koyak arıyorduk. ‘Kara’bahtımıza, karamsar ruhumuza, kara düşlerimize zaten aşina, karamı kara Anarşizm çıkmıştı. Peki, biz anarşizmin özgür çağlayanına hangi suları, hangi sarp yolları dolanarak varmıştık? Aydınlanma çağının mesihvari kurtuluş ilkeleriyle beslenmiş siyasal geleneklerin zembereğinden fışkırmış Marksist Solun dizi dibinde büyümüş çocuklardık. Kabul görmemiz gereken hatta dayatılan politik menzil belliydi: “Ya toptan kurtulacaktık ya da toptan yok olacaktık”. Sömürgeci iktidarlarca kuşatılmış bir coğrafyada, bütün toplumsal ve bireysel eşitsizliklerin bir tek müsebbibi vardı: sömürgeci devletler. “Devrim” denilen heyula Kürdistan dağlarının üzerinde dolaşıyordu bu kez, kahramanların ve ütopyaların öldüğünün muştulandığı bir çağda. Özgürlük rüyamız “kimliğin” renklerine boyanmıştı artık. “Biz” ile “Onların” kesişmeyen noktaları üzerine inşa edilmiş bir politik tahayyülün militanları olmalıydık. Dehşetin dokunulabilir olduğu, dile getirilemez acıların devlet karanlığına gömüldüğü o “yitik ülke” de kimliksiz ve mülkiyetsiz çocukların düşlerine “tarih meleği” olmak, kartopunun kısa sürede bir çığa dönüşmesini beraberinde getirmişti. Bir tarihimiz ve sınırları çizilmiş bir vatanımız yoktu görünürde. Oysa geçmiş zamanı adlandırmak, hükme bağlamak gerekiyordu şimdiki zamanı diriltmek için. Michel de Certau’ya göre tarih yazımı, Avrupalıların bilinmeyen öteki ile karşılaşmasından doğmuştu. Avrupa dışındaki dünyaların “keşfi” ve bunların “Batı”nın fiziksel, ruhsal ve hayali imgesine yerleştirilme gerekliliği tarih yazımını başlatmıştı. Avrupalı-olmayan toplumlara ilişkin “enformasyon” toplanması ve bunların çeşitli yollardan “sınıflandırılma”sı, bu ülke ve halkları denetleme stratejileri olarak belirlendi. Avrupalı-olmayan toplumları sınıflandırma, kaydetme, temsil etme, yeniden sunma ve işlemden geçirme doğrultusundaki kolonyal girişimler genellikle efendiler açısından kavranılamaz olan dünyalara çekidüzen verme ve bunları emperyal tüketime hazır hale getirme girişimleriydi. Sömürgeci “öteki”yle (Bu bizim için Türklerdi) karşılaşmak, onun dünyasına uzak bir zaman ve uzama yerleşmeyi sağlayacak bir madun tarih anlatısının yazılmasıyla “biz”de çok şükür tarihli bir halk olmuştuk! Alev Alatlı’nın “Türkler ve Kürtler şizofren halklardır, biri kendini sürekli tarihte arıyor, diğeri de kendisine sürekli bir tarih” sözü sanırım yaşadığımız toplumsal yarılmanın özlü bir özeti gibi duruyor. Üstelik varlığını bugüne taşımış ve farklılığımızın en somut göstereni olan bir dilimiz de vardı. Dil önemli bir dirençti. Dil bir sesin bir ortak geçmişin çağrılışıdır. Geleneğe itaatin yuvası veya kültürel farkın kodlanmasıdır. Dil belli bir yerden ve biri adına konuşur, belli bir uzamı, belli bir ortamı, belli bir aidiyet ve evindelik duygusunu inşa eder” (Göç, Kültür ve Kimlik – Iain Chambers, ayrıntı yayınları). Tarih, siyasal elitlerin politik hedefleri doğrultusunda her zaman ekinler gibi biçtiği, harmanladığı, kurguladığı, yeniden okuyup ve yeniden yazdığı hâkim bir anlatıdır. Dil, bu geçiş sürecinde, yorumlandıkça ve tercüme edildikçe yeniden hayat bulur. “Benin” varoluş çabası “ötekini” adlandırmayı ve zihin haritamızda bir yerlere konumlandırmayı gerektiren bir süreçtir. Adlandırmak ele geçirmektir çünkü bizler farklılıkları genellikle, sadece kendi dilimiz, bilgimiz ve denetimimiz dâhilinde kaldıkları sürece kabul etmeye yanaşırız. Kördüğüme dönüşmüş, renkli yamalarla tutuşturulmuş “biz” kimdik sahiden?<br /><br /><em style="font-style: normal; font-weight: normal; "><b>“Cennetin duvarları ne kadar yüksek tutulursa, cehennemin uçurumu da o kadar derinleşir”</b></em> [G.Agamben]<br /><br />Kim olduğumuz sorusuna doğru yanıtlar bulma arayışı, hayatımızı uzun bir süre bir eksiklikler kümesi, bir türev, bir eziklikler cenderesi olarak yaşamamız demekti. Kemalist modernliğe uyum sağlayamayan patolojik vakalardık, evdeki kültürle, okuldaki tedrisat arasında yarılmış bir bilincin algısıyla şekillendi anlam evrenimiz. Kemalizmin devlet dersinde ya öldürülmüştük ya da ikmale kalmıştık. Evdeki kimlik çarşıya uymuyordu. “Sömürge toplumlarındaki insanlar, kendilerini sömürgeci bakış açılarından seyreden yarılmış öznelerdir” gerçeğini, daha çocuk yaştan itibaren acı bir şekilde deneyimledik. Gençlik enerjimizin büyük bir kısmı “hiç bir yere” ait olamamanın buhranları içinde emildi. “Modern Beyaz Türk” gibi yaşamak ve kabul görmek ideali, esmer tenimizin ve kekeme dilimizin farklılık bariyerlerine tosluyordu her defasında. İçine dâhil olamadığımız bir çemberin etrafında dolanıyorduk. “Öteki” ile karşılaşmanın tedirgin benliğimizdeki etkisi, öfke ile öykünme arasında bir sarkaç gibi sallanıyordu. “Egemen kimlik söyleminin oluşturduğu üst benlik” bir kıyaslama çerçevesi olmuş, “onların” gözünden kendimizi tanımlamanın veya tanımlıya mamanın sınır nevrozunu yaşıyorduk bir nevi. Frantz Fanon, kolonileştirilmiş halkları yalnızca emekleri başkaları tarafından temellük edilen insanlar olarak değil, “kendi yerel kültürel özgünlüklerinin katledilmesi ve gömülmesiyle ruhlarında bir aşağılık kompleksi yaratılmış insanlar “ olarak tanımlar. Bizim içinde “Kürtlük”, biran önce aşmamız gereken Türklüğün tarihte kalmış ilkel halinin resmiydi! Modern Kemalist öznenin, belli bir tarihsel geçmiş içinde dondurduğu çirkin ve ilkel “öteki”ydik. Bütün geriliklerimizin, dikiş tutturamamamızın temel sebebi bu ilkel köklerdeki inatçı ısrardı! Kürdistan’da yaşayan bir birey olarak sergilediğimiz her olumsuz davranış veya uyumsuzluk emaresi, zaten hiçbir zaman üstesinden gelemeyeceğimiz kültürel bir özellik olarak kodlanabiliniyor, sırtımıza kolektif bir günah olarak yüklenebiliniyordu. Birey olarak yoktuk. Kürtler olarak bilinen, kuyruklu, kirli, tutucu, inatçı, aksanlı konuşan, kaba bir güruhtuk sadece! Albert Memmi, “çoğulluk damgası kolonileştirilmiş olanın kişisellikten soyundurulmasının göstergesidir der. Kolonileştirilmiş olanlar asla bireysel bir tarzda karakterize edilmezler, onların yalnızca anonim bir kolektiviteye batıp gitmeye hakları vardır” (Albert Memmi, syf.96 -2009). Sömürgeci bakışın esir aldığı misyoner “eğitimcilerin” dillerinden düşürmediği, “Bunlar böyledir işte, bunlara güven olmaz, bunlar nankördür, bunlar tembeldir, bunlar her şeyi devletten beklerler zaten” söylemleri bize ait aşağılayıcı hikâyelerin vazgeçilmez nitelemeleriydi. “Makul vatandaşın bilinçdışısı, bastırıp ötelediği, varlığına tahammül edemediği kendi ötekisi”ydik. Bir köksüzlük duygusuyla savruluyorduk. Postmodern zamanlara yakışır bir metaforla, farklı dünyalar arasında, yitirilmiş bir geçmiş ile bütünleştiremediğimiz bir şimdiki zaman arasında kalmışlık duygusu, öfkemizi bileyen radikal siyasal söylemlerin gönüllü politik öznesi olmaya yöneltiyordu bizi. “Dünyanın hâkimi olamayışına tahammül edemeyen bir kendilik, kendi tikelliğini ve sınırlarını somutlaştırdığı için ötekilerden korkar ve nefret eder ve ötekiliği her fırsatta kendi modeline dayalı bir kimlik ve aynılığa indirgemeye çalışır” (Iain Chambers syf.48). Geleneğin anavatanından kopmuş ve sürekli meydan okunan bir kimliği yaşatmaya çalışarak, dört bir yana saçılmış bir tarihsel miras ile heterojen bir şimdiki zaman arasında sıkışmış özneler olarak kendimizi hep “evimizde hissetmemiz” bekleniyordu. Bizleri bildik toprakların güvenliğine kapatan sınır ve kimlikler birer hapishaneye dönüşmüştü. Belli ve sabit bir evi olmadan gezinen, dünyanın kavşaklarında ikamet eden “hiç kimse” olarak yaşamak arzusu, düş gezegenimize bile çok uzaktı.<br /><br />Derken doksanlı yılların ortasında üniversite öğrencileri olduk, bölgenin ateş hattında bir cehennemi soluduğu, şiddetin her tarafı yangın misali yalayıp yuttuğu o karanlık yıllar. “Gerçeğin çölüne” çıplak ayakla bastığımız, soluksuz bırakan iktidar rüzgârlarına yenildiğimiz bu yılların teferruatlı bir tarih anlatısını günün birinde yazmak boynumuzun borcu olarak kala dursun, bu yılların kısa bir siyasal panoramasını sunmak, arayışlarımızı tayin eden faktörleri ve süreçleri daha anlaşılır kılacaktır. Kürdistan’daki taşra üniversitelerinde homojen ve keskin siyasal saflara bölünmüş atmosferi içinde yalnızlaştıran azınlık duygusuyla, yurtsever devrimcilere dönüşmek çokta zor olmadı bizim adımıza. Kabaran isyan dalgasının tam göbeğinde bulduk kendimizi. Yoksul ailelerden gelen; ezik, ailenin ve her türlü otoritenin şamarını yemiş öfkeli çocuklardık çoğumuz. Hırpalanmış benliğimizin, radikal devrim söylemleriyle buluşması kısa sürede ağzından ateş fışkıran isyancı çocuklara dönüştürmüştü bizi. Biz devrim istiyorduk. Kürdistan’da her türlü sömürgeci kalıntının temizlendiği, yerine “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan”ın inşa olduğu bir devrim. Ulusal kurtuluş, toplumsal kurtuluşu getirecek kesintisiz devrimin bir ön aşamaydı sadece. Devrimi hızlandırmak, çelişkileri derinleştirmek adına bulduğumuz her devrim mevzisini doldurmaya delice koşuyorduk. Kimimiz legal parti zemininde gençlik örgütlenmesi içinde faaliyetler yürütüyor, kimimiz “özgür halk” dergisinin dağıtımını koordine ediyor, kimilerimiz de illegal sahayla temas kurup “cepheye” yeni devrimci kadrolar oluşturmanın hazırlığıyla meşguldü. Gündelik hayat, askıya aldığımız basit ayrıntılar toplamıydı. Adanmış devrimcinin aşka, şiire ve küçük hayatları dinlemeye şimdilik zamanı yoktu! Ne de olsa devrim sonrasının “mutlu ve özgür yarın”ında her saik ve güdük kalmış yönümüz yeterince tatmin olacaktı. İçinden geldiğimiz otoriter toplumsallaşma kalıpları, temsil ettiğimiz siyasal kültürün her veçhesine damgasını vurmuştu. Birbirimizin yüreğine ve bedenine gardiyan olmuştuk. Koyu feodal ahlak, devrimci disiplin gömleği olup sevgisiz ruhlarımıza giydirilmişti. Kantin masalarında devrimci “bacılarla” düzeyli ve özgür ilişkilerin nasıl olması gerektiğini konuşmaya sıra geldiğinde mangalda kül bırakmıyor, gece yatağımıza çekildiğimizde de gün içinde gördüğümüz “hafifmeşrep” veya alımlı kadınlarla sevişme hayalleri kuruyorduk. Etrafımızdaki devrimci kadınlar cinsiyetsizleştirilmiş azizelerdi. Kendimizi devrimci bir kadınla rüyamızda bile sevişirken görmüş olmanın günahını işlemek, günlerce suçluluk duygusuna kapılmamıza yetiyordu. Onlar sadece sevilmeye layıktılar. Soğuk ve rutubetli öğrenci evlerinde yastığa başımızı koyup, sigara dumanını tavana üflediğimiz anlarda düşlediğimiz dokunulmaz, hayali sevgililerdi yalnızca. Acı olan taraf bu “sol cila” çekilmiş geleneksel cinsiyet rollerini, kadınların da ödünsüz bir şekilde içselleştirmiş olmasıydı. Kadınlık, biran önce bastırmaları gereken, zayıf düşüren bir zaaflar yumağıydı. Kadınlıktan arınmış bir devrimci figür olmak gayreti, beden ölçülerini görünmez kılan geniş kotların, kalın kazakların, makyajsız yüzlerin, sıkı tokalaşmanın, erkeksi konuşmanın prim yaptığı ucube bir kadınlık kültürüne dönüşmüştü. Deniz Kandiyoti’nin “ataerkil pazarlık” dediği tamda bu olsa gerek. Erkeklerin hükümranlığına sunulmuş siyaset arenasında, politik bir kadın olarak kamusal yaşamda kabul görmenin yolu “iffetli” ve bastırılmış bir kadın kimliğini temsil etmekten geçiyordu. Her kültürün ancak kendi anlam örüntüleri içinde anlaşılabileceği gerçeğiyle baktığımızda, mevcut kısıtlanmışlık haline karşı sosyalleşme olanaklarına kavuşmak için cinsiyetsizleştirmeyi kabul etmek Kürt kadınlarının rasyonel bir tercihi gibi görünüyor doğrusu. Güzel, alımlı ve bireysel özerkliği gelişkin bir kadın olmak demek, devrimci kadın ve erkeklerimizin gözünde, egemen sınıfın empoze ettiği “lümpen” ve yoz kültürü temsil etmekle nerdeyse özdeşti. Her şeyin soğuk bir renksizliğe boğulduğu otoriter devrimci kültürümüz, yeni tahakküm ilişkileri üretmeye fazlasıyla muktedirdi zaten. Ayrıca yıllarca özgür kadın öznelerle her sahada omuz omuza olmanın gerekliliğini savunan kimi “erkek” arkadaşların üniversite bitiminde apolitik kadınlarla mutsuz evlilikler yapıp, politik kadınları sosyal hayatlarına dâhil etmemek için adeta köşe bucak kaçmaları da tarihin acı bir ironisi olsa gerek.<br /><br />Bizim düşünsel yörüngemizi, Kürt Siyasal Hareketinin kimi dergi ve kitaplarda yayımlanan yazılı metinleri besliyordu. Hareketin esnek milliyetçi-sol çizgisi, anti-sömürgeci ve temel marksist klasikleri hatmetmemizi sağladı. Ulusal tarih yapıtlarının (Cemşid Bender sağ olsun!) bilediği milliyetçilik duygusunun uç sınırlara varmasını solun evrensel değerleriyle dengelemeye çalışıyor, bölgede feodal mülkiyet ilişkileriyle şekillenmiş ağa, şeyh, seyit gibi kurumlara karşı sınıfsal kinimizi koruyorduk. Hareketin zaman zaman bölgedeki kimi ‘feodal işbirlikçiler’i cezalandıran eylemleri de bu motivasyonumuzu güçlendiren bir faktör oluyordu. Kürt siyasal hareketinin örgütlenme tarzı, halk kitlesiyle kurduğu ilişki biçimi ve ideolojik çizgisi geleneksel milliyetçi hareketlerden çok Latin Amerika’daki popüler direniş hareketlerini andırıyordu zaten. Keskin ideolojik tartışmaların ve sistematik okumaların eksik olmadığı çok canlı bir entelektüel atmosferimiz vardı. Küçük öğrenci evlerine sığan onlarca yurtsever genç olarak, boşalan samsun sigarası paketleri ve kaçak çaylar eşliğinde sabahlara kadar Kürdistan’ı özgürleştirecek devrim stratejilerini tartışıyorduk. Tartışmalar kimi zaman çok sertleşebiliyor, birbirimizi bir sürü karşı-devrimci sıfatla damgalayıp yaralayabiliyorduk ta. Her söylemin çok net ve kararlılıkla belirtilmesi gerekiyordu. Muğlâk veya analitik söylemlere yer yoktu. Her şey çok kısa ve ajitasyon dozu yüksek bir tonla söylenmeliydi. Aynı zamanda kolektif değerlerin kök saldığı, dayanışma duygusunun önemini her zaman koruduğu özel bir deneyimdi yaşadıklarımız. Eylem için gerekli dayanışma ve “biz” duygusu böylece kolektif kimliğimizi inşa etmişti. Kuşatılmış ve çaresiz koşullarda kenetlenme gerekliliği varoluşumuzun en önemli mayasıydı. Sosyal ilişkilerimize yansıyan geleneksel veya sınıfsal kişilik özelliklerinin sorgulandığı, direnme sınırlarının sonuna kadar sınandığı, örgütlenmeye ayak bağı oluşturan yönelimlerimizin sorunsallaştırıldığı bir momentin içinden akmak kuşkusuz hepimize çok şey katmıştı. Kürt Siyasal Önderliği tarafından yazılmış ve Kürdistan’daki farklı coğrafik sahalarla özdeşleşmiş prototipleri, özcü tabletler şeklinde çözümleyen “Kürdistan’da Kişilik Sorunu” adlı kitap birbirimizin kişiliğine tuttuğumuz keskin uçlu bir aynaydı. Ayrıca o dönemde cezaevinden yazan ve çözümlemelerine kayıtsız kalamadığımız diğer önemli bir isim de M.Can Yüce’ydi. M.Can Yüce tespitlerini en çok paylaştığımız, belki de en çok alıntı yaptığımız “entelektüel yıldız”ımızdı. Bir dizi siyasal faaliyetin içinde bulunma pratikleri aynı zamanda “işkence tezgâhları”yla tanıştığımız, psikolojik savaşın, yıldırma politikalarının gerilimini iliğimize kadar duyumsadığımız bir hayat tecrübesini de beraberinde getirmişti. Polis sorgularındaki gözaltı deneyimleri, kimilerimizde “iktidar korkusu”nu buharlaştırırken kimi arkadaşlarımızda da bu korkunun daha da derinleşip, politik sahanın dışına savrulmalarına yol açıyordu. İktidarın kör tırpanı tarafından biçilme sırası şimdi bize gelmişti. Terk edişlerin, travmaların, cezaevine düşenlerin, dağ yolunu tutanların, faşist üniversite gençliğiyle cesurca kavgaların iç içe örüldüğü, gecikmiş bir ulusal tufanın önünde sürükleniyorduk. Hayalleri geniş, yürekleri isyan duygusuyla çarpan asi ve zeki çocuklardık. Ne istediğimizi tam olarak bilmesek de ne istemediğimizi çok iyi biliyorduk aslında. Ancak umudumuzu ve direncimizi canlı tutacak işaretler gittikçe azalıyordu. Kürt hareketinin 1990’lı yıllardan itibaren başlayarak gerçekleştirdiği ideolojik ve stratejik değişiklikler, hareketin ayrılıkçı taleplerden vazgeçip “iktidar içi” çözüm söylemlerine sarılması, keskin yol ayrımlarının ve radikal kopuşların da tetikleyicisi oldu. Yeni stratejiye göre sivil toplum alanında yürütülecek hegemonya mücadelesine ağırlık verilecek, kültürel hakların tanınması ve yurttaşlık haklarının yeniden düzenlenmesi gibi talepler öne çıkarılacaktı. Kemalist cumhuriyeti “Demokratik Cumhuriyet”e dönüştürecek bir anayasal düzenlemeyle restore etmek, yeni siyasal hedef olarak belirlenmişti. Silahlı mücadele gücü, olası saldırılara karşı yedekte bekletilen bir güvence olarak varlığını koruyacaktı. Hareketin, içindeki farklı seslere ve eleştirilere yönelik susturucu, tasfiye edici yaklaşımı, otoriter, hiyerarşik yapılanması, “önderlik kültü”nün tüm talepleri öteleyen önceliği, hiçbir özeleştiri ve dönüşüme uğramadan olduğu gibi devam etmekteydi. Bulunduğumuz siyasal zeminden yönelttiğimiz kimi eleştirilerin bize yönelik bir dışlama ve tecrit politikasına dönüşmesi sahayı terk etmemizin zamanı geldiğini tüm yakıcılığıyla duyuruyordu. Siyasal tecrübelerin öğrettiği şu gerçeği çok iyi kavramıştık: Birtakım insanların huzur bozduğu veya insanların kafasını karıştırdığı söyleniyorsa, onlar suçlu ya da hain olarak niteleniyorlarsa orada şiddete giden yol oldukça kısa demektir. Bu insanlar artık siyasal cemaatin eşdeğer üyeleri olarak görülmezler, kurtulunması gereken safradırlar, fazlalık addedilirler. Bu süreç aynı zamanda farklı özgürlükçü öğretileri (Ekoloji, Feminizm, Frankfurt Okulu, Post-yapısalcılık) adeta yutarcasına okuduğumuz bir arayış dönemine de tekabül eder. Türkiye’de çıkan anarşist dergi ve kitapları “Kaos Yayınları” aracılığıyla takip edip bu yayınları Kürdistan’da dolaşıma sokmak, zamanla anti-otoriter, anti-hiyerarşik bir politika ekseninde iktidara karşı direnişimizi sürdürme kararını da beraberinde getirmişti. Biz artık kendisini yüksek sesle dillendiren bir avuç anarşisttik. “İmkânsızın politikası”na gönül vermiş zamane don kişotlarıydık. Eve dönüş bileti çoktan yakılmıştı...<br /><br /><br /><em style="font-style: normal; font-weight: normal; "><b>…”Bir daha eve gidemezsiniz. Neden? Çünkü zaten evdesiniz”…</b></em> [Marjorie Garber]<br /><br />Peki, eldeki Anarşizmle, Kürdistan’da sürekli varlığımızı kuşatan, ayağımıza dolanan kimlik politikası arasında nasıl bir yol izlenebilinir, neyin politikasını yapabiliriz? Üçüncü Dünya olarak nitelenen bir coğrafyada anti-kolonyal bir mücadeleyle kimliğimizi ve özgürlüğümüzü geri alabilir miyiz? Benliğimizin her temsili üzerinde “ötekinin” derin izini taşıyan bir kimlik, ne kadar saf ve otantik kalmıştır veya bu kimliği bizzat yaratmış sömürgeci merkezlere karşı bu kimlik üzerinden karşıt bir konumlanma, sömürgeci ilişkilerin altını oyuyor mu? Yoksa aksine bu sömürgeci merkezlerin belirlediği statüleri yeniden üretmeye mi yarıyor? Bu sorulara keskin ve kolay cevaplar vermenin zorluğu ortada olmasına karşın, post kolonyal teorilerin kimlik analizini de içeren bir anarşizmin, içinde bulunduğumuz özgün koşulları anlamlandırmaya ve Kürdistan’da yerel bir özgürlük politikasının nasıl örüleceği konusunda bize önemli açılımlar sağlaması mümkün. Kızıl Derelilerin Kanada’da kültür parklarında turistik ilgiye sunulduğu, Zapataların Chiapas köylerinde laptopuyla dolaştığı, Kürt poşilerinin istiklal caddesindeki vitrinleri süslediği, çok-uluslu şirket müdürlerinin Endonezya ya yerleşerek işlerini yürüttüğü, Afrikalı siyahların gettolarından çıkıp Avrupa metropollerini ateşe verdiği, Türk göçmenlerinin Almanya’da Yeşiller Partisine eşbaşkan olduğu, Mersin kentinde Kürt mahallerinin oluştuğu, kısacası küresel köyün her sakiniyle “homojen zaman”ı paylaştığımız bir dünyada, merkez neresi, çevre neresi oluyor? Küresel sermaye akışının ve kitlesel göçlerin bütün sınırları gözenekli kıldığı günümüz dünyasında, Üçüncü Dünya’nın içinde bir Birinci Dünya olduğu gibi, Birinci Dünya’nın içinde de bir Üçüncü Dünya barınmaktadır artık. Dünya ekonomisi yerküreyi tamamen farklı sınırlara ayırmışken, Üçüncü Dünya mücadeleleri ve anti-kolonyal mücadelelerden söz edilmesi bir anlam taşımamaktadır. İçinde bulunduğumuz durum Andrei Codrescu’nun tabiriyle “dışarının kaybolması”dır. Kozmopolit bir dünyanın kıyılarında “köksüzlüğe kök salmış” göçmenler olarak gidecek bir evimiz kalmadığı gibi, “kendimize ait” tuğlalarla korunaklı bir ev inşa etmenin tüm yolları da tükenmiş görünüyor. En uzak görünen “ev”lerin bile küresel sellerin istilasına uğradığı, seçtiğimiz tüm yerel modellerin yine batılı merkezin belirlediği modeller arasından bir seçim yapmak olduğu bir dünyada yaşamaktayız.<br /><br /><br /><em style="font-style: normal; font-weight: normal; "><b>“Bizler içerideki yabancılarız ama burada dışarı diye bir yer yok”</b> </em>[Michel de Certau]<br /><br />Son yıllarda giderek önem kazanan “sömürge sonrası eleştiri” veya “post kolonyal eleştiri” olarak adlandırılan söylem etkili bir kuramsal strateji olarak bize önemli imkânlar sunuyor, kimliğe bakışımızda çok farklı kapılar aralıyor. Post Kolonyal Eleştiri yalnızca Avrupa modernitesinin bilgi hegemonyasının arkasında yatan sömürgeci niteliği ortaya koymakla kalmayıp, aynı zamanda madun kimlik söylemlerinin barındırdığı sorunlara da dikkatimizi çekiyor. Post kolonyal teoriyi özlü bir sözle özetlemek gerekirse, “beni bende arama ben artık sen olmuşum” demektir. Bu bir yandan Avrupa-merkezcilik ve evrenselciliğin eleştirisini, diğer yandan da homojen Üçüncü Dünya anlayışının eleştirisini içeren bir “ikili stratejiyi” kalkış noktası yapmaktır. Postkolonyal epistemolojinin temelini farklılığın olumlanması oluşturur. Ancak burada sözü edilen farklılık, benliği ve ötekini birbirinden ayıran değil, onları karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde birleştiren bir farklılıktır. Postkolonyal çalışmalar, sömürgecilik sonrası ulusal inşaları, hâkim bir öznenin özerk oluşumu olarak gören yaklaşımları şiddetle eleştirirler. Sömürge sonrası eleştiri, farklılığın ırk, cinsiyet, etnik/kültürel özne konumlarının total kavranışına ciddi şüpheler getirerek, ırk, cinsiyet, kültür arasındaki kesişim noktalarının tarihsel çözümlemesinin sadece politik kimliğin sorunlu ve karmaşık doğasını sergilemek amacıyla değil, aynı zamanda farklılık politikasının çok boyutlu niteliğini anlamak içinde önemli ve gerekli olduğunu gösterir.<br />Post kolonyal teoriyi veya bilinci ortaya çıkaran sosyal koşul, dünyada “diaspora” koşullarının gittikçe önem kazanması ve ön plana çıkmasıdır diyebiliriz. Küresel göç, yerinden edilme, yurtsuzlaştırılma, farklı merkezlerde bileşik kozmopolit kimliklerin su yüzüne çıkmasını doğurmaktadır. Batı modernitesinin varlığını yok saydığı, dışladığı “yerliler” veya barbarlar” Birici Dünya’nın ekonomilerini, şehirlerini, kurumlarını, medyasını ve eğlence dünyasını işgal ederek geri döndüler. Daha önceleri metropol iktidarına tabi olan bu insanlar bugün artık “Üçüncü Dünya” unsurlarını yeniden merkeze taşımaktadırlar. Soyut “öteki” metaforunun şimdi artık somut bedenlere dönüştüğü sömürge sonrası varoluş, tarihsel olarak tikel seslerin, cinsiyetlerin ve etnisitelerin varoluşunu hep maskelemiş olan ve “öteki” ne yalnızca kendi önyargılarını onayladığı sürece hayat hakkı tanımış olan “Evrensel Batı Düşüncesi”ne tamda batının merkezlerinde meydan okumaktadır. Burada “öteki” metropol sakinleriyle aynı zamanı, gittikçe aynı caddeleri ve aynı mağazaları paylaşmaktadırlar. Modern kentin büyük ve çoğul dünyasında “herkes” göçebeler haline gelmektedir. Geri dönülecek bir “yuva” yoktur artık. Bir “sınır durumu”nda yaşamaya mahkûmuz. Yıllarca direnişin, yalnızca ezenin dilini yansıttığı ve ters çevirdiği mantık parçalanıyor, bozuluyor, sorgulanıyor. Bunun sonuçlarından biride homojen ve aşkın bir “öteki” anlayışının parçalanmasıdır. Sabit bir yer şeması ve güven verici kimlik düşüncesi çatırdamaktadır. Artık otantik bir milliyetçilik ile homojenleştirici bir modernite arasında seçim yapmak iyiden iyiye zorlaşacaktır. Dolaysıyla milliyetçilik, sömürgeci bakışın tersine çevrildiği otantik bir oryantalizmdir. Yani sömürgeci merkezin belirlediği, fiziksel, kültürel ve ideolojik konumlar üzerinden pozisyon almaktır. Buda hâkim iktidar ilişkilerinin öfkeli bir onaylanmasıdır sadece. “Evrensel” sınıf ve öznelerin konuşlandıkları özel epistemolojik mevzilerin ortadan kalktığı ve bunun yerine her biri kendi indirgenemez kimliğini inşa eden seslerin oluşturduğu çoksesli yeni bir radikalizm filizlenmekte. Evrensellik söylemini ve bunun ayrıcalıklı bir “hakikat”e ulaşma noktası olduğu yolundaki örtük varsayımını reddetmeyen radikal politikaların özgürlük iddiasını koruma imkânı kalmamıştır. Levinas’a göre yapmamız gereken şey ötekini tamamen “açıklama”ya ve asimile etmeye çalışmak, yani ötekini kendi dünyamıza indirgemek değil, tersine, kendimizi aşan, kendimizin ötesinde ve kendimizden ayrı olarak var olan bir ilişki geliştirmektir. Küreselleşme ile farklılaşmanın aynı anda cereyan etmesi ulus-devletin sınırlarını hem beslemekte hem de sorgulamaktadır. Burada, ulus, milliyetçilik ve ulusal kültürler düşüncelerini aşarak sömürgecilik sonrası bir gerçeklik kümesine ve yeni bir eleştirel düşünce kipine çekilmekteyiz. Bu yeni eleştirel düşünce kipi, Avrupa-merkezli kaygıların dar görüşlü sınırlarını ve modern düşüncenin haddini bilmez evrenselciliğini aşmak için modern düşüncenin gramer ve dilini yeniden yazmak gerekliliğini ortaya koyan bir kiptir. Çünkü “Batı kökenli teoriyi, Batılı-olmayan toplumlara uygulamak sadece yanıltıcı değil, aynı zamanda ‘emperyalisçe’dir” (Postkolonyal Aura - Arif Dirlik syf:63). Yani hem modern “hâkim anlatılar” düzeninin hem de bu anlatıların tersine çevrilmiş madun direniş imgelerinin de ötesine geçmeliyiz. Batının varoluşu sadece öteki kimlik ve kültürlerin tek taraflı olarak iptalini gerektiren bir tabi kılma durumu olarak yaşanmıyor aynı zamanda, farklılıkların bir kesintiyi, sorgulayıcı bir kesme ve açılımı temsil ettiği bir sentaks sunan bir ortamda yaratıyor. Peki, kültürün sömürgecilikten arındırılması tam olarak ne anlama geliyor? Sömürge tarihinden önce varolan öz kültürlerin yeniden kendine gelmesini mi yoksa kültürler arası şekillenmelerden oluşan karmaşık ve eş zamanlı bir şimdi zamanda farklı tarihlerin yaşaması düşüncesini mi ifade ediyor? Burada “otantik” bir duruma yeniden dönmek gibi bir şey mümkün değildir. Bizler hem madun oluşumların hem de kurumsal iktidarların kesintiye, ihlale, parçalanmaya ve dönüşüme tabi olduğu interaktif ve asla tamamlanmayacak bir ağın içindeyiz. Tek-merkezci ve etnik-merkezci bir edebiyat, kültür, tarih, din, müzik, kimlik ve dil anlayışının reddedilmesi, kaçınılmaz bir biçimde, bu varyasyonları normlaştıran açık bir merkezin ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır. Fakat aynı zamanda bu “saf” ya da “otantik” bir durumdaki “aslına” rücu eden “yerli”yi mümkün kılmamaktadır.</div><div style="font-style: normal; font-weight: normal; "><br /><img src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh_GTCh9XL2QpaBaJ3r3l5tfMt1ybZaTD3MgCC5W2w4vO8WgA5VJc9NOy6y9aP9L3q5F-W1L8R2Z7NwSCh0GWabVK6GNDEOf6APFmiZwlYLEKXsPPPleN5bDG1NmMNe3HRTxiveeJC57iOd/s320/1.jpg" /><br /><strong style="font-style: normal; "><br /></strong></div><div style="font-style: normal; "><strong style="font-style: normal; ">Kimliğin Sıcak Postundan, Özgürlüğün Dolambaçlı Yollarına…</strong><br /><br />Türkiye’nin sancılı ergenliğinden dışlanan tüm öteki kimlikler, 1980 sonrasında merkeze taşınan temsil yolları bulup, görece görünür olmaya başladılar. 1980 sonrası Türkiye’de mezhep, din, etnisite, toplumsal cinsiyet ve cinsellik gibi özdeşim sahaları üzerinden yaşanan kimlik enflasyonunu, Kemalist modernleşme projesine yönelik çeşitli yabancılaşma, ayrışma ve direnç olasılıklarının dışavurumu olarak ta okumak mümkün. Devlet şiddetinin yok edici sınırlara varıp her türlü temsil kanalını tıkadığı 1980’lerin ortasından itibaren Kürt etnik kimliğinin karşıt bir şiddetle örgütlenip varlık koşullarını Ulus temelli bir anlatıyla üretmesi, bütünleştirici bir toplumsal kimlikle kurması, kimliklerin kutuplar üzerinden tanımlandığı Türkiye’de toplumsal yapının derin bir fay hattıyla bölünmesini de beraberinde getirdi. Kemalizmin otoriter modernleşme projesini taklit eden bir siyasal tasavvurun kıskacında çırpınıyorduk bu kez. Kürt siyasal hareketi (PKK), Kürdistan coğrafyasında modernleşme sürecinin kilit aktörü olarak geleneksel tahakküm ilişkilerinin çözülmesini hızlandırdığı gibi, farklı siyasal öznelerin ortaya çıkmasının da yolunu açtı. Ağa, şeyh, devlet ve erkeğin Kürdistan coğrafyasında feodal mülkiyet ilişkilerine dayalı hâkimiyet sahalarını sarsması, bireyin özgürleşme potansiyellerini elbette arttırdı. Ancak cinsel, sınıfsal, kültürel bütün farkların ulus denilen “hayali cemaat”in potasında eritilme çabası modernize edilmiş erk ilişkilerinin ikame edilmesiyle sonuçlandı. Tüm eşitsizlik ve baskı türlerinin Ulus denilen büyük aileye kavuşmakla yok olmayacağının en berrak şekilde göründüğü bu momentte, bizleri birleşik özne konumlarına mahkûm eden kimlikleri parçalayıp içinden her öznelliğin akabileceği gözenekler oluşturmanın gerekliliği ortadadır. Çünkü: “Toplumsal hayatın totaliter üst kodlaması olarak Ulus, çokluğu disipline etmeyi, onun iç farklılıklarını ve çeşitliliğini yürürlükten kaldırmayı, iç ve dış sınırlar arasında ona sınırlar koymayı, onu halk olmaya, yani üzerinde hâkimiyet kurulmaya hazır bir özne olarak oluşturmayı üstüne alır”. Bütün uluslaşma projeleri, bir hâkimiyet ilişkisidir neticede.<br /><br />Ulus-devlet projesinin tüm toplumsal özneleri eşitleyen, farkları silen, yerel tahakküm ilişkilerini örten karanlık gövdesinden kopmanın belki de tam zamanıdır. Niye mi? Öncelikle ulusal kimlik, belli kültürel farklar üzerinden kurgulanan ve tüm toplumsal yapıyı homojenleştirmeyi öngören bir iktidar stratejisidir. Belli baskı türlerini görünür kılma çabasının pozitif aracı olan kimlikler, zamanla ya sınırları içinde yaşadıkları devletin yasal onayıyla meşruluk kazanırlar ya da kendi bağımsız iktidarlarını oluşturarak yeni bir tahakküm odağına dönüşürler. Her iki çözümde bireysel özgürlüğün teminatı olmadığı gibi bireyin sürekli ulusal veya toplumsal yükümlülükler adına kendi özgürlüğünden feragat etmesini zorunlu kılmaktadır. “Kutsal vatandaşlık” görevleri, kimliğin haklı! ve hiçbir zaman bitmeyecek davası uğruna ödediğimiz modern kölelik diyetleridir. Filozof Agambene göre de dışlama, ülke kavramının yapıtaşıdır. Sınırları belirler. Etnik temizlik, idealleştirilmiş yurttaşlık kavramının son meyvesi veya nihai çözümüdür. Ulus ve devlet kavramından kaçıp onu aşan yeni bir kozmopolit evren oluşturmak için kendimizi göçmen gibi düşünmeye çağırıyor. Belli bir coğrafyada yıllarca birbirinden haberdar olmadan yaşayan, farklı aidiyetlere sahip, yerel dillerini kullanan insan topluluklarını standartlaştırılan bir dil aracılığıyla kendi üzerine düşünen ulus denilen “hayali cemaat”e dönüştürmek projesi, yerli orta sınıf entelijansiyanın izlediği Avrupa uluslarının modernleşme çizgisidir. Özgürleşme hayalimiz bile bize ait değil. Partha Chatterjee’nin Anderson’un hayali cemaatlerine yaptığı eleştirinin dayanak noktası, hayalin bizzat kendisinin sömürgeleştirilmiş olduğudur. “Türevsel söylem” tabiriyle Chatterjee, Anderson’un modeline itiraz ederek anti-kolonyal milliyetçilikler ile metropoliten milliyetçilikler arasındaki ilişkinin çok karmaşık bir ödünç alma ve farklılık ilişkisi tarafından yapılandırıldığını ileri sürer. “Anderson’un öne sürdüğü teze yönelteceğim belli başlı itiraz şudur: Eğer dünyanın geri kalan bölgelerindeki milliyetçilikler kendi tahayyül edilmiş cemaatlerini Avrupa ile Kuzey ve Güney Amerika tarafından onlara sunulmuş milliyetçilik modelleri arasından seçmek zorundaysa, geriye tahayyül edecek neleri kalmaktadır? Anderson’un tezine inanacak olursak, tarihin, post-kolonyal dünyadaki bizlerin modernitenin daimi tüketicileri olmasına hükmettiğini kabul etmek durumunda kalacağız. Tarihin tek gerçek özneleri olan Avrupa ile Kuzey ve Güney Amerika, bizim adımıza yalnızca sömürgeci aydınlanma ve istismarın değil, aynı zamanda bizim sömürgecilik karşıtı direnişimizin ve post-kolonyal sefaletimizin senaryosunu da yaratmışlardır. Tahayyül etme yeteneğimiz bile sonsuza dek sömürgeleştirilmiş kalmalıdır” (Partha Chatterjee – Ulus ve Parçaları syf:20, 21)<br /><br />Kürt siyasal hareketi kısaca “Ey köleler sizi ben uyandırdım bu uyandırmanın karşılığında ömrünüz boyunca artık bana itaat edeceksiniz” demeye getirmektedir. Bu durumda ya milliyetçi politikaların, özgürlükten kaçan ve özgürlüğünü ulusal kahramanlara havale etmiş “hiç kimseleşmiş” kitlesine dönüşeceğiz ya da ulusal gövdeden koparak kendi özgürlük mecrasında akan otonom özneler olarak özgürlük alanlarımızı genişleterek direnişimizi sürdüreceğiz. Kürt Ulusu denilen büyük ailenin sembolik babası konumundaki “Ulusal Önder” tarafından sürekli hadım edilme korkusu yaşayan çocukların hadım edilmemek için babanın mutlak otoritesine boyun eğmesi, her politik sesin “ulusal baba”nın sesi karşısında hizaya geldiği, kendi sesini sürekli ertelemek zorunda kaldığı veya içine gömdüğü bir korku tapınağı inşa etmiştir. Hareketin bizzat siyasi aktörleri tarafından açıklanan parti içi infaz kararlarıyla sayısı beş bini bulan “iç şehit” istatistiği, babanın gazabına uğrama ihtimali olan haylaz çocukları nasıl bir geleceğin beklediğinin somut bir tezahürüdür. Ya beynimizi ve yüreğimizi esir almış bu baba figürünü öldüreceğiz ya da baba korkusuyla adeta bir tabutluğa dönüşmüş “ulusal ev”den kaçacağız. Hareketin hiyerarşik, otoriter örgütlenme modeli, bölgedeki tüm siyasal oluşumlara ipotek koyan jakoben karakteri, farklı politik söylem ve özneleri şark kurnazlıklarıyla gözden düşüren tarzı gün geçtikçe bölgedeki toplumsal hoşnutsuzlukların çığ gibi büyümesini de beraberinde getirmektedir. Ancak bu hoşnutsuzluklar şimdilik, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek” politikasıyla geçiştirilmektedir. Yirmi yıl boyunca yürütülen silahlı mücadelenin öngörülen politik hedeflere varmayı sağlayamamasının yarattığı sinizm, hareketin sürekli hedef ve konsept değişikliğine gitmesinin kitlelerde yarattığı bilinç bulanıklığı, harekete sürekli kan kaybettirmekte, buda harekete daha mesafeli duran, eskisi gibi fedakarlığa yanaşmayan umutsuz bir halk kitlesi yaratmış durumda. Silahlı mücadelenin toplumsal uyanışı tetikleyen rolü bittiği halde, kör şiddet tutkusuna kitlenmiş bir savaşta ısrar etmek, iktidarın militarist yapılanmasını derinleştirmesine, daha otoriter, faşizan politikalarla halkı yönetmeye gerekçeler üretmesine hizmet etmekten öte bir sonuç yaratmamaktadır. Komutan yardımcısı Marcos, üniformalı devrimcilerin narsizminden ve haklı dava şehitlerinden kopuşlarını şu sözlerle dile getirmektedir: “Zapatizm toplumsal bir harekettir ve silahlı isyan hareketleri örneğinde, kazanan ya da kaybeden değil, ayak direyen olmak gerekir. Bugün önemli olan şey, çatışmaya bir çözüm bulmaktır ve biz herkesten şunu istiyoruz: Kaybetmemize yardım edin. Biz bu ülkeye yeni bir istiklal marşı vermek istemiyoruz, ezbere bildiğimiz bozgunlar listesine eklenecek yeni bir kahraman daha vermek istemiyoruz. Bu anlamda artık ölüme eğilim duymuyoruz. Bir asker (kesinlikle bende onlardan biriyim) kesinlikle saçma ve irrasyonel biridir, çünkü ikna etmek için silaha sarılma imkânı vardır. Sonuçta bir asker emir verdiğinde bunu yapar: Silahların gücüyle ikna eder. Bu nedenle bizce, bizde dâhil, askerler asla yönetmemelidir, çünkü kendi fikirlerine değer kazandırmak için silaha başvuranların fikri kıttır. Bizce silahlı hareketler, her ne kadar devrimci olsalar da, esasen keyfi hareketlerdir. Her koşulda, silahlı hareketlerin yapması gereken şey sorunu ortaya koymak, sonra da bir kenara çekilmektir”. Kürt siyasal hareketinin de kanımca yapması gereken şey ortaya konmuş, bütün Ortadoğu’da görünür hale gelmiş bu etnik sorununun çözümünü bölgede tabandan gelişecek hareketlere bırakarak kendisini bu hareketler içinde eriterek, sivilleşmeyi hızlandıracak hamleler yapmaktır. Gerisi toplum mühendislerinin veya militarist bir elitin politik tasarrufuna gönülsüzce razı olmaktır. Oysa hareketin yıllara dayanan direnişinin yarattığı politik kazanımları farklı politik özneler aracılığıyla özerk mücadele alanlarına tercüme etmek her zamankinden daha mümkün. Kürt siyasal hareketi, Kürdistan’da feodal ve dinsel tahakküm ilişkileriyle donmuş bir toplumsallıktan, politik özneler çıkmasının fitilini yakarak, modern siyasal tahayyüllerin Kürdistan’da geniş kitleler bazında kabul görmesinin zeminini güçlendirmiştir. Gelinen aşamada kolektif kimliklerin prangalarını kırıp, anarşizmden esinlenen kimi özgürlük deneyimlerini hayata geçirebiliriz. Belediyeleri, eşitlikçi toplumsal projeleri hayata geçirmenin politik mevzilerine dönüştürmek önemli bir kalkış noktası olabilir. Belediyeleri kent yaşamının kimi hizmetlerini karşılamanın yanı sıra doğrudan demokrasi, eşit karar alma konseyleri, merkezi kontrolü minimalize eden öz yönetim pratiklerini geliştiren birimler haline getirmek “devletin” ve “devlete” duyulan ihtiyacın özgür toplumsal ilişkiler içinde emilmesini kolaylaştıracaktır. Belediyeler vasıtasıyla özgürlüğe ve eşitliğe ihtiyacı olan tüm insanların birlikte öreceği yeni bir kamusallık, özgür otonomlara giden yolu kısaltacaktır. Ayrıca kadınların ve vahşice sömürülen Kürt emekçilerinin ulusal gövdeden koparak özerk örgütlenme alanları yaratmaları bölgedeki toplumsal denklemleri derinden sarsacaktır. “Kürt hareketinde “eski aile” eleştirisi, namusu dar anlamda kadın bedeni üzerinde odaklanmaktan çıkartmış, anlam alanının genişlemesine, vatan sathına yayılmasına yol açmıştır. Bu operasyon sayesinde namusun yeni ölçütü dar anlamda kadın bedenine yabancı elinin değmesi olmaktan çıkmış, “vatan toprağının korunması” bağlamında inşa edilebilmiştir. Yine de geleneksel namus anlayışı tümüyle terk edilmemiştir, Sadece toplumun üyelerini hareketin tanımladığı hedefler doğrultusunda mücadele etmeye çağırmak üzere odaklandığı mekân kaydırılmıştır”. Ulusal hareket, kadınların konuşabilmesinin, siyasal aktörlere dönüşebilmesinin koşullarını hazırlamak yerine bol bol kadın üzerine kadına rağmen konuşmayı yeğlemiştir. Kemalizm’in “devlet feminizmi” misali Kürt kadınını özgürleştirme söylemiyle önemli oranda erkekler üzerinden yürüyen bir örgüt feminizmi inşa edilmiştir. Hareketin kadına yaklaşımındaki söylem değişikliklerini kadının hareket içindeki katılım oranı ve hareket içindeki basıncı belirlemiştir. 1980’li yıllardan 1990’lı yılların başlarına kadar yaygın olarak “düşüren kadın” imgesi kullanılmış, kadın adeta dini metinlerdeki tüm toplumsal kötülüklerin kaynağı şeklinde kodlanmıştır. Kadınların aktif katılımcılar olarak etkinlik gösterdikleri 1990’lı yılların başlarından itibaren “düşüren kadın” imgesi terk edilmiş yerini güvenilecek eşit yoldaş olan “yeni kadın” almıştır. 1990’ların ortalarından itibaren kadın gerilla Zilan’ın “modern çağın özgürlük tanrıçası” veya “modern iştar” ilan edilmesiyle kadınlar cinsiyetsiz tanrıçalar söylemine kapatılmıştır. “Küçük ailenin kadınların üzerindeki denetimi çözülürken bunun yerini “büyük ailenin denetimi almıştır. Kadının kamusal siyasal alana katılımı cinselliğinden arındırılması suretiyle gerçekleşmiştir”. Kadınların bağımsız bir anarke-feminist politika geliştirmesi bu denetim biçimlerini kuşkusuz sınırlandıracaktır. Kürt siyasetinde gittikçe sınıfsal perspektifin kaybolması, varlıklı işadamları ve toprak sahiplerinin siyaset içindeki ağırlıklarının gittikçe artması Kürt emekçi ve topraksız köylülerinin eşitlikçi bir toplumsal dönüşümün gerçekleşme umudunu köreltmiştir. Ulusal sisin içinde taşeron burjuvalarla aynı safı tutan emekçilerin gerçek sınıfsal çıkarlarına yönelik bir politikaya dönmeleri, kendi özgürleşme mücadelelerinin öznelerine dönüşmeleri ulusal narkozlardan kurtulmakla mümkün. Kimliğin kültürel zenginliklerinin ve Kürtçenin devletten bağımsız alternatif kurumsal yapılarla geliştirilip toplumsal dolaşıma sokulması bu alanda yürütülecek bir hegemonya mücadelesi, sömürgeci kültürel hâkimiyeti aşındıracaktır. Kürt sorunu denilen şey bir dil ve kültürü yaşatma ve varlığını sürekli kılma gerekliliğidir. Bölgedeki militarist baskının kırılması ise bir demokratikleşme ve özgürleşme hamlesidir. Kültürel farklar üzerinden total bir ulus olma kavgası yürütmek mevcut iktidarın suç ortağı olmak veya yeni bir iktidar odağı olma kavgasıdır. Özgür özneler olmak isteyen insanların bu kavgadaki yeri her türlü devlete ve kurumsallaşmış kimliğe karşı çıkan anarşizmin özgürlük saflarıdır.<br /><br /><br />Kimlik politikasından özne çıkmadığı gibi, tüm toplumsal öznelerin eşit derecede özgürleşme koşullarına ivme katan bir politika olması da mümkün değildir. Bütünlüklü, su geçirmez bir kimlik kurgusu, dışlayıcı söylemin gittikçe bilenip bir hınç politikasına dönüşmesi de her zaman muhtemeldir. Oysa içeriyi dışarıdan, ‘benlik’i ‘öteki’nden ayıran sınırlar sabit değildir, her zaman kaymalar gösterir. Kimliklerimizin karmaşık ve yapılanmış doğasının farkında olmak, bize başka olanakların kapısını açan anahtarlar sunar: Bu, hikâyemizdeki öteki hikâyeleri görmek, modern bireyin görünür tamamlanmışlığındaki tutarsızlığı, yabancılaşmayı, yabancı tarafından açılan ve onu tahrip ederek içimizdeki yabancı sorununu tanımaya zorlayan gediği keşfetmektir. Ötekini, radikal başkalığı tanıdığımızda, artık dünyanın merkezinde olmadığımızı kabul etmiş oluruz. Merkez ve varlık duygumuz değişir. Buna paralel olarak, tarihsel, kültürel ve psişik özneler olarak bizler de köklerimizden koparılır, varoluşumuza, hareket ve başkalaşım bağlamında karşılık vermeye başlarız. Edmond Jabes’in dediği gibi “yabancı sana sen olma fırsatı veriyor, seni bir yabancıya dönüştürerek”.<br />Kendilik duygumuz da bir hayal ürünüdür, bir kurgudur, belli bir anlamlı hikâyedir. Bizler kendimizi kesinlikle açık ya da parçalanmış değil, bütün olarak, tamam olarak mütekâmil bir kimlik olarak hayal ederiz. Kendimizi, hayatlarımızı kuran anlatıların nesneleri olarak değil de yazarları olarak tahayyül ederiz. Kimliği tutarlı bir normatif ideale, kavranabilir bir bütünselliğe kavuşturma çabası öznenin temel sancısı olmuştur sürekli. Kimlik, bu bitmeyen dışlamalar sürecinin bir sonucu, tamamlanamayan kişisel bir proje, meşruiyetini tabiiyetinden alan bir aidiyet sancısıdır. Öznenin aidiyeti, yani özneleşmesi, daima bu sancıyı, dışladığına dair duyduğu endişeyi beraberinde taşır. Kısacası kimlik, sahiplendiğinin dışında bıraktığıyla kolay helalleşemez”. Hiçbir mağdur, sadece mağdur olmadığı gibi, hiçbir mağduriyette sadece direnme ya da boyun eğme seçeneklerine mahkûm değildir. Bir mağdur kimliğin, farklı mağdur kimliklerin bizzat sebebi veya farklı mağduriyet durumlarını örtbas eden kalın bir peçe olma tehlikesi de her zaman mümkündür. Örneğin etnik kimliğinden ötürü mağdur olduğunu belirten bir Kürt erkeği, ev içinde eşine karşı bir devlet, sokakta bir çete reisi, çocuğunu her gün döven ve aşağılayan bir baba, farklı cinsel yönelimlerden nefret eden bir homofobik te olabilmektedir. Mağdur konumda olmak bize rağmen, bizim dışımızda gerçekleşen bir süreç değil, bizimde dahil olduğumuz ve işlemesinde özne olduğumuz bir mekanizmadır. Hiçbir mağduriyet konumu yirmi dört saat boyunca üzerimizde taşıdığımız bir üniforma değildir, farklı kimlik ve öznelerle kurduğumuz değişken, sürekli yeniden tanımlanan bir iktidar ilişkisidir. Mağduru değişmez bir “ötekilik” konuma mıhlayan mağduriyet dili, kendi üzerine kapanarak öteki öznelerle olabilecek ortaklığı imkânsız hale getirir. Herhangi bir bireyin kimliğinden ötürü uğradığı haksızlılar, baskılar, kimliğin “öz bilinciyle” kendisini politize etmediği gibi, kaybedecek çok şeyleri olma konumu diğer mağdur bireylerle bir özgürlük dayanışmasına da sokmayabilir. Bireyi iktidar karşısında konumlandıran bir direniş stratejisi geliştirmek, ancak politikanın dolayımından geçerek mümkün olabilir. Bu coğrafyada böyle bir politikanın yolu da otoriter, mülkiyetçi, militarist, ırkçı, cinsiyetçi, sömürgeci iktidar ilişkilerine karşı yereli ve özgürlüğü esas alan Post Kolonyal Anarşizm’den geçer gibi görünmektedir. Anarşizm her türlü otorite karşısında direnişimizi güçlendiren özgürlük tutkusuyken, Post Kolonyal Eleştiri, kimliğimizi sömürgeci kalıntılardan arındıran ayrıca farklılıklarımızı mutlaklaştıran anlatıların, özcü kimlik politikalarının da altını oyan bir eleştiridir. Post-Kolonyal Anarşizm de, elbette yıkılmaz bir köşk değildir, bir kışkırtmadır. Dünyanın altüst edici akıntılarında yüzerken tutunup ufukta işaretler aradığımız titrek bir ay ışığıdır sadece. <br /><br /><strong style="font-style: normal; ">Yararlanılan Kaynaklar:<br /><br />1-) Kolonyalizm Postkolonyalizm - Ania Loomba - Ayrıntı Yayınları<br /><br />2-) Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi - Arif Dirlik - Boğaziçi Üniversitesi Yayınları<br /><br />3-) Ulus ve Parçaları: Kolonyal ve Post-Kolonyal Tarihler - Partha Chatterjee - İletişim Yayınları<br /><br />4-) Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark<br />Derleyenler: Fuat Keyman, Mahmut Mutman, Meyda Yeğenoğlu - İletişim Yayınları<br /><br />5-) Göç, Kültür, Kimlik - Lain Chambers - Ayrıntı Yayınları<br /><br />6-) Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi - Albert Memmi - Versus Yayınları<br /><br />7-) Dünyayı Değiştirmek İsteyenler, Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler? - Antonias Lıakos - İletişim Yayınları</strong></div><div style="font-style: normal; font-weight: normal; "><strong><br /></strong></div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-37912802439203223852012-01-01T16:51:00.000-08:002012-03-05T16:12:45.438-08:00Kürdistan’da Radikal Bir Politikanın İmkânları Üzerine<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgdlxAFkrkaBnxOOvNmx5q4qgnGxTW089-4kDttxkA-02ITWh_P6DEmqTr1-kIGzZFfCtitBsi2ibmEioSKDUg4WiH3I128qjXQU75MT5VH4Dwx3D7d2hMGIKAVu4_n7OgOYyuQ95UVnxWN/s1600/185751_10150095540509299_584769298_6012217_2119607_n+%25281%2529.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><br /><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 224px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgdlxAFkrkaBnxOOvNmx5q4qgnGxTW089-4kDttxkA-02ITWh_P6DEmqTr1-kIGzZFfCtitBsi2ibmEioSKDUg4WiH3I128qjXQU75MT5VH4Dwx3D7d2hMGIKAVu4_n7OgOYyuQ95UVnxWN/s320/185751_10150095540509299_584769298_6012217_2119607_n+%25281%2529.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5583720039451998130" /></a><span style="font-style:italic;"><span style="font-weight:bold;"><br /></span></span><div><span style="font-style:italic;"><span style="font-weight:bold;">“İnsanlar savaşır ve kaybeder; uğruna savaştıkları şey yenilmelerine rağmen gerçekleşir, ama ortaya çıkan düşündüklerinden başka bir şeydir, başka insanlar başka bir adla onların davası için savaşmak zorunda kalır”</span></span> [William Morris]<br /><br />Siyasetin, toplumsal özgürleşme vaadiyle, radikal eşitlik ufkuyla göbek bağını kopardığı ketum zamanlardayız. Siyaset, artık belli cemaatlerin veya politik grupların çıkarlarının akıllıca idare edilmesine, ekonomik olarak karlı ve toplumsal olarak kabul edilebilir dengelerin hesaplanmasına dönüşmüştür. Her derde deva liberal demokrasinin, farklı cemaatlerin çıkarları arasındaki mutabakat oyunundan, çokluk’u uyumlulaştırma rejiminden öte bir şey olmadığını bütün bir yeryüzü deneyimledi. Jacques Ranciére göre, içinde yaşadığımız çağda “ütopya adalarına yapılan kaçamak yolculuk olarak siyaset sona eriyordu. Siyaset artık gemiyi idare etmek ve dalgaya uyum sağlamak sanatıyla büyümenin doğal ve barışçıl hareketiyle özdeşleşiyordu”[1] Her türlü sosyal ve politik deneyimi söylem tarzlarına indirgeyerek, hayatın sosyo-ekonomik boyutunu askıya alan sahte bir hakikat rejimi tarafından kuşatılmış durumdayız. Liberal siyasetin sarp kıyılarında; radikal muhalifler, rekabet edilmesi gereken hasımlar olarak görülmemekte, aksine iktidar tarafından şeytanlaştırılan, yok edilmesi gereken düşmanlar olarak kodlanmaktadır. Chantal Mouffe’un haklı vurgusuyla, siyaseti ahlakileştirme, dolaysıyla siyasetten uzaklaşma riskini de beraberinde getirmektedir. “Bugün olmakta olan, siyasalın ahlaki dil dizgesinde tüketilmesidir. Başka bir deyişle, siyasal hala bir biz/onlar ayrımına bağlı; fakat biz/onlar ayrımı, siyasal kategorilerle değil, ahlaki terimlerle ifade ediliyor”[2] Kimlik ve farklılık söyleminin özgürlük politikalarının şiarı haline geldiği günümüzde, sınıf temelli radikal bir eşitlik siyasetinin yerini tekil mücadele deneyimlerinin sınırları pekiştiren politikasına bıraktığını söyleyebiliriz. Dünyanın farklı mekanlarında beliren öfke patlamaları veya kısa süreli isyan dalgaları alternatif bir dünyayı yaratmaya maalesef muktedir olamamaktadır. Yönsüz ve pusulasız kalmış bir dünyanın modern yıkıntıları içinde “bulanık duyarlılıklar”la birbirimize dokunmaya çalışıyoruz. Modern toplumsal gövdenin çözülmesiyle birlikte, türdeş kolektif kimliklerin bastırdığı, hasır altı ettiği tüm toplumsal farklılıkların tikel öznelliklerini yaratmaları, kendi kolektif enerjileriyle varlıklarını görünür kılmaları kurucu siyasal tahayyüllerin eşitlik ufkunu zenginleştiren, genişleten önemli etkilerde bulunmuştur. Ancak küresel kapitalizm, bir taraftan evrensel bir egemenlik yönetimi olarak kendini dayatırken diğer taraftan farklılıkları ve öznellikleri üreten bir toplumsal fabrika olarakta işlemektedir. Farklı kültürel ve cinsel kimliklerin hak mücadelesi, iktidarı ve kapitalizmi hedef alan diğer toplumsal öznelerin küresel direnişiyle buluşmadığı sürece, kendi sınırlarını üreten, kapitalizmin fark politikasının teşvik ettiği bir alt-kültür deneyimine dönüşmektedir. Oysa biz “farklılıkları sınırları delip geçecek şekilde kurdukça” bizatihi ikili yapıların iktidarı çözülür. Özneleşme bir kimliksizleşme yahut sınıfsızlaşma sürecidir. Ranciére’in dediği gibi “özgürleşme bir azınlıktan çıkıştır”. Parçalı özgürlük tahayyülerini alttakilerin küresel direniş savaşına çevirmenin yolu yeniden bütünsel bir siyasal analiz ve mücadele perspektifi üretmekten geçmektedir. Yaralarımızı sağalttığımız kimlik hücrelerinden çıkmanın zamanı gelmiştir. Kültürel, etnik, cinsel ve sınıfsal kimliklerin kendi öznelliklerini ve farklarını korudukları anti-kapitalist bir direniş ağını örmek, çokluk’un siyasal birlikteliğini yaratmakla mümkündür. İmparatorluk’un küresel savaş makinasına karşı, yerel mücadele deneyimlerinin ve kimlik politikalarının açığa çıkardığı özgürleşme potansiyellerini her türlü sınırı ve aşkın otoriteyi red eden kurucu bir liberter komünist politikaya tercüme etmek zorundayız. Ortadoğu coğrafyasında Kürt siyasal direnişinin özgürlükçü bir politikayı yaratabilme potansiyeli veya sınırları üzerinden radikal bir politikanın bu topraklarda nasıl karşılık bulabileceğinin imkanlarını veya imkansızlıklarını şimdi konuşabiliriz.<br /><br /><br /><span style="font-style:italic;"><span style="font-weight:bold;">“Devrimciler, halk için bir gelecek icat etmeden önce bir “halk” icat etmişlerdir”</span></span> [Jacques Ranciére]<br /><br />Kemalist Cumhuriyet projesinin yarattığı “Orta Sınıf Beyaz Türk” kimliği, Anadoludaki tüm öteki kimliklerin ve özelde Kürt kimliğinin negatif inşasıyla mümkün olmuştur. Yani bir nevi Kürt kimliği, “orta sınıf beyaz türk” kimliğinin zıddı olarak kurulmuştur. Kemalist modernleşme projesinin aynasında; Kürt kimliği, çağdaş operasyonlarla güzelleştirilmesi gereken çirkin bir suret, eritilmesi gereken bir fazlalık ve zamanla kurtulması gereken bir toplumsal tehdit unsuru olarak görülmüştür. Buda devletin, ayrımcı, ırkçı, asimilasyoncu, zorunlu göç, fiziki imha gibi bir dizi politikayı sistematik olarak geliştirmesini beraberinde getirmiştir. Jean Paul Sartre’ın, Yahudi’yi Yahudi karşıtlığı yaratmıştır iddiasındaki gibi, Kürt ulusal kimliğini de, Ortadoğudaki devletlerin ırkçı ve ve şiddete dayalı politikaları yaratmıştır diyebiliriz. Yani Kürt ulusal kimliği, devletin ırkçı baskıları karşısındaki kolektif direnişten doğmuştur. 1980’lerden itibaren anti-sömürgeci bir ideolojik yörüngede, modern örgütlenme araçlarıyla örgütlenerek ortaya çıkan Kürt siyasal hareketi, bir halkın kendi kolektif benliğinin keşfi, bir haksızlığın açığa vurulması, sayılmayanların bir muhasebesi, görünür-olmayanların ya da görünürlükten kaçırılanların görünürlük kazanma mücadelesi olarak var olmuştur. Kürt siyasal hareketi, bir başkası tarafından saptanmış kimliğin mutlak reddiydi. “Ulus kavramı, hakim kesimin elinde hareketsizlik ve restorasyon sağlarken, madun kesimlerin elinde değişim ve devrim için bir silah olur”[3] sözünü doğrulayan bir toplumsal değişimin aktörü olmayı başardı. Kürt direnişi; Kürdistan’da, toprak ve din temelli tahakkümün çözülüşünün militan bayrağıyken, Türkiye’de, Sosyalist Hareketten ve Devrimden umudunu kesmiş herkes için bir arzu toprağıydı. Frantz Fanon’dan öğrenilmiş temel ders, kurtuluş için sömürgecinin şiddetine denk bir karşı-şiddet örgütlemenin gerekliliğiydi. Hareketin güçlü bir toplumsal omurga oluşturması genel itibariyle iki toplumsal olguya dayandırılabilinir: Birincisi hareketin Kürdistan’da en alttaki sınıflara yani mülkiyetsiz ve iktidarsız çoğunluğa yaslanması, ikincisi ise hareketin silahlı mücadeleyi kararlı bir şekilde yürüterek kökleşmiş ‘devlet korkusu’nu yıkmayı başarması ve devlet iktidarıyla hesaplaşabilecek bir iktidar potansiyeline sahip olduğunu fiili olarak göstermesidir. Ancak zamanla Ulus kimliği, bölgedeki tüm nüfusu hegemonik bir kimliğin temsili yoluyla iç farklılıkların silinmeye çalışıldığı total bir kimliğe dönüştürüldü. Halk kavramı, farklı siyasal öznelerin saf dışı bırakıldığı modern egemenlik aracına, özgürlük de, belli kültürel hakların devlet katında sigortalanması hedefine evrildi. Özgürleşmedik, özgür bir geleceği şimdilik yaratamadık belki ama “halk” olmuşuk. Kurtuluşun kızıl şafaklarına uzanamadık belki ama durumdan vazife çıkarın öncü aydınlarımızın ve tarihçilerimizin resmi anlatıları sayesinde dört başı mamur bir karşıt-ulus kimliğine kavuştuk. Yenilgi dönemleri devrimciler için en önemli okuldur gerçeğinden hareketle, hareketin modern egemenlik anlayışını sorguladığı, “devletin, ulusal kurtuluşun zehirli hediyesi” olduğunu kabul ederek farklı bir siyasal rotaya girmiş olduğunu söylemek mümkün. Konfederalizm, komünalizm, ekolojik toplum ve son olarak “demokratik özerklik” projesinde karar kılan Kürt hareketinin, otoriter örgütlenme modeli, kimlik temelli talepleri ve toplumsal gövdeye dönüşmüş “önderlik kültü”ne rağmen özgür bir otonomiyi inşa edip edemeyeceğini kuşkusuz zaman gösterecek. Demokratik özerklik projesinin, anti-kapitalist bir doğrultuda özgür otonom bölgeler şekinde, halkın kendi siyasal geleceğini belirlediği, kendi kültürünü geliştirdiği bir özyönetim politikası haline gelme ihtimali çoğu muhalifi, radikali heyecanlandırmıştır. Ancak hareketin, bir taraftan belediyeler aracılığıyla bölgede devletin dışına çıkan bir özyönetim oluşturma polikası, diğer taraftan Ankara’yı muhatap alan ikircikli yapısı, ordu, parti, konsey gibi hiyerarşik modern örgütlenme araçlarındaki ısrarı, bölgedeki tüm nüfusu homojen bir kimlik içinde özneleştirme çabası, tüm siyasal kararların belli aktörler tarafından belirlendiği merkeziyetçi karakteri, lider ve kahramanlık kültürünün ağır basıncı, projenin hedefleriyle çelişen bir dizi sorunuda içinde barındırmaktadır. Peki hareketin yıllardır yarattığı direniş kültürünü ve dayanışma ruhunu bir komünalist politikaya tercüme etmesi mümkün mü? Hangi prangalarından kurtulması bu ütopyayı mümkün kılabilir? Bu sorulara karnımda topladığım sessiz cevapları sesli düşünmenin mümkün olan sınırlarında dolaştırmaya çalışacağım.<br /><br /><br /><span style="font-style:italic;"><span style="font-weight:bold;">“Tarihi olan halkların tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir, tarihi olmayan halkların tarihi de devlete karşı mücadelelerinin tarihidir”</span></span> [Pierre Clastres]<br /><br />Vakti zamanında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Mahir Sayın ile yaptığı bir mülakatta Türkiye’deki muhaliflere sitemle karışık söylediği “Zapata’ya da Zap’a da gidin” sözünün birgün güncel tartışma konusu olan özerklik ve otonomi bağlamında Zapataların önemli bir esin ve araştırma konusu olacak şekilde karşılık bulabileceğini sanırım kendisi de öngörmemiştir. Tabiki Ortadoğu’da komünalist bir arzuyla devrimin devrimcileştirilmesi açısından Zapatistalar yoldaşımızdır ancak bu Zap’a karşı kör olduğumuz anlamına gelmemektedir. “Zapatista deneyimi, yanıkısı tüm dünyaya sıçrayabilme potansiyeline sahip, komünalizmin nüvelerini içinde barındıran bir öz-örgütlenme ve otonomi deneyimi, iktidar olmadan kendi gücünü olumlama deneyimi olarak okunduğunda”[4] bizim adımıza da gerçek anlamını bulacaktır. Anti-sömürgeci mücadele geleneklerinin öngörülemeyen sonuçlarından biri de hareketi oluşturan öznelerin hedef ve kişliklerinde meydana gelen sarsıcı dönüşümlerdir. “Sömürgeci zulüm tarafından kendi kimliğinden kopartılan halk, mücadele içinde bu ötekliğin ötekisi olur. İnkar edilmiş tikelliğine geri dönemez, yeni bir insanlık kazanır”[5]. Bir toprağın veya halkın bağımsızlığını kazanmak hedefiyle başlayan bir direnişin, egemen güçle olan temas ve alışveriş içinde kimliği ve ufku gittikçe melezleşen, mutlak doğruları esneyen, özgürlük hayalinin kapsadığı insanların ve toprakların genişlediği bir noktaya gelmesi her daim mümkündür. “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” idealinden “Demokratik Cumhuriyet’e” oradan “Demokratik Özerklik” projesine varan dönemler boyunca meydana gelen siyasal ve sosyal dönüşümler bir iradi tercihin sonuçları olmaktan çok, tarihin zorunlu uğraklarının dayattığı sapmalar olsada gelinen aşama bir siyasal paradigmanın iflas ettiğinin kabulü bakımından anlamlı sonuçlara gebedir. Peki “Demokratik Özerklik” projesinin Kürdistan’da bir özgürlük politikası haline gelme potansiyeli var mıdır? Varsa hangi koşullar altında ve hangi aşınmış yöntem ve hedeflerin terk edilmesiyle mümkündür? “Aktif umut” veya “harekete geçirilmiş ütopya” belki de modern egemenliğin araçlarından ve düşünce zincirlerinden kurtulmamızla mümkün.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Özgür Bir Otonomi Yaratmanın İmkânları</span><br /><br /><span style="font-weight:bold;">1)-</span> Öncelikle madun bir halkın kurtuluşu olarak başlayan bir direnişi, modern egemenlik araçlarını kullanarak hayali bir ulus kimliğini yaratmaya dönüştürmek sevdasından vazgeçilmelidir. “Halk ne aynı başlangıca, aynı doğuma sahip olma ile tanımlanabilenlerin ırkıyla, ne de nüfusun bir kesimiyle ya da nüfusun kesimlerinin toplamıyla özdeşleştirilebilir. Halk, meşru tahakküm mantıklarını askıya alarak, nüfusu kendi kendisinden ayıran fazlalıktır. Halk, her türlü toplumsal niceleştirme ya da muhasebe işlemini aşan o boş mekan, o ilavedir. Halk, sayılmayanlardır, aristokrasinin olduğu gibi miras yoluyla ya da burjuvazinin olduğu gibi zenginlik ve mülk sahipliği yoluyla yönetme hakkına sahip olmayanlardır”[6]. Halk, Kürdistan’da yaşayan mülksüz ve iktidarsız çokluk’un oluşturduğu kader birliğidir. Kan veya dil birliği değildir. Kültürel sınırları siyasal sınırlarla çakıştırma hedefi, ulus-devletin sınırlara ve şiddete dayalı yeni ötekiler yaratma politikası olup, yerel burjuvazinin zafer naralarıyla sonuçlanan tarihin çoktan çöpe attığı bir modern egemenlik hilesidir. Benim kültürel sınırlarımın Muş-Malazgirt olması siyasal sınırlarımın tüm dünya olmasına engel midir? Mezopotamya’da yaşayan farklı kültür, dil, lehçe ve etnik kimlikleri standardize edilen bir dil aracılığıyla bir ulus (hiçkimse’nin kimliği) kimliğine dönüştürmek, asimile etmek, kültürel bir katliam olmanın ötesinde hangi özgürlüğün ön koşuludur? Bölgesel ağız ve lehçelerin ulusallaştırılması, yerelin ve uzun bir sözlü kültürün, tarihin ölümünden başka nedir ki? Kusursuz birlik fantazisi, farklılıkların ölüm fermanını çıkarmaya davettir. Jean Genet, Kara Panterler ve Filistinlilerin devrimci çoşkularından büyülenmişti, ama onların egemen bir ulus haline gelir gelmez devrimci niteliklerini de yitireceklerini kabul ediyordu: “Filistinliler kurumsallaştığı gün artık onların tarafını tutmayacağım. Filistinliler öteki uluslar gibi bir ulus haline geldiği gün ben orada olmayacağım” diyordu. Ulusu, doğal ve aşkın bir kimlik olmaktan kurtarmalı, onun tarihsel kuruluşunu ve yol açtığı politik yıkımları göstermek zorundayız. Ulusal kurtuluş, ulus-devletin kuruluşuna vardığında, modern egemenliğin bütün baskıcı unsurları kaçınılmaz olarak var gücüyle sahneye çıkacaktır. Ulusal egemenliğin ilerici işlevleri her zaman güçlü iç tahakküm yapılarınıda beraberinde getirmiştir. Kısacası “devlet ulusal kurtuluşun zehirli hediyesidir”. “Ulusal-devlet ötekiler üreten, ırksal farklılıklar yaratan ve modern egemenlik öznesinin çerçevesini belirleyip onu destekleyecek sınırlar koyan bir makinedir”[7]. Ulus da, “toplumsal hayatın totaliter şekilde yukarıdan kodlanması”ndan başka bir şey değildir. Mezopotamya’da yaşayan bütün insanları “eşdeğerlikler zinciri” içinde gören, herhangi bir kimliğin hegemonik konumunu red eden, iktidarın egemen ulus kimliğinin altını oyacak ulus olmayan bir karşt-ulus kimliği, direniş ağının öznesi olabilir.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">2)-</span> Hareketin siyasal zincirlerinden biride modern disiplin rejiminden kalan parti, ordu, konsey gibi hiyerarşik ve disipliner örgütlenme modellerini hala sürdürüyor olması, bu örgütlenme araçlarındaki ısrarıdır. 19. ve 20. yüzyıla yayılan fordist kapitalist üretim modeli, toplumun modern örgütlenme biçimi de belirlemiştir. Tüm toplumsal gövde disiplin rejimine uygun dikey örgütlenme modeline dayanmaktaydı. Fabrika, Okul, Kışla, Hastahane ve Hapishaneler gibi disiplin kurumlarının hepsi, Foucault’un disiplinci paradigmayla ilişkilendirdiği ortak bir biçimi paylaşıyorlardı. “Modern savaşın ‘topyekün seferberlik’i’ gerçekte tüm toplumu bir savaş fabrikasına dönüştürüp, bedenleri savaş alanına yığma projesiyle bedenleri fabrikalara yığma projesini birleştiriyordu: Sıradan işçinin anonim bedeni meçhul askerin bedeniyle birleşiyordu”[8]. İktidarın örgütlenme modelinin o tarihlerdeki muhalif hareketlerin örgütlenme biçimine yansıması kaçınılmazdı. 19. ve 20. yüzyıl boyunca ortaya çıkan Protesto hareketleri ve devrimci hareketler de bu modern örgütlenme modelini izleyerek örgütlenmişlerdir. İşçi sınıfı partileri veya anti-emperyalist gerilla hareketleri devrimci öznenin özdeşliğini temel alan merkezi bir önderlik veya öncü parti tarafından yürütülüyordu. “Modern halk ordusu endüstri işçilerinin ordusuyken, gerilla güçleri asıl olarak köylü çeteleriydi”[9]. Askeri örgütlenmeyi merkezileştirme çabaları, modern siyasetin toplumsal sınıfları ve farklı gelişme düzeylerini, kültürel farklılıkları ortak bir siyasal proje etrafında eklemleme hedefinin bir parçasıydı. PKK Hareketi de Leninist parti modeliyle, Maocu gerilla savaşını birleştirerek ortaya çıkmış bir modern harekettir. Başlangıçta küçük gerilla birimlerinin saldırıları şeklinde sesini duyuran hareket 1987 yılından itibaren düzenli ordu (ARGK) örgütlenmesine geçti. Katı bir merkeziyetçilik ve hiyerarşik yapılanmaya dayanan askeri örgütlenme, devlete karşı yürüttüğü kesintisiz iç savaşta önemli siyasal ve toplumsal mevziler kazanmışsa da zamanla içindeki görüş ayrılıklarını da şiddetle bastıran, sosyal yaşam alanları üzerinde mutlak bir kontrol oluşturan tahakkümcü bir nitelik kazanmıştır. Merkeziyetçi örgütlenmenin getirdiği temel sorunlardan biride, her türlü dışsal sızmaya açık olması ve devlet istihbaratının kontrol ve manipülasyonlarına müsait bir karakter arz etmesidir. Hareketin ideolojik ve eylem programının devlet güçlerince kolayca takip edilebilir olması hareketin manevra alanını sürekli daraltan bir sonuç yaratmaktadır. Devletin son yıllarda hareketin bütün lojistik alanlarını kurutan, kontrol altında tutan varlığı da mevcut örgütlenme modelinin işlevselliğini tartışılır kılmaktadır. Ayrıca askeri bir güç olarak siyaset üzerinde kurulmuş mutlak vesayet, hem bölgedeki başka türlü politikaların hegemonya oluşturma koşullarını sınırlamakta hemde belli siyasal figürlerin bu askeri gücün gölgesine sığınarak varlığı kendinden menkul meşru konumlar edinmelerine zemin hazırlamaktadır. Devletin bölgedeki şiddet atmosferini gerekçe göstererek kendi kamuoyundan aldığı sınırsız destek, güvenlik politikalarına yönelik devasa ekonomik yatırımlar ve gittikçe tırmanan siyasal ve gündelik faşizm, birlikte yaşamanın koşullarını her geçen gün zorlaştırmaktadır.<br /><br />Modern direniş ve iç savaş biçimlerinin dönemi kapanmıştır. “Parti, halk ordusu, ve modern gerilla güçleri gibi tüm biçimler iflas etmiştir, çünkü bu yapılar bir özdeşlik ya da kimlik dayatır, farkları inkar eder ve bunları başkalarının çıkarlarına tabi kılar”[10]. Kapitalist üretim modelinde meydana gelen değişiklikler yani fordist üretim biçiminden postfordist üretim biçimine geçiş siyasal örgütlenme ve direniş formlarını da dönüştürmüştür. “Postfordist üretimin temel eksenlerini teşkil eden enformasyon, iletişim ve işbirliği ağları yeni gerilla hareketlerini şekillendirmeye başlar. Hareketler, internet gibi teknolojileri sadece örgütlenme aracı olarak kullanmakla kalmaz, giderek bu teknolojileri kendi örgütsel yapılarının modeli olarak benimser. Modern ordu, Fordist fabrikanın disiplinli işçisi gibi komutlara uyabilecek disiplinli askeri yarattı ve modern gerilla güçlerindeki disiplinli özne üretimide buna benziyordu. Ancak ağ mücadelesi, yine postfordist üretim gibi, disipline yaslanmaz, asli değerleri: yaratıcılık, iletişim ve de öz-örgütlülük temelinde işbirliğidir”[11]. Yeni küresel mücadele dalgası, yeni toplumsal hareketlerin özgün ve yaratıcı örgütlenme modelleri yaratmalarını da beraberinde getirmiştir. 1960’lardan itibaren ortaya çıkan ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik, karşı-kültür, ekoloji, savaş karşıtlığı vb. indirgenemez tikellikler üzerinden kendi farklılığını ifade etme ve mücadelesini otonom olarak sürdürme politikası yeni toplumsal hareketlerin esin kaynağı ve ağ temelli örgütlenme modelinin de çatısını oluşturmuştur. Kürdistan’da tüm toplumsal öznelliklerin kendi otonomunu inşa edebildiği öz-örgütlenmeye dayalı yeni bir siyasal ağ yaratmak, hareketin öngördüğü yeni siyasal hedefle de örtüşmektedir. Sadece ekonomik ve politik alanları değil hayatın bütün veçhelerine yayılan, toplumsal ilşkiler ve yaşam biçimleri üreten “biyopolitik” iktidara karşı mücadele yalnızca devletle çatışmaya indirgenemez. İktidarın öznellikler üreten toplum fabrikasına karşı, firar etkili bir direniş nosyonudur. İktidara karşı yürütülen savaş eksilme ve çekilme yoluyla kazanılabilir. Bu firar eylemleri, içinde bulunduğumuz iktidar alanlarını boşaltmak anlamına gelmektedir. Kitlesel Vicdani-Red eylemleriyle başlayan süreç, iktidarın kendini yeniden ürettiği bütün alanlara yayılan bir “savaşsız muharrebe”ye dönüştürülebilinir. Devlete vergi vermeyi red etmek, devletin eğitim kurumlarını uzun süreli protestolarla etkisizleştirmek, kapitalist markalara yönelik sabotajlar, Kürtçeyi tüm kurumlarda ısrarla kullanmak, bölgedeki kaynakların devlet eliyle kullanılmasını zorlaştırmak gibi etkili bir direniş ağı örebiliriz. “Dağınık bir ağ saldırıya geçtiğinde düşmanı sarmalar: Sayısız bağımsız güç adeta her yönden aynı noktaya saldırır ve ardından çevrede kaybolur. Ağ saldırısı bir korku filmindeki kuş ya da böcek sürüsünün saldırısına benzer: Bilinmeyen, belirsiz, görülmeyen ve beklenmeyen zihinsiz saldırganlardan oluşan bir çokluk gibi”[12]. Zaman, bu çokluk’un harekete geçmesinin tam zamanıdır.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">3)-</span> Kürt siyasetinin son yıllarda gittikçe bir orta sınıf siyasetine dönüşmesi, bölgedeki yoksul çokluk’a sırtını dönmüş olması belki de üzerinde en çok durulması gereken noktalardan birini teşkil etmektedir. Hareketin çıkış dönemlerinde ideolojik kimliğinin en önemli bileşenlerinden biri olan sınıf siyasetinin gittikçe terk edilmiş olması, anti-kapitalist bir politikanın gerekliliğini ortaya koyan “öfkeli yoksulların” ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. “Özellikle 1999-2005 yılları arasında şekillenen ve Demokratik Cumhuriyet içinde Kürt kimliğinin kabulü olarak kodlanan bu yeni siyasal söylemi, genel hatları ile Kürt meselesini çokkültürlülük çerçevesinde bazı kültürel hakların tanınmasına indirgemek olarak özetleyebiliriz. Kürt meselesinin idari, politik, sosyo-ekonomik boyutlarını göz ardı eden bu yeni siyasal söylem büyük oranda liberal sivil toplumcu siyaset araçları ile hak talep etme olarak kendisini göstermektedir”[13]. Derebeylerine dönüşen toprak sahipleri ve neo-liberal politikaların çöplüğüne dönüşen Kürt belediyeleri ve Kürt kentlerinde veba misali yayılan işsizlik sınıf siyasetini hatırlamanın vaktinin çoktan geldiğini en yakıcı haliyle duyurmaktadır. Kürdistan’da orta sınıfın giderek ağırlığını hissetirmesi ve bir sınıf olarak yükselişi, genel olarak AKP’nin bölgede palazlandırdığı cemaat sermayesi, Kürt belediyeleri aracılığıyla kazanılan ulufeler (ihaleler) ve Cuma Çiçek’in de dikkat çektiği gibi Irak Kürdistan bölgesi ile kurulan ekonomik ilişkilere bağlanabilinir. Kürt Belediyelerinin ekonomik imkanların büyük bir bölümünü kent merkezlerindeki orta sınıf semtlere yatırım olarak kullanıp, yoksullukla mücadele dernekleri aracılığıyla yoksulluğu pansuman etme politikası, dilenciliği kurumsallaştırmak politikasından başka bir şey değildir. Ölen tarım ve hayvancılığı canlandırmaya yönelik somut hiçbir projenin olmaması; yoksul köylülerin, yeşil kart, çocuk parası, arazi parası gibi devlet sadakalarına avucunu açmış bir çaresizliğe mahkum olmasının da temel sebebidir. “Taşları yerinden oynatan” çocukların Kürt orta sınıf semtlerine de yönelen sınıfsal öfkesini hesaba katmayan hiçbir yerel politikanın eşitlik vadetme şansı yoktur. Demokratik Özerklik projesinin başarılı olmasının temel koşulu “Ekonomik Özerklik” ayağının nasıl oturtulacağı ve bölgedeki sınıfsal uçurumların nasıl ortadan kaldırılacağına bağlıdır. Buda Kürdistan’daki yoksul çokluk’un sınıfsal başkaldırısına bağlıdır.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">4)-</span> “Önderlik Kültün”ün politik yaşamın tüm alanlarını kuşatan kutsal halesi, iradesi felç olmuş, yönünü yitirmiş yıkıcı kitlelerin politik fanatizmini her geçen gün bilemektedir. Belli siyasal öncülerin, siyasal hareketler içinde zamanla tartışılmaz mesiyanik figürlere dönüşmeleri kitlelerin güç arzusunun bir sonucu olsa da, bu konumdan feragat etmeyen önderlerin rolü de büyüktür. Abdullah Öcalan’ın, İmralı’da özgürlükçü okumalar sonrasında oluşturduğu anti-otoriter toplum projeleri mutlak liderlik konumuyla tezatlık yaratmaktadır. Kürtler için entelektüel üretimlerde bulunma rolünden başka bir siyasi rolünün olmadığını dillendirmesine rağmen, varlığının bir toplumsal gövdeye dönüştürülmüş olması, her siyasal söylemi icazetli, her politik iradeyi güdümlü, her özgürlükçü iddiayı şaibeli kılmaktadır. Öcalan’ı, Öcalana rağmen peygamber ilan edenler, havari rolünü kapmanın telaşıyla çırpınmaktadırlar. İlan ettikleri peygamberin söylediklerini dinlemeyip sadece gölgesine iman eden bu havariler, siyasi köşe başlarını tutma ve kitlelerin yaktığı geçici ateşlerde görünmeyen varlıklarını parıldatma peşindeler. Bertol Brecht’in dediği gibi “'ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplumdur”. Liderler, özgürlüğümüzden ve düşlerimizden feragat ettiğimiz çorak topraklarda yeşerirler. Biz ‘hiçkimse’leştikçe onlar ‘herşey’leşir. Kürt halkının devrime ihtiyacı olan özgür öznelerinin kendi iradeleriyle oluşturacakları komünlerde, devlete, mülkiyete, liderlere ve kimliklere ihtiyaç olmayacaktır.<br /><br />Kürdistan’da Anarşist bir devrime olan inancımız ve özgürlük rüyamız bu topraklardaki bütün toplumsal mücadelelerin nihai yenilgisinde bile son bulmayacaktır. Herkesin eşit ve özgür olduğu bir geleceğe yönelik arzumuza, dünyanın sonundan başka hiçbir şey son veremez. Devrimin ‘gelecekteki şimdi’sini kurma mücadelemiz, iktidara talip tüm siyasi hareketlerden ve öznelerden bağımsız olarak devam edecektir. Ya özgürlüğü birlikte yaratacağız ya da toplumsal bedenden kopmuş ayrı politik organlar olarak kendi otonomumuzu inşa etme yolculuğumuzu birkaç düşperestin yalnız serüveni şeklinde de olsa sürdüreceğiz. Devrim, tarihin aşkın öznelerini beklemeden, Derrida’nın tanımıyla “tarihin olağan akışında, olanaksızı gerçekleştirme, mevcut düzeni programlanamaz olaylar temelinde sekteye uğratma amaçlı bir kesinti, radikal bir durak”tır. Belki de kaybettiğimizi sandığımız şey, hiç sahip olamadığımızı keşfettiğimiz anda saklıdır.<br /><br /><div><b>Dipnotlar:</b></div><div><b><br /></b>[1] Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, syf: 19, Metis Yayınları<br />[2] Siyasal Üzerine, Chantal Mouffe, syf: 11, İletişim Yayınları<br />[3] İmparatorluk, syf: 127, M.Hart & A. Negri, Ayrıntı Yayınları<br />[4] Marx ve Komünalist Otonomi, syf: 317, Otonom Yayınları<br />[5] Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, syf: 125, Metis Yayınları<br />[6] Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, syf: 145, Metis Yayınları<br />[7] İmparatorluk, syf: 137, M.Hart & A. Negri, Ayrıntı Yayınları<br />[8] Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, syf: 62, M.Hart & A. Negri, Ayrıntı Yayınları<br />[9] Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, syf: 88, M.Hart & A. Negri, Ayrıntı Yayınları<br />[10] A.g.e syf: 102<br />[11] A.g.e syf: 99<br />[12] Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, syf: 107, M.Hart & A. Negri, Ayrıntı Yayınları<br />[13] Demokratik Özerklik Üzerine, Cuma Çiçek, Birikim Dergisi, Sayı: 261</div><div><br /></div></div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-3450112234067277502011-07-25T13:05:00.000-07:002011-07-25T16:19:50.474-07:00Eril İktidarın Çatlaklarından Sızan Özgürlük<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEie8FgWhA2PEPvGSUI5DZVBkTuUI1gjgcQPxeCDOPlbV9Lj939Gm_-CiThJ40GH8ZyUdAOUwqvX75MiBbX-TXpMA90-73WdpCWlHVPb4GA5A-7zGVzaVgBOmMhoE6bb4fMbnFGNXv7Cxl7m/s1600/QIJIKA+RE%25C5%259E+%25C3%2596N+KAPAK.JPG" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEie8FgWhA2PEPvGSUI5DZVBkTuUI1gjgcQPxeCDOPlbV9Lj939Gm_-CiThJ40GH8ZyUdAOUwqvX75MiBbX-TXpMA90-73WdpCWlHVPb4GA5A-7zGVzaVgBOmMhoE6bb4fMbnFGNXv7Cxl7m/s320/QIJIKA+RE%25C5%259E+%25C3%2596N+KAPAK.JPG" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5624151224287523266" style="float: left; margin-top: 0px; margin-right: 10px; margin-bottom: 10px; margin-left: 0px; cursor: pointer; width: 224px; height: 320px; " /></a><p class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Erk-ek Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı</span></b></p><p class="MsoNormal"><b><i><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">“Erkeklik, yalnız bizim çağımızda değil her çağda, kazanılmak zorunda olunan bir şeydi”</span></i></b><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[Leonard Krıegel]</span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Toplumsallaşma serüvenimiz boyunca tabi tutulduğumuz ve hiçbir zaman bitmeyecek “erkeklik” sınavının benliğimizde açtığı yaralar, yarattığı tahribatlar her erkeğin sınıfsal, kültürel konumuna, sosyal ve eğitim düzeyine göre farklılıklar gösterse de, “erkek olmak uğruna çoğu zaman insan olmaktan vazgeçtiğimiz” toplumsal cinsiyet rolü yıkıcı varoluşunu üretmeye devam etmektedir. </span><span class="Apple-style-span" style="font-family: Arial; font-size: 13px; ">“Çocuk oyunları, okul takımları, spor oluşumları, arkadaş grupları, aile ortamı, iş alanları, askerlik hizmeti gibi onlarcası sıralanabilecek bu mekanizmalar, kadınları ve erkekleri cinsiyet kalıpları üzerinden ayrıştırır. Bu ayrışma, aynı zamanda onların sosyal varoluşu haline gelir. Bireyin varlığı ancak, cinsiyetlendirilmiş muhayyel cemaatler içindeyken kabul edilir”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[1]</span></span></span></span></a>. Yani kısacası toplumsal cinsiyet rejimi içinde rolünü ve cinsel yönelimini kuşku götürmez şekilde belirginleştirmiş bireylerin toplumsal varoluşu kabul görmektedir. İçine sıkıştırıldığımız cinsiyet kalıplarının sınırlarını ihlal etmek, her türlü aşağılanmayı, dışlanmayı, şiddete maruz kalmayı ve hatta öldürülmeyi gerektiren bir sosyal varoluşu cepheden göğüslemek demektir. Toplumsal cinsiyet rejiminin sürekli bir iktidar kışkırtmasıyla zorladığı, her daim güçlü ve yeterli olması varsayılan erkeklik rolünün hakkını vermeye çalışmak hiçte kolay değildir. Yaşadığımız topraklarda erkekliğe giden çetin yolda erkeği; sert, duygusuz ve ağır yüklerle dolu bir dizi toplumsal ödev beklemektedir. Sünnet, Askerlik, İş bulma, Evlilik, Çocukları otoritesiyle yönlendirmek gibi sonu gelmez ritüellere, sorumluluklara razı olmak demektir. “Erkek, ailenin ordu gücüdür. Silahı olmasa bile, yumruğu işler olmalıdır. Ağır bir yükü taşıyabilmeli, sıkışık kapakları açabilmeli, kaçan birini koşup yakalayabilmelidir”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[2]</span></span></span></span></a>. Yinede erkeklik, kazanıldığından hiçbir zaman emin olunamayan bir yok-ödüldür. Her daim yeniden kanıtlanılması, üretilmesi ve taşınılması gereken uçucu bir kimliktir. Erkeklik bir kere elde edildikten sonra ömür boyu keyfi sürülen bir krallık değildir. Onaylanmaya ve okşanmaya muhtaç bir kudrettir. Hayattan yediğimiz güçlü şamarların etkisi çoğu zaman iktidarsızlık ve yetersizlik duygularını beslemekte buda erkeğin ruhunu zehirleyen hınç duygusunu durmadan bilemektedir. Sürekli kışkırtılan erkeklik mitinin hayatın sert duvarlarına toslamasıyla keşfedilen iktidarsızlık duyguları samimi bir yüzleşmeyi doğuracağına, yaşanan “erkeklik krizi” çeşitli maskelerle, güç gösterileriyle maalesef savuşturulmaktadır. İktidarın, işsizliğin, militarizmin ve patriarkinin yol açtığı yaralar ve değersizlik hissi; şiddetle, tecavüzle, ırkçı veya köktenci siyasal hareketlere katılmakla hatta gerekirse ölüm bile göze alınarak aşılmaya çalışılmaktadır. Kısacası erkek olmak uğruna ödenen bedeller kadını “dışarıdan”, erkeği ise “içeriden” yıkan sonuçlar yaratmaktadır. Erkeklik kimliğini kazanma mücadelesi kadınların seslerini kesmeyi hedef alırken, erkeklerin de kalplerini hançerlemeyi hedef alır. Şefkatsiz, sevgi fakiri, korku ve kaygıların kemirdiği bir şizofren varlığa dönüşmektedir. Yıldırım Türker’in deyişiyle “Erkle tartılan, erkle tanımlanan, serüveni erk peşinde bir varoluşun sıkılgan bekçisi”dir erkek. Meşruluğunu benliğindeki kadınsı değerleri bastırmaktan alan bir anti-kimliktir. Kısacası erkeğin varlığı, huzursuzluğun ve gerilimin uzun tarihidir. Hayatıma girmiş kadınların yarattıkları farkındalıklar ve feminist literatürün özgürlük tahayyülümde yarattığı dönüşümler toplumsal erkeklik hikâyemin üzerine daha uzun ve derinden düşünmemi sağladı. Erkekliğin bir “imkânsız iktidar” olduğunu, kimi korkuları gizleyen bir suskunluk zırhı, ayağıma dolanan bazı eksiklikleri ve yetersizlikleri savuşturma telaşı olduğunu maalesef geç fark ettim. Erkeklik mitinin sessizleştirdiği bu karanlık ve ağır cemaatin mahremiyetinin içinden konuşmak, özele dair bir yarayı dillendirmek, bu ketum varoluşu her yönüyle sorunsallaştırmak sanıldığından daha zordur. Çünkü “erkeklik, sürekli başka konumların ‘ne olduğu’ hakkında konuşma hakkını kendi elinde tutan ve bu sayede kendi bulunduğu konum sorgulama dışı kalan bir ‘iktidar konumu’dur”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[3]</span></span></span></span></a>. Bende bir erkek olarak bu iktidar konumuyla suç ortaklıklarımı, erkeklik kalesinin iç çatlaklarını ve hegemonik erkekliğin beni de ezen tahakküm örüntülerini öznelliğim üzerinden elimden geldiğince görünür kılmaya çalışacağım. Elimden geldiğince diyorum çünkü bir erkek olarak erkeklik hallerimi “serde erkeklik var” belasından ötürü kadınlar gibi en dolaysız, en çıplak haliyle anlatabileceğimden hala emin değilim. Anlatacaklarım erkeklik hikâyemin sadece bazı kör düğümlerine içten dokunmak ve erkeklik kalesinin ulaşılmaz burçlarına tırmanmaktan vazgeçişimin, “kaçış çizgileri”min gerekçelerini ortaya sermekten ibarettir.</span></p><p class="MsoNormal"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Arial; font-size: 13px; "><br /></span></p><p class="MsoNormal" style="text-align: justify; "><span class="apple-style-span"><b><i><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; color: black; ">"Gerçekten de en çok erkeği ezer erkeklik... Yanındaki kıza laf atana okkalı bir kafa atamamanın, maçta topu tutamamanın, askerde düşmanı mıhlayamamanın, yatakta kadını haklayamamanın, eve ekmek taşıyamamanın yarattığı tahribat o denli büyüktür ki bunlarla baş edebilmek, ezikliğini örtebilmek için efsaneler uydurarak erkekliğini yüceltir erkek: Adama öyle bir kafa atmıştır ki, topa öyle çakmıştır ki, kızı öyle haklamıştır ki... Malum,<span> </span>bir kızla birleşerek erkekliğini "kazanır"; kız ise erkekle birleşerek kızlığını "kaybeder". Erkeklik bayrağı, en çok da zifaf döşeklerinde, askere uğurlama törenlerinde, büyük derbilerde, meclis kürsülerinde, evlerde yüceltile yüceltile insanlığın başına bela olmuştur.</span></i></b></span><span class="apple-style-span"><b><i><span style="font-size: 10pt; font-family: Verdana; color: black; "> </span></i></b></span><span class="apple-style-span"><b><i><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; color: black; ">Kim bilir kaç zifaf cinayetinde erkeklik zaafının duyulmasından kaygılanan erkek kaygıları rol oynamıştır.</span></i></b></span><b><i><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; color: black; "> <span class="apple-style-span">Kaç namus cinayetinde, kaç sevilmemiş çocukta, ilan edilememiş kaç aşkta, yok yere çekilmiş kaç hançerde, gereksiz yere ilan edilmiş kaç savaşta bu fuzuli dolduruşun parmak izleri vardır"</span></span></i></b><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; color: black; "> </span></span><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; color: black; "><span class="apple-style-span">[Can Dündar]</span></span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Erkek olmanın dayanılmaz ağırlığını, erkekliğin bir yük olduğunu sanırım ilk kez ilkokul yıllarında hissetmeye başladım. Köyde ilkokulu aynı sınıfta okuduğum ablamla geçirdiğim beş yıl, onun “namusunu” koruyamama korkusunun eşlik ettiği her gün çekmek zorunda olduğum bir cehennem azabı gibi gelmişti. Bir erkek çocuğun ona laf atması veya hakaret etmesi durumunda çelimsiz vücudumun onu korumakta yetersiz kalacağını, o erkek çocuklara haddini bildirememe korkusu en coşkulu yıllarımı bir kâbusa dönüştürmüştü. İlkokulun bitmesiyle ablamın ev hayatına dönmesi bu ağır “temsil yükü”nden kurtulduğum anlamına geliyordu. Ancak ilkokuldan sonra başlayan yatılı okul yıllarım da daha sert bir erkeklik sınavının beni beklediğini bilmiyordum. Yatılı okul yatakhanesindeki “homurtulu erkekler” dünyasında her davranış ve paylaşım biçimi sert bir erkeklik kalıbına oturmak zorundaydı. Kuşatılmış bu sınırlı sosyal yaşam içinde güçlü olmak, okul yöneticilerinin soluk aldırmaz baskısına karşı bir direniş, sefil hayat koşullarına bir tutunma biçimiydi belki de. Yatılı okulun yatakhanesine adım attığım ilk gece maruz kaldığım o eşek şakasını pardon erkeklik şakasını hala unutmuş değilim. Şairin dediği gibi “çocukluk gökyüzü gibidir hiçbir yere gitmiyor” nede olsa. Bana gösterilen yatağıma ilk günün yorgunluğuyla uzanıp uyumaya çalışırken bir anda yaklaşık olarak on kişinin yatağımın üstüne birbirinin sırtına atlar şekilde yüklendiklerini gördüm. O kadar ağırlığın altında uzun süre soluksuz kaldığımı hatta nefessiz kalıp ölmek üzere olduğumu hissedince attığım şiddetli bir çığlık sayesinde kurtulabildim. Meğer bu hareket her yeni gelen erkek öğrenciye tacizle karışık bir hoş geldin! şakasıymış. Yataktan fırlayıp lavaboya koştum, lavabonun aynası karşısında uzun süre hıçkırıklarla sarsıla sarsıla ağladığımı hatırlıyorum. Kendimi ilk kez bu kadar çaresiz ve yetersiz hissetmiştim. Maruz kaldığım olay, güya kazanmak zorunda olduğum güçlü erkeklik imgesini fena halde zedelemişti. Şişirilmiş erkeklik gururumun yaralanmış olması uzun süre etkisinden kurtulamadığım bir “erkeklik krizi” yaratmıştı. Gerek dayanıksız vücuduma pek güvenememe duygusundan gerekse ruhumun başka yaşam itkileriyle çalkalanıyor olması dolaysıyla lise yılları boyunca yatılı öğrencilerin rekabet dünyasından, eğlenme biçimlerinden uzak kapalı devre bir hayatı tercih ettim diyebilirim. Yaşıtlarımla birlikte ne kahveye gidip bir oyun oynadım (hala bildiğim bir kahve oyunu yoktur) ne bir futbol takımına çağırılma keyfini yaşadım ne de herhangi bir kavganın vazgeçilmez elemanı olarak görüldüm. Kendi içindeki ütopik denizlerde kaybolan asosyal bir yaratık gibiydim. Lise yıllarındaki lakabımın “uzaylı” olması da bu dünyaya ait olmama, başka bir gezegenden geldiğime yönelik arkadaş takılmalarından doğmuştu. Öğretmenleri bile döven, saldıkları korku sayesinde varolan kimi erkek öğrencilere sınavlarda yardım etmek zorunda kalmam, şiddetin belirlediği erkeklik hiyerarşisine itaat etmenin bir başka gerekliliğiydi. Lise yıllarının bittiği, ruhumdaki ergenlik sivilcelerinin bir kısmının patladığı üniversite yıllarında erkekliğin daha politik örüntülerle kendini yeniden ürettiği bir erkeklik dünyasına dâhil olmuştum. Kadınsılaştırılmış bir ulusu edilgen konumundan kurtarmak için, “erkekliğin geri kazanıldığı” anti-sömürgeci mücadelenin saflarında “yiğit Kürt erkekleri” olarak yerimizi almıştık. Kahramanlık halesinin başımıza konacağı devrim denilen hülyalı güne hazırlanırken her mekânda faşist bildiğimiz erkek öğrencilerle kıyasıya dövüşüyorduk. Üniversitenin her alanı politik erkekler arasındaki şiddetli kavgaların damgasını vurduğu bir cenk meydanına dönüşmüştü. Kadın yoldaşlar bu meydan kavgalarında çantalarında bizim için taş taşıyan, uzaktan taş atan, karşıt safın hamlelerini bize bildiren, yıpranmış sinirlerimize umutlu masajlar yapan ‘yedek ordu’ konumundaydı. Yurtta ülkücü kadınlara saldırdıkları, onlara şiddet uyguladıkları haberlerini de duymuyor değildik elbette. Ancak mücadelenin asli özneleri biz erkeklerdik, devrim kadınlara bırakılamayacak kadar ciddi ve sert olmayı gerektiren bir toplumsal hedefti! Ayrıca gözaltı deneyimini yaşayıp dışarı çıktığımızda yaşadıklarımızı bir direniş destanına, bir kahramanlık anlatısına dönüştürmekte de pek mahirdik. Bir gözaltı deneyiminde işkence yapan polisle aramda geçen bir diyalogu özellikle aktarmak istiyorum. Diyalogun önemi, polisin bendeki fallus merkezli iktidar algısını sarsacağını bir erkek olarak çok iyi tahmin etmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Gördüğüm çeşitli işkence biçimlerinden sonra psikolojik işkence seanslarının birinde polis yumuşak bir ses tonuyla: “Remo bak oğlum kendini boş yere ezdiriyorsun. Birazdan penisinine vereceğimiz elektrikle seni iktidarsızlaştıracağız. Bundan böyle hiçbir kadına bir şey yapamayacaksın. Apo Kürdistan’ı yarın kursa bile ne yapacaksın böyle bir Kürdistan’ı?” demişti. Pek belli etmemeye çalışsam da bu psikolojik saldırıya savunmasız yakalanmıştım, polisin söyledikleri içime taş gibi oturmuştu. İktidarsız bir erkek olarak yaşamak bana ölmekle eşdeğer gibi gelmişti. “İktidar olarak fallus imgesinin nerdeyse evrensel bir yaygınlığa sahip olduğu su götürmez. İlkel kabilelerin ve eski Yunanların bereket simgelerinden pornografinin kullandığı dile kadar, penis hep bir silah, bir araç, korkutucu bir güç kaynağı olarak betimlenmiştir”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[4]</span></span></span></span></a>. Zaman içinde otoriter siyasetlere veda ederken, o siyasetlerin homofobik, kadınsı değerleri aşağılayan, kahramanlık ve yiğitlik kültünü yeniden üreten eril diliyle kendi içimde hesaplaşmam feminist politikanın yarattığı farkındalık sayesinde mümkün oldu. Feminist eleştiriye ve kadınlardan öğrenmeye kapılarını açmayan, “erkeklik belası”nı sorunsallaştırmayan hiçbir bir sol politikanın özgürlük iddialarının geçerli olamayacağına ikna olmuştum. Bu dönemde anarşist, anti-otoriter ve anti-militarist öznelerle olan politik yakınlığımın doğurduğu temel sonuçlardan biride toplumsal cinsiyet mevzusuna, cinsiyet hallerine daha içeriden bakmayı öğrenmem oldu. Bu insanların kadın ve lgbtt hareketiyle olan doğrudan temasının yarattığı deneyim zenginliğinden beslenmek, tarihsel ve toplumsal okumalarımın merkezini oluşturan sınıf, iktidar, etnisite, kültürel fark kategorilerine cinsiyet kategorisini de çıkmamak üzere eklemiş oldu.</span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><br /></span></p><p class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Post-modern Zamanlarda “Erkeklik Krizi”nin Yeni Halleri</span></b></p><p class="MsoNormal"><b><i><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">“Bu toplumda erkek olmak kendinden olabildiğince az vermek anlamını taşıyor” </span></i></b><span class="Apple-style-span" style="font-family: Arial; font-size: 13px; ">[Dustin Hoffman]</span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Peki, içinden geçtiğimiz post-modern zamanlarda erkeklik nasıl bir değişim geçirmekte, yeni zamanlarda kendini hangi inceltilmiş toplumsal mekanizmalarla yeniden üretmekte ve erkeklerin bu iktidar konumundan feragat etme mücadelesinde umutlu olunabilecek işaretler görmek mümkün mü? Bu sorulara bir çırpıda olumlu veya olumsuz cevaplar vermek zor çünkü hiçbir zaman ve hiçbir yerde genel geçer, tek bir erkeklik tanımı olmadığı gibi erkeklik deneyimleri de yaşa, sınıfa, kültürel farklara ve habitusa</span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Symbol; "><span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn5" name="_ftnref5" title="">*</a> </span></span></span><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">göre değişen tezahürler göstermektedir. Cinsiyet farkları rejimine dayalı eril tahakküm ilişkileri günümüzde göç, maddi olmayan üretim, yeni piyasa kapitalizmi, yeni aile değerlerine bağlı olarak değişim geçirmektedir. Bugün egemen erkeklik değerlerinde ve tarzlarında yaşanan sarsıntılar “erkeklik krizi” olarak nitelendirilmektedir. Kana ya da soya dayalı patriarki, yani yaşlı erkeğin otoritesine dayalı eril tahakküm rejimi; göç, kadının iş hayatında önemli konumlar edinmesi ve kapitalist piyasa koşullarına bağlı olarak dünyanın çoğu yerinde çözülüyor. “Başarılı erkek olmak için tam gün çalışmaya dayalı bir iş ve ömür boyu süren kariyer sahibi olmanın önemi giderek azalmaktadır. Hizmet sektörü giderek sanayi sektörünün önüne geçmekte ve bu nedenle işçi sınıfı temelli erkeklik modellerini zayıflatmaktadır. Yeni zamanlarda erkek olarak topluma kabul edilmek için üretmeyi, çalışmayı, teknolojik uzmanlık bilgisine sahip olma ve araçsal aklını kullanma becerisine sahip olmayı başarmak gereklidir. 19.yüzyılın sahip olduğu işi kaybetmemek için yumruklarıyla kavga eden erkeğin yirminci yüzyılda yerini kişisel risk alan, strateji üreten, girişimci erkeğe bırakmıştır”<span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn6" name="_ftnref6" title="">[5]</a>. </span></span></span></span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family: Arial; font-size: 13px; ">Post-endüstriyel dönemde alt sınıflara mensup erkeklerin gittikçe daha zor iş bulur hale gelmeleri, işsizliğin tetiklediği güven yitimi ve bağımsızlık kaybı aynı zamanda bir “erkeklik kaybı” anlamına gelmektedir. Buda beraberinde kadınlara, siyahlara, eşcinsellere, yabancı göçmenlere (Türkiye’de Kürtlere) yönelik ayrımcı, şiddet içeren “yeni sağ” politikaların bu alt sınıflar içinde taban bulmasını getirmektedir. Alt sınıf mensubu erkekler, içinde bulundukları kötü yaşam koşullarının sebebi olarak bu “öteki”leri görmektedirler. Irkçılığa, kadın düşmanlığına ve şiddete yönelerek tehdit altında hissettikleri erkek kimliklerini sağaltma, yeniden güçlendirme çabası içinde olduklarını gözlemlemek mümkün.</span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Türkiye’de olmasa da çoğu ülkede zorunlu askerliğe dayalı vatandaş ordularının yerini profesyonel ordu anlayışına bırakması “vatan kurtaran erkek imgesi”nin de krize girmesini doğurmuştur.</span><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Ancak Türkiye’de askerlik kurumu hala erkekliğin önemli “istasyon”larından biri olmaya devam etmektedir. “Militarizm, erkekliğe atfedilen değerlerin meşruluğu ve üstünlüğüne dayanır. Vurdu mu deviren olmak, tahammülsüzlük, karı gibi olmamak, kısa yoldan sonuç almak, gücünü göstermek, gerçekçi olmak ataerkiyle militarizmin ortak değerleridir. Militarizmin uygulayıcılığının erkeklere yüklenmesi eril değerlerin hiyerarşik üstünlüğünden, dolaysıyla toplumsal gücünden kaynaklanır. Bu bir nevi ittifak politikasıdır”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn7" name="_ftnref7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[6]</span></span></span></span></a>. Modern ulus-devletlerin savaş ve güvenlik ihtiyacından doğan zorunlu askerlik, yurttaşlığa kabulün bir ayini olmasının yanı sıra hegemonik erkekliğin</span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn8" name="_ftnref8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 11pt; font-family: Symbol; "><span>©</span></span></span></a><span style="font-family: Arial; "> </span><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">inşasında da önemli bir role sahiptir. Bir tür “erkeklik ispatı” haline dönüşen askerlik deneyimi aynı zamanda kadınsı tüm değer ve özelliklerin aşağılandığı, saldırgan erkeklik değerlerinin yüceltildiği ve kurumsallaştırıldığı bir deneyimdir. Militarizmin cinsiyetlendirilmiş ulusal politikası, erkeklerin savaşçı robotlar, kadınlarında pasif ama sadık destekçiler rolünü oynadığı vatandaş tipini yaratmaktır. Enloe’nin de dikkat çektiği gibi, militarist siyasette kadınlara düşen rol, oğlunu askerliğe yüreklendiren anne, yaralı askeri iyileştiren hastabakıcı, askerleri eğlendiren fahişe ve cephe gerisi hizmetlerine koşturan görevli kadın olmaktır. “Militarist pratiklerin içselleştirilmesi ile erkeklerin ölme ve öldürmeye razı savaşçılar haline gelebilmeleri, askerliğin bir tür ‘erkeklik sınavı’ olarak varolmasına bağlıdır ve bu sınavı başarı ile geçenlerin ‘sağlam erkek’ olarak topluma katılmaya hak kazanacağına dair bir ‘ritüelistik sözleşme’ söz konusudur.”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn9" name="_ftnref9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[7]</span></span></span></span></a> Askerlik süresince disipline edilen, ‘adam olma’ rüştünü ispatlamış olarak topluma dönen erkek, kazandığı ayrıcalıklı konumuna aile içinde itaat, toplum nezdinde de saygı beklemektedir. “Askerlik sonrası, ailesine bir çeşit ‘devlet’ olarak dönen erkek, babalık konumu içinde ailenin de askeri oluyor. Ömür boyu, korumak, nöbet tutmak, kollamak, intikam almak gibi sorumlulukları taşıyor. Kurumsal örgütlenme içinde üretilen askeri itaat, gündelik yaşamın kulisinde depolanmış şiddetin kurumsallaşmasını, görev olarak kabul edilmesini, süreklileşmesini ve sıradanlaşmasını sağlıyor”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn10" name="_ftnref10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[8]</span></span></span></span></a>. Günümüzde çoğu ülkede zorunlu askerliğin yerini profesyonel ordunun alması, vicdani red hareketinin militarizmin meşruluğunu toplum nezdinde sorgular hale getirmesi, zorunlu savaşların yarattığı travmalar ve askerlik sonrasında korunaklı bir hayat kurmanın zorlukları, erkeğin militarizm üzerinden doğan gücünü ve itibarını önemli oranda sarsan bir başka “erkeklik krizi”nin kaynağı haline gelmiştir.</span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Güçlü baba figürünün zayıf olduğu, babanın varlığından çok soluk siluetinin eşlik ettiği bir aile ortamında büyüdüm. Dede’nin sarsılmaz otoritesinin diğer tüm erkeklerin varlığını sildiği, dede’nin ölene dek süren otoritesi karşısında aile içinde yaşayan bütün erkeklerin hizaya geldiği, iktidarlarından vazgeçmek zorunda kaldığı geniş bir aile yapısıydı. Babam, tarlada birlikte çalıştığım, ismiyle hitap ettiğim, dedenin erkeklik şemsiyesi altında eşit şekilde konumlandığım bir gölge figürdü. Aileye mensup çocukların okul hayatını, alınacak kıyafetleri, evlilikleri, köy içinde kimlere yakın kimlere uzak olmamız gerektiğine kadar tüm yaşam döngüsünü dedem belirlemekteydi. Dedem bir korku anıtıydı. Çocukluğum; dedenin korkusundan komşu çocuklarla top oynamaya dahi gidemediğim, gündelik işlerde bile marabaların çalıştırıldığı, yoksul köylülerin nefret ettiği bir feodal gettoda geçti. Erkeklik değerlerinin durmadan kutsandığı, kadınlara yönelik küfür ve hakaretlerin havada uçuştuğu, yoksul köylülerin insan yerine konulmadığı bir aile ortamında büyümek, kişiliğimde bir dizi otoriter ve eril özelliklerin de sanırım köklerini oluşturdu. Ayrıca ilk erkek çocuk olmanın verdiği bütün ayrıcalıklara da annem sayesinde kavuşmuştum. Kız kardeşler bize hizmet etmesi gereken geçici kardeşlerdi. Ailenin gelecek sigortası erkek çocuklarıydı. Aile içinde doğallaştırılan cinsiyet eşitsizliğini annem de doğal görmekteydi çünkü bu eşitsizlik tanrının farklı fıtratlara ve yeteneklere sahip şekilde yarattığı cinslere emrettiği ilahi bir rol dağılımıydı. Günah, yeryüzüne Havva yüzünden gelmişti ve doğuştan lanetli olan kadın, erkeğe hizmet ederek bu kefaretini ödemeliydi. Annemin baskın karakterini babam çoğunlukla onaylayan bir rolle geçiştirmekteydi. Babam saldığı korkuyla bizi hizaya getirmekten çok bizi sürekli başka ailelerin çocuklarıyla kıyaslayarak, varlığımızı hiçleştirerek, önümüze aşılmaz yaşam çıtaları koyarak ehlileştirmeye uğraştı. Bedenimizden çok ruhumuza işkence eden babalardandı. Her şeye rağmen gerek şiddetin gerekse toplumsal ahlakın varlığını dokunulmaz kıldığı baba, tanrı ve devletin aile içindeki gölgesidir. Babaların çocukların ruhunda açtığı yaralar da kolay kolay kapanmamaktadır. Birçok erkeğin orta yaş dönemlerinde babalarını affedip babalarını anlamaya başladıklarını söylemeleri sanırım babalık konumunun doğurduğu yaptırımları zamanla kendilerine sunulmuş bir hak olarak görmeye başlamalarının bir sonucu olsa gerek. Günümüzde “babadan oğula “erkeklik” naklinde meydana gelen kesintiler farklı erkeklik deneyimlerin tohumlarını atıyor. Bunun her zaman olumlu olması gerekmez elbette. Ama yine de kendini “keşfe” dayalı büyüme dönemi önemli fırsatlar sunuyor genç erkeklere”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn11" name="_ftnref11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[9]</span></span></span></span></a>. Para kazanan baba rolünün kadının eşit ekonomik gücüyle gittikçe dengelenmesi, erkeliğin babadan aktarımla öğrenilmesinin yerini arkadaş veya sosyal erkeklik gruplarında öğrenilmeye bırakması, çocuğun erken yaşlarda okul hayatı aracılığıyla aileden kopması, kadının iş hayatı dolaysıyla çocuk bakımına babanın da ortak olmak zorunda kalmış olması babalık konumu üzerinden başka bir “erkeklik krizi”nin de temelini atmıştır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><br /></span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Eril Tahakküme Karşı Erkekler</span></b></p><p class="MsoNormal"><b><i><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">“Dünyanın bütün emekçileri, özellikle erkek olanlar, gevşeyin”</span></i></b><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[David Cohen]</span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Cinsiyet eşitsizliğine, eril şiddete, patriarkal iktidara ve heteroseksüel normlara karşı çıkan erkeklerin cılızda olsa sesini duyurur hale gelmesi, örgütlenmesi feminist siyasetin etki alanını güçlendirmiştir. Egemen erkeklik değerlerine ve kadına yönelik şiddeti engellemek amacıyla bir araya gelen erkeklerin oluşturduğu örgütler ve ağlar günümüzde gittikçe yaygınlaşıyor. “Devlet tarafından işkence edilmiş muhalifler, etnik kimlikleri nedeniyle aşağılanmış Kürt erkekler, biyolojik erkeklikleri ile dertli eşcinseller, savaş karşıtları, pasifistler, vicdani retçiler, feminist kadınlar ile yaşarken eğitilmiş erkekler”<a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn12" name="_ftnref12" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[10]</span></span></span></span></a> eril şiddeti ve hâkim erkeklik değerlerini belli oranda sorgulamaya, kadınlarla ortak politikalar geliştirmeye başlamışlardır. Hegemonik erkeklikten zarar gören erkeklerin yaşadıkları “erkeklik acıları”, veya “özgürleştirici çıkarlar” cinsiyet eşitliğine dayalı, duyguların yön verdiği özgür bir yaşam politikası geliştirmelerinin de kalkış noktası olmuştur. Yani eril iktidarın erkeği hem ayrıcalıklarla donatan hem de yaralayan, rekabetçi doğası bu iktidara karşı çıkan “pro-feminist erkekler”in ortaya çıkmasının da koşullarını hazırlamıştır. Kimi erkeklerin egemen erkeklik değerleriyle yüzleşmesinde ve bu değerlere karşı farkındalık geliştirmesinde, doğrudan ilişkilendikleri kadınların yaşadıkları erkek kaynaklı acılara, yıkımlara, şiddete tanık olmaları da önemli bir rol oynamaktadır. Erkeklerin şiddete karşı örgütlenmesinin belki de en bilinen örneği <i>Beyaz Kurdele Kampanyası</i>’dır. Kanada’nın Montreal kentinde bir kadın sığınma evinde 14 kadının katledilmesinin ikinci yıldönümü olan 1991 yılında başlayan kampanya 4 kıta ve 35 ülkede faaliyet gösteren, erkekleri şiddete karşı harekete geçirmeye çalışan bir örgütlenmeye dönüşmüştür. Erkekler beyaz kurdele takarak, kendileri kadına hiçbir zaman şiddet uygulamayacaklarına, uygulanan şiddete karşı çıkıp buna sessiz kalmayacaklarına söz veriyorlar. Hindistan’da<i> “Taciz ve Şiddete Karşı Erkekler”</i>örgütü, Orta Amerika’da <i>“Buluşma Noktaları” </i>ve <i>“Şiddete Karşı Erkekler”</i> örgütleri, Şubat 2000’de Namibya’da toplanan <i>“Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Erkekler Konferansı”</i> ve yine Avustralya’da <i>“Cinsel Saldırıya Karşı Erkekler”</i>gibi örgütler eril şiddet kültürünü reddetmeye, şiddet mağduru kadın ve çocuklarla dayanışmaya çalışmaktadırlar. ABD’de şuan itibariyle 100’ü aşkın erkek grubu bulunmaktadır. En önemlileri <i>“Şiddetle Baş Eden Erkekler”</i>, <i>“Erkek Destek Merkezi”</i>, <i>“Erkekler Tecavüzü Durdurabilir”</i> olarak sayılabilinir. Ayrıca yaşadığımız topraklarda bir ilk olan ve bu konuda geleceğe cılızda olsa umutla bakmamızı sağlayan <i>”Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi”</i>nden özel olarak söz etmek gerekmektedir. <span class="apple-style-span"><span>BEDİ (</span></span>Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi),<span class="apple-style-span"><span> oluşum hikâyesini anlattığı bildiride kendisini şöyle tanımlamaktadır: “</span></span>Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi<span class="apple-style-span"><span>, toplumda hâkim olan erkeklik biçimlerine, cinsiyetçiliğe, dayatılmış cins kimliklerine ve homofobiye karşı olan anti-otoriter bir erkek inisiyatifidir. İtalyan sanatçı Pippa Bacca'nın tecavüz edilerek öldürülmesine karşı ortaya çıkan tepkilerin ardından kendi tavrını ortaya koymak isteyen bazı anarşist/anti-otoriter erkeklerin çağrısıyla, 19 Nisan 2008 Cumartesi akşamı Galatasaray lisesi önünde başlayıp Taksim meydanına kadar bir yürüyüş gerçekleştirilmiştir. Eylem 50'nin üzerinde anarşist, anti-otoriter, sol ve muhalif erkeklerin katılımı ve bir o kadar anarşist ve feminist kadının desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu eylemin ardından toplumsal cinsiyet ve erkeklik konularında hem sokağa yönelik eylemler hem de daha yaygın çalışmalar yürütmek üzere bu eylemin örgütlenmesinde yer alan bazı anti-otoriter erkekler "Biz Erkek Değiliz İnisiyatifini" oluşturmuşlardır”. Cinsiyetçiliğe karşı çıkan erkek gruplarının taahhütlerini şöyle sıralayabiliriz: “antiseksist erkek gruplarına katılarak cinsiyetçilikle baş etmeyi öğrenmek ve ciddi bir bilinç yükseltme çalışması yapmak. Kadın özgürlük hareketini ve Gay hareketi</span><span>desteklemek, ev işlerini ve çocuk bakımını paylaşmak, feminist ve gay hareketin eleştiri ve önerilerini önemsemek, şiddetin her türünü (fiziksel, duygusal, sözel, sembolik) reddetmek</span><span>”</span></span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn13" name="_ftnref13" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[11]</span></span></span></span></span></a><span class="apple-style-span"><span><span></span></span></span></span></p><p class="MsoNormal"><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Patriarkal kültürün, tarihin uzun bir kesiti boyunca kutsadığı ve doğallaştırdığı eş ve annelik rollerini feminist hareketin cesaretle red etmesi, erkek kurtuluş hareketine de önemli bir esin kaynağı olabilir. Erkeğin yaşamı boyunca; güçlü bir erkek, fedakâr bir koca, romantik bir âşık, rol modeli bir baba, vatan kurtaran asker olmak gibi boğucu ve hayatı çölleştiren erkeklik rollerine başkaldırması mümkündür. Çünkü erkeklerin büyük bir bölümü “koşum takımları içinde yaşamaktadır”</span></span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn14" name="_ftnref14" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[12]</span></span></span></span></span></a><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">. Sürekli zirvede kalmak arzusu, bitiş çizgisi olmayan bir maratonda tökezlemeden ölümüne koşmayı gerektirmektedir. Çocukluktan başlayarak öğretilen duygularını bastırmak, korkmamak, eşcinsel yönelimden nefret etmek, yetersizliklerini saklamak, evi geçindirecek bir baltaya sap olmak rolleri erkeklik adına çoğu zaman bir öz-yıkım yaratmaktadır. Bu yüzden “erkek, hemen hiçbir zaman nihayet bir erkek haline geldiğini varsaymadığı için sürekli savaş halindedir”</span></span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn15" name="_ftnref15" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[13]</span></span></span></span></span></a><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">. Erkeklik daima tamamlanmamış olan bir toplumsal varoluşun üzerine kurulmuştur. Bir kahramanlık mitiyle büyüyen erkek, hayatı bir savaş ve rekabet arenası olarak görmekte, kadınla yaşadığı ilişkide de her yönüyle fetihçi rolüne layık olmaya çalışmaktadır. Ancak David Cohen’in dediği gibi “çağdaş ilişkiler, tıpkı modern kahramanlar gibi yeni baskılar altındadır”</span></span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn16" name="_ftnref16" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[14]</span></span></span></span></span></a><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">. Her gün ölesiye çalışan, horlanan, disiplin toplumunun her yerde örselediği ve başka erkeklerin ırkçı aşağılamalarına maruz kalan erkeklerin ayrıcalıklarını sürdürebildikleri tek yer evdeki iktidarlarıdır. Gerek kadının yasalar karşısında ve gündelik yaşam içinde güçlenen konumu gerekse dışarıdaki hayatın dayattığı yeni erkeklik rolleri evdeki iktidarın da çatırdamasını ve erkeğin iktidarsız iktidarıyla yüzleşmesini zorunlu kılmaktadır. “Erkeğin özgürlüğü, erkin her türünü sorgulayarak başlar. Erkin her türlü uygulanmasından feragat edebildiği ölçüde özgürleşir, erkek. Öyleyse; sinsilikten, ketumluktan, yalnızlıktan gerçek inzivaya.</span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Kontratlardan gayri meşru bir varoluşa.</span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Ebedi rekabetten dostluğa.</span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Kolay çatılmış akıldan Heves'in kuracağı tuzaklara.</span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Erkekliğin saldırganlıkla, meydan okumayla, savaşçılıkla, avcılıkla tıka basa doldurulmuş, hazzı kıyıcı zaferlerde bulan tanımını silmek; karşılığında kocaman, uğultulu bir boşluk bırakmak gerek”</span></span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftn17" name="_ftnref17" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[15]</span></span></span></span></span></a><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">.<o:p></o:p></span></span></p><p class="MsoNormal"><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Belki de üzerimize yapışmış bu tahakküm gömleğini çıkarmakla başlayacak özgürlük serüvenimiz.</span></span><span style="font-size: 10pt; "> </span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Erkek olarak bugüne kadar varlığımızdan dışladığımız “kadınsı” addedilen değerleri yani pasifliği, sıcaklığı, sezgiyi, inceliği, sevgiyi, vermeyi ve en önemlisi duyguyu yeniden keşfederek bizi katılaştıran, hayatı kurutan eril iktidarın soğuk hücrelerinden çıkabiliriz.</span></span></p><p class="MsoNormal"><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><br /></span></span></p><p class="MsoNormal"><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "></span></span><b><u><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; color: black; ">Kaynakça:</span></u></b></p><ul><li class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar - Metis Yayınları<o:p></o:p></span></b></li><li class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Pınar Selek - İletişim Yayınları<o:p></o:p></span></b></li><li class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler, Lynne Segel - Ayrıntı Yayınları<o:p></o:p></span></b></li><li class="MsoNormal" style="color: black; "><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; color: windowtext; ">Erkek Olmak, </span></b><span class="apple-style-span"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">David Cohen - Alan Yayıncılık<o:p></o:p></span></b></span></li><li class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Erkek Olmanın Tehlikeleri, Herd Goldberg - Bilim ve Sanat<o:p></o:p></span></b></li><li class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Erkek Kimliğinin Değişe(meye)n Halleri, Editör: Huriye Kuruoğlu - Beta Yayınları<o:p></o:p></span></b></li><li class="MsoNormal"><b><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Toplum ve Bilim Dergisi, Erkeklik Sayısı, Sayı: 101, Güz 2004<o:p></o:p></span></b></li></ul><div><span class="Apple-style-span"><b><br /></b></span></div><div><hr align="left" width="33%"><div id="ftn1"><p class="MsoFootnoteText"><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><b><span class="Apple-style-span">Dipnotlar:</span></b></span></span></span></p><p class="MsoFootnoteText"><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; "><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref1" name="_ftn1" title="">[1]</a></span></span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref1" name="_ftn1" title=""></a></span></span> Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Pınar Selek, syf: 10, İletişim Yayınları</p></div><div id="ftn2"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[2]</span></span></span></span></a> Pınar Selek, syf: 23</p></div><div id="ftn3"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[3]</span></span></span></span></a> Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar, syf:16, Metis Yayınları</p></div><div id="ftn4"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref4" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[4]</span></span></span></span></a> Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler, Lynne Segel syf: 117, Ayrıntı Yayınları</p></div><div id="ftn5"><p class="MsoFootnoteText"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 12pt; font-family: Symbol; "><span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref5" name="_ftn5" title="">*</a> </span></span></span>Habitus, Bourdieo’ya göre “failleri belli bir şekilde davranmaya yönelten bir eğilimler kümesi” olarak tanımlamaktadır. Bu eğilimler algının, davranışların, yani her tür pratiğin ana kaynağını oluştururlar. Burada önemli olan nokta, bu pratiklerin düzenli pratikler olmasına karşın, bu düzenlikleri uygulatan ya da zorlayan bir yöneticiden bahsetmenin mümkün olmamasıdır. Bunlar hayatın içine kazılı olup sürekli dönüştürülebilir bir eğilimler sistemi olarak işler. Kısaca habitus, insana ‘şu’ değil de ‘bu’ şekilde davranmasını söyleyen bir görünmez çerçevedir. “Bugün içinde süren ve gelecekte de kendi ilkelerine göre yapılaşmış edimlerde mevcudiyetini devam ettirecek olan bir geçmiştir”. <span></span>Habitus, “toplumsallaşmış öznellik”tir.<span style="font-size: 11.5pt; "> </span>Bu bağlamda habitus, vücudumuz içinde dünün, geçmişin ya da tarihin anonimleştirildiği, yeniden üretildiği bir mekândır.<span></span></p></div><div id="ftn6"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref6" name="_ftn6" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[5]</span></span></span></span></a> Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar, syf:54-57, Metis Yayınları</p></div><div id="ftn7"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref7" name="_ftn7" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[6]</span></span></span></span></a> Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Pınar Selek, syf: 24-25, İletişim Yayınları</p></div><div id="ftn8"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref8" name="_ftn8" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 11pt; font-family: Symbol; "><span>©</span></span></span></a> Hegemonik erkeklik, “belirli erkek gruplarının güç ve zenginliği nasıl ellerinde tuttukları, tahakkümü yaratan toplumsal ilişkileri nasıl meşrulaştırdıklarını ve yeniden ürettiklerini” anlamaya yönelik bir kavramdır. Hegemonik erkeklik; sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünü değil, farklı erkeklik grupları arasındaki tahakküm ilişkilerini de anlamaya yönelik olarak oluşturulmuş ikili işleve sahip bir kavramdır. Dışsal hegemonya erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünün kurumsallaşması sürecine işaret ederken, içsel hegemonya bir grup erkeğin diğer erkekler üzerindeki hâkimiyetine göndermede bulunmaktadır. Hegemonik erkeklik, sadece zor ya da şiddet üzerinden işlemez. Kavramın önemi, erkeklerin kadınlara ve birbirlerine karşı kurdukları tahakküm ilişkilerinin inşasında kültür ve kurumlar üzerinden işleyen ikna ve rıza pratiklerine göndermede bulunmasında yatmaktadır. Hegemonik erkeklik, toplumsal süreçler içinde idealize edilmiş erkeklik formlarının iktidar ilişkileri aracılığıyla tüm topluma nasıl yayıldığını sorunsallaştıran bir kavramdır.</p></div><div id="ftn9"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref9" name="_ftn9" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[7]</span></span></span></span></a> Serpil Sancar, syf: 155</p></div><div id="ftn10"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref10" name="_ftn10" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[8]</span></span></span></span></a> Pınar Selek, syf: 210</p></div><div id="ftn11"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref11" name="_ftn11" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[9]</span></span></span></span></a> Serpil Sancar, syf:139</p></div><div id="ftn12"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref12" name="_ftn12" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[10]</span></span></span></span></a> Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar, syf:270, Metis Yayınları</p></div><div id="ftn13"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref13" name="_ftn13" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[11]</span></span></span></span></a> Serpil Sancar, syf:273</p></div><div id="ftn14"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref14" name="_ftn14" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[12]</span></span></span></span></a> Erkek Olmanın Tehlikeleri - Erkek Üstünlüğü Mitini Yaşatmak, Herd Goldberg, syf:15, Bilim ve Sanat</p></div><div id="ftn15"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref15" name="_ftn15" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[13]</span></span></span></span></a> Erkek Kimliğinin Değişe(meye)n Halleri, Editör: Huriye Kuruoğlu, syf:8, Beta Yayınları</p></div><div id="ftn16"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref16" name="_ftn16" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[14]</span></span></span></span></a> Erkek Olmak, <span class="apple-style-span"><span style="color: black; ">David Cohen, syf:199, Alan Yayıncılık</span></span></p></div><div id="ftn17"><p class="MsoFootnoteText"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/QIJIKA%20RE%C5%9E%20-4/Eril%20%C4%B0ktidar%C4%B1n%20%C3%87atlaklar%C4%B1ndan%20S%C4%B1zan%20%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk.doc#_ftnref17" name="_ftn17" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: 'Times New Roman'; ">[15]</span></span></span></span></a> Erk ile erkek, Yıldırım Türker, syf: 9-10, Toplum ve Bilim Dergisi, Güz 2004</p></div></div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-53816957459588937442011-07-21T12:04:00.000-07:002011-07-22T12:27:36.919-07:00Faşizmin Azgın Sularında Çırpınan Bir Toplum<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiC1Q0e16-ubckRGLvOHuQD-AqziFLbQJX-9hx2onWJmJKUZw8fC2d66i-GEqWXARcvZhjGw6TP2dDTaLF4CyPcm3tmW7FxwNdc9SReXTVmm3zvXPT_7ujPw2u8SzEumvcPLNenwPLOTXTh/s1600/nuce_22072011-102108-1311322868.59.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 184px; height: 268px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiC1Q0e16-ubckRGLvOHuQD-AqziFLbQJX-9hx2onWJmJKUZw8fC2d66i-GEqWXARcvZhjGw6TP2dDTaLF4CyPcm3tmW7FxwNdc9SReXTVmm3zvXPT_7ujPw2u8SzEumvcPLNenwPLOTXTh/s320/nuce_22072011-102108-1311322868.59.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5632256554303406482" /></a><br /><p style="margin:0cm;margin-bottom:.0001pt;line-height:18.0pt"><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Diyarbakır'ın Silvan ilçesi kırsalında </span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">yaşamını yitiren on üç askerin cenaze törenleri savaş naralarının ülke sathına yayıldığı, milliyetçi histerilerin ayyuka çıktığı bir ulusal yas seremonisine dönüştürüldü.</span></span><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Giorgio Agamben, Yas ile Yasasızlık arasında tarih boyunca süregelen bir ilişki olduğuna dikkatimizi çeker.</span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">“Ne zaman aşırı güvensiz ortamı örten meşrulaştırmalar yıkılsa ya da tehdit edilse, sürekli yasasızlığın tedhiş olasılığı gündeme gelir</span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> “</span></span><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Fa%C5%9Fizmin%20Azg%C4%B1n%20Sular%C4%B1nda%20%C3%87%C4%B1rp%C4%B1nan%20Bir%20Toplum%20Olmak.doc#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "><span style="mso-special-character: footnote"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">[1]</span></span><!--[endif]--></span></span></span></a><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">. </span></span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">İktidarı zora sokan veya meşruluk kaynağının altını oyan cenaze törenlerinde “ulusal yasa” eşlik eden bir tür seferberliğin ruhu varlığını hissettirir. Siyasal İktidar, bu cenaze törenlerini ulusal bir felaket ya da herkesin bir parçasını oluşturduğu bir toplumsal drama dönüştürme gayreti içine girer. Ülke çapında bir seferberlik veya teyakkuz duygusunu hâkim kılmanın en uygun koşulları olarak değerlendirilir.</span></span><span class="apple-converted-space"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> </span></span><span class="apple-style-span"><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Yas, yasasızlığın bahanesi haline geldiğinde, iktidar savaş ve ölüm kusan sarhoşluğundan yeni istisna halleri yaratmaya çalışır.</span></span><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; "> Kürt Siyasal Hareketi, Türkiye toplumunun kimyasını bozduğu gibi, devlet aklını ve hâkim siyaset algısını da iptal etti. Bütün bu Kemalist, milliyetçi hezeyanlar, “Efendi Türk”e hizmet etme rolünden vazgeçmiş Kür’dü temelli yitirmiş olmanın yarattığı telaşın bir dışa vurumudur. Kürtlerin varlığının görünür hale gelmesi, aynı zamanda Türkiye toplumunun kök hücrelerine yapışmış faşizan virüslerin görünme aynası oldu. Kürtleri eski kölelik ilişkilerine razı etme hayalleri çıkmaza girdikçe ayrımcılığın azgın suları da kabarmaktadır. Kürdün kendi tarihinin öznesi haline gelmesi, özgür bir politikanın failine dönüşmesi muktedirlerin dilinde kriminal her vakayla özdeşleştirilmesini de beraberinde getirmektedir. Herhangi bir Kürt bireyin veya grubun sebep olduğu her türlü olay, kürdün kolektif kimliğinin ontolojik bir özelliği olarak kodlanmaktadır. </span><span style="font-size: 10pt; font-family: Arial; ">Albert Memmi, “çoğulluk damgası kolonileştirilmiş olanın kişisellikten soyundurulmasının göstergesidir der. Kolonileştirilmiş olanlar asla bireysel bir tarzda karakterize edilmezler, onların yalnızca anonim bir kolektiviteye batıp gitmeye hakları vardır”<a style="mso-footnote-id:ftn2" href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Fa%C5%9Fizmin%20Azg%C4%B1n%20Sular%C4%B1nda%20%C3%87%C4%B1rp%C4%B1nan%20Bir%20Toplum%20Olmak.doc#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="mso-special-character:footnote"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size:10.0pt;font-family:Arial; mso-fareast-font-family:"Times New Roman";mso-ansi-language:TR;mso-fareast-language: TR;mso-bidi-language:AR-SA">[2]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span> der. Gelinen aşamada devletle özdeşleşmiş egemen ulus kimliğinden feragat etmeyen politik öznelerin bırakın demokrat olması, siyasal varlığı bile hükümsüzdür. Bölgedeki militarist işgal, çıplak şiddete dayalı sömürgeci politika, simetrik olmayan savaş her açıdan Kürt halkının safından bakmayı gerektirmektedir.<o:p></o:p></span></span></p><p style="margin:0cm;margin-bottom:.0001pt;line-height:18.0pt"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 13px; font-family: Verdana; line-height: normal; "><br /></span></p><p style="margin:0cm;margin-bottom:.0001pt;line-height:18.0pt"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 13px; line-height: normal; "><b><span class="Apple-style-span">Ölümlerin sebebi sorgulanmadıkça...</span></b></span></p> <p style="margin:0cm;margin-bottom:.0001pt;line-height:18.0pt"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Arial; font-size: 13px; ">Bu anlamsız savaşta yaşamını yitiren her Türk veya Kürt bireyin varlığı savaşın temel sebeplerini sorgulamaya dönüşmedikçe, bu trajedi üzerinden toplumsal bir muhalefet örgütlenmedikçe barış diliyle konuşmak şansımızın olabileceğini sanmıyorum. Jean Genet’in vakti zamanında Filistinliler iktidar olana kadar ben Filistinliyim demesi misali, her Türk muhalifin de hâkim ulusa mensup ayrıcalıklarıyla hesaplaşabilmesi için bu sorun çözülene kadar Kürt olması tarihin sırtımıza yüklediği bir onur ödevidir. Bu etnik bir entegrasyon veya yeni bir kimlik inşası degil, egemen kıyafetlerden soyunmak, devlet aklından istifa etmektir. Türkiye siyasal coğrafyası içinde her kimlik kendi özerk ve eşit ilişkilere dayalı dünyasını kurma sansına sahip olamadığı surece büyük ağabey küçük kardeşi dövme ve hor görme siyasetini sürdürecektir.</span></p><div style="mso-element:footnote-list"> <hr align="left" width="33%"> <!--[endif]--> <div style="mso-element:footnote" id="ftn1"> <p class="MsoFootnoteText"><span class="Apple-style-span"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Fa%C5%9Fizmin%20Azg%C4%B1n%20Sular%C4%B1nda%20%C3%87%C4%B1rp%C4%B1nan%20Bir%20Toplum%20Olmak.doc#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Arial; "><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Arial; ">[1]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span style="font-family: Arial; "> İstisna Hali, <span class="apple-style-span"><span>Giorgio Agamben - Otonom Yayınları</span></span><o:p></o:p></span></span></p> </div> <div style="mso-element:footnote" id="ftn2"> <p class="MsoFootnoteText"><span class="Apple-style-span"><a href="file:///D:/Documents%20and%20Settings/Administrator/Desktop/Fa%C5%9Fizmin%20Azg%C4%B1n%20Sular%C4%B1nda%20%C3%87%C4%B1rp%C4%B1nan%20Bir%20Toplum%20Olmak.doc#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Arial"><span style="mso-special-character:footnote"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Arial; ">[2]</span></span><!--[endif]--></span></span></span></a></span><span class="Apple-style-span"><span style="font-family: Arial; "> Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi, Albert Memmi - Versus Yayınları</span></span></p><p class="MsoFootnoteText"><span class="Apple-style-span" style="color: rgb(51, 51, 51); font-family: Arial; font-size: 13px; line-height: 18px; "><span class="Apple-style-span"><a href="http://www.ozgurgundem.com/haberID=16284&haberBaslik=Fa%C5%9Fizmin+azg%C4%B1n+sular%C4%B1nda+%C3%A7%C4%B1rp%C4%B1nan+bir+toplum&action=haber_detay&module=nuce">http://www.ozgurgundem.com/haberID=16284&haberBaslik=Fa%C5%9Fizmin+azg%C4%B1n+sular%C4%B1nda+%C3%A7%C4%B1rp%C4%B1nan+bir+toplum&action=haber_detay&module=nuce</a></span></span></p><p class="MsoFootnoteText"><span class="Apple-style-span"><br /></span></p> </div></div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-19103889271328144412011-03-23T16:26:00.000-07:002011-06-30T16:14:40.129-07:00Modern Hukukun “Evrensel” Anlamı ve Devletle İlişkisi Üzerine<span><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6YwdJWypgn9Hnp8dKgx-C_z0TfyhAMjG_QL5p01mV1W8InLE0iCtz8uG1zF2P5YdDQ-XsREQTJ4MAtluFIZmWJkwDRyL2-kt2NguNZlfO6fMzCzJfjyFS_Am03ew3dQzp1_C1FyroOImL/s1600/dipnot_dergisi_4_sayi_kapagi.jpg" style="font-weight: bold; " onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 226px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6YwdJWypgn9Hnp8dKgx-C_z0TfyhAMjG_QL5p01mV1W8InLE0iCtz8uG1zF2P5YdDQ-XsREQTJ4MAtluFIZmWJkwDRyL2-kt2NguNZlfO6fMzCzJfjyFS_Am03ew3dQzp1_C1FyroOImL/s320/dipnot_dergisi_4_sayi_kapagi.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5587423810239349874" /></a></span><div><span><span style="font-weight: bold; "><br /></span></span></div><div><span><span style="font-weight: bold; ">“Evrensel” İnsan Hakları ve Hukuk, Kimin Hakları ve Hukukudur?</span><br /><span><br /><br /><span style="font-weight: bold; font-style: italic; ">“İki yüzyıl sonra Aydınlanma geri dönmektedir. Ancak hiç de Batı’nın mevcut olanaklarını ve özgürlüklerini kavramının bir yolu olarak değil. Ama sınırlarının ve kötüye kullandığı iktidarının sorgulanmasının bir yolu olarak. Aklın despotik Aydınlanma olarak sorgulanması için”</span> [Foucault]<br /><br /><span class="Apple-style-span"><span>Batının modern toplum modelinden ve değerlerinden farklı bir toplum modeli veya değeri savunmak, sürekli geri kalmışlığın bir ifadesi veya “modern - öncesi” bir aşamada kalmışlığın göstergesi olarak sunulmuştur. Batılı olmayan başka aydınlanmaların ve modernleşme süreçlerinin olduğunu, rasyonalite ve ahlak üzerinde mutlak tekelini kurmuş “emperyal özne” Batıya kabullendirmek her zaman zor olmuştur. “Ahlak, Kant’tan beri rasyonel uyuşmazlığa yer olmayan bir evrensel buyruklar alanı olarak sunuldu. Bu, bana göre, dünyanın kökten çoğulcu niteliğinin ve değerlerin indirgenemez çatışmasının farkına varmaya engel olmaktadır”[1] Modern Batı’nın tarihine ve belli bir toplumsal gelişim düzeyine tekabül eden ahlaki ve politik değerleri, kültürel ve coğrafik farkları yadsıyarak “evrensel” norm haline getirmek Batı’nın başka toplumları medenileştirme misyonunu meşrulaştırmış, bu da fetihçi failin başka toplumlar üzerinde kurduğu hegemonyayı uzun süre görünmez kılmayı başarmıştır. Aynı hegemonyanın izlerini insan hakları mevzusunda da takip etmek mümkündür. İnsan haklarının “evrensel” olduğu vurgusu, belli uygulamaların ve yaptırımların Batı’nın kurumsal normlarına uyması gerektiğini varsayan örtük bir emperyal politikadır. Günümüzdeki neo-liberal projenin temel inancı, insan haklarının evrenselleştirilmesinin başka toplumların Batılı liberal demokratik kurumları benimsemesini gerektirdiğidir. Oysa “insan haklarının “evrenselliği” meselesinin kendisi, insan haklarının Batılı, belli bir kültüre özgü bir mesele olduğuna işaret etmekte ve insan haklarını kültürel bir sabit olarak sunmayı imkânsızlaştırmaktadır”[2]. İnsan hakları mefhumunun Batılı hegemonyanın empoze edilmesinin bir aracı olmaması için, insan hakları fikrinin çoğul formülasyonları olabileceğini kabullenmek, insan haklarının siyasal niteliğini ön plana çıkarmayı gerektirmektedir. İnsan haklarına dair tartışmayı (Batı’nın tanımladığı) ahlak ve rasyonalitenin buyruklarının tek meşru kıstasları oluşturduğu tarafsız bir saha üzerinde gerçekleşiyormuş gibi tahayyül etmek bu hegemonyanın görünmez tuzaklarına yuvarlanmaktır. İnsan hakları “evrensel” olarak kavrandığı müddetçe bu Batı’nın dünyanın geriye kalanına empoze ettiği ve dolaysıyla her türlü etnik, ekonomik ve kültürel çatışmayı tetikleyen sonuçlar yaratmaya mahkûmdur. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ndeki orta sınıf beyaz erkeği referans alan soyut insanının; cinsiyetçi, Avrupa-merkezli ve devlet odaklı karakteri madun siyasetler tarafından her geçen gün daha çok sorgulanmaktadır. “Liberal evrenselciliğin bir dışlanmış ötekiler tarihi içermekle kalmayıp –heteroseksüel ve ataerkil aileler, sermaye ve “beyazlık vasfı” minvalli– kendisine has normatif bir içeriğe de sahip olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, liberalizmin, kendi özgürlük ve eşitlik alanını giderek genişlettiği, hak sahipliğinin ve soyut bireyliğin faydalarını gün geçtikçe daha fazla dünya halkını kapsayacak şekilde yaygınlaştırdığı yollu klasik hikâyesinin güvenilirliği sarsılmaktadır”[3]. Eşit ekonomik ve siyasal dengelere dayanmayan küresel arenada belli hegemonik aktörlerin almaya çalıştıkları kararları, tüm ulusların ve toplumların temsiliyle gerçekleşen insanlığın ortak menfaatini yansıtan kararlar olarak gösterilmesi tam bir aldatmacadır. Eşit söz ve karar hakkının olmadığı küresel siyaset platformlarında, hangi kararların alınıp, hangilerinin alınmayacağı, hangi devletlerin demokratik, hangilerinin anti-demokratik olduğunu belirleyen politik ve ekonomik çerçevelerin neler olduğunu, hangi değer ve kurumların merkez alındığını biliyoruz artık. Ayrıca kimi devletlerin demokratik niteliğine kim ve hangi demokratik kıstaslarla karar vermektedir sorusu tek kutuplu dünyanın eşitsiz güç dağılımını ortaya seren ve alınan kararların emperyal odakların lehine kararlar olduğuna kuşkuya yer bırakmamaktadır. Örneğin bir Ortadoğu ülkesindeki idam cezaları o ülkeye belli ekonomik ve siyasal yaptırımlar uygulama sebebiyken, Birleşik Devletlerin “demokrasi düşmanı” şer odaklarını dize getirme operasyonları, halk katliamlarıyla sonuçlanan askeri müdahaleleri, Guantanamo kampındaki vahşet, ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerindeki barbarları medenileştirme politikası olarak uluslar-arası hukukta kabul görebilmekte, bu ihlaller sessizce geçiştirilebilmektedir. Hangi toplumda temel ihlalin ne olduğu veya ihlallerin öncelikler sıralaması yine liberal özgürlükler çerçevesinde ele alınmakta, bu ihlallerin sosyo-ekonomik boyutu yok sayılarak toplum mühendislerinin belli kurumsal veya ekonomik reformlarla bu ihlalleri engelleyebileceği öngörülmektedir. Toplumda verili olan sınıfsal, etnik, kültürel ve cinsiyet temelli eşitsizliklerin maddi ve politik temellerine dokunmadan, toplumsal gövdenin belli yaralardan ve şiddet mikroplarından temizlenmesi liberal politik vizyonunun çözüm reçetesi olarak empoze edilmeye çalışılmaktadır. Siyaset sahnesi, ya politik çatışmalardan arındırılmış ahlaki bir dizgeyle kurulmakta ya da belli siyasal çatışmaların temsili politikalar aracılığıyla kamusal yaşamda görünür olmayı başardığı, kamusal yaşamı renklendirdiği, devlet-merkezli bir politik tahayyülün sığ sularına çekilmektedir. Oysa politika tam da devletin ve kapitalizmin yarattığı toplumsal çatlaklardan türeyen belli siyasal öznelerin kolektif bir öznellik etrafında devlete ve kapitalizme mesafe alarak kendi politik sahnesini kurma mücadelesidir. Devletin ve kapitalizmin sınırlarını çizdiği bir politik sahnede oynamak değildir. </span><br /></span><br /><br /><span style="font-weight: bold; ">Devlet ve İnsan Hakları</span><br /><br /><span style="font-weight: bold; font-style: italic; ">“İnsan hakları, sahip oldukları haklara sahip olmayıp sahip olmadıkları haklara sahip olanların haklarıdır” </span><br />[Jacques Ranciére]<br /><br />Hukuk denilen yönetim teorisinin bir yaptırım gücüne dönüşebilmesi devletin iktidarını zorunlu kılmaktadır. Sınırları çizilmiş bir hukuksal prosedürün nasıl uygulanacağına, hangi şartlar altında hukuk dışına çıkılacağına, hangi durumların tüm hukuku rafa kaldırıp “istisna hali”ni gerektiren hukuk dışı uygulamaları gerektirdiğine devlet elitleri karar vermektedir. Bu da bireyle devlet arasındaki asimetrik iktidar ilişkisinin ne tür bir “evrensel” güvenceye bağlı olduğunu, bireysel özgürlüğün ve can güvenliğinin devlet erkinin siyasal ve ekonomik krizlerine endeksli ve her an tek taraflı olarak bozulabilecek bir sözleşme olduğuna işaret etmektedir. Devletin devasa şiddet tekeline karşı hiçbir hukuksal normun işlerlik kazanmadığı, devletin kriz olarak tanımladığı kimi eşiklerin, soykırım ve kanlı cinayetlerle nasılda kolayca aşıldığını iktidarların zulüm tarihinden iyi biliyoruz. Hem her türlü insan hakkı ihlalinin en büyük sebebi olup hem de tüm insan haklarını güvenceye kavuşturan bir yapı olduğunu iddia etmek, devletin varoluş gerekçeleriyle çelişmektedir. Modern ulus-devlet egemenliğinin temel dayanaklarından biri, hem ulusal sınırlar içinde hem de diğer uluslara karşı meşru şiddet uygulama tekelidir. Ulusal sınırlar içinde şiddet kullanması yasal ve meşru olan yegâne toplumsal aktör devlettir, diğer bütün toplumsal veya bireysel şiddet türleri gayri meşru veya suçtur. Devlet, kontrol ettiği şiddet tekeli sayesinde bireyin veya toplumsal grupların kullandığı şiddete “suç”, kendi uyguladığı şiddete ve cezalandırma pratiklerine hukuk veya yasa diyen devasa bir suç örgütüdür veya kendi dışındaki hiçbir gücün şiddet kullanma hakkını meşru görmeme örgütlenmesidir. Modern hukukun özü, bireyi hukuku yok edecek bir tehlike olarak görerek, bireyin elindeki tüm şiddet araçlarına el koymasıdır. Hukuk denilen yönetim teorisi son kertede, devletin suçlarını meşrulaştıran, düzenleyen ideolojik bir kılıftır. “Her iktidar kendi şiddetini hukukuyla birlikte yaratır. Burada şiddet, düzen kurma ve hukukun doğrudan aracı konumundadır. Kendisini adil ve meşru gören her kurma edimi, gerekli bir araç olarak şiddetten yararlanacaktır. Şiddet amaca hizmet ettiği sürece meşru ve adildir”[4]. Ayrıca toplumsal yapı içindeki güç konumlarımızın eşitsizliği, devletin hukuku önünde eşitlik sağlanmasını da her daim imkânsız kılıyor.<br /><br />Devletlerin, belli bir kriz veya tehditle kesintiye uğrayan toplumsal işleyişin devamını sağlamaya yönelik yasasızlığı veya boşluğu hâkim kıldıkları “istisna hali” Agamben’e göre günümüzde sürekli bir hal almış durumdadır. Yani yasasızlık veya boşluk artık normal bir durum haline gelmiştir. İstisna halini tanımlayan özellikler olarak yasasızlık, hukuk-dışılık bir yasaya ve hukuka dönüşmüş durumdadır. Günümüzde “Küresel iç savaş olarak tanımlanan durumun durdurulamaz ilerleyişi karşısında, istisna halinin çağdaş siyasette egemen yönetim paradigmasına dönüşme eğilimi her geçen gün artmaktadır”[5] Savaş halinin kalıcı bir küresel duruma dönüşmüş olması, demokrasinin askıya alınmasını istisna hali olmaktan çıkarıp normal hale getirmiştir. Geçmişte savaş yasal yapılar tarafından düzenlenirken, günümüzde savaş kendi yasal çerçevesini kurmak ve dayatmak suretiyle düzenleyici hale gelmiştir. Agamben devletin hukuk düzeninin barındırdığı hukuk-dışılık veya hukuki boşluk arasındaki ilişkiye yönelik çok yaşamsal sorular sormaktadır:”İstisna halinin temel niteliği, hukuki düzenin (bütünsel ya da kısmi olarak) askıya alınması ise, bu askıya alma nasıl olurda yasal düzen içinde yer alabilir? Nasıl olurda hukuki düzen içinde bir yasasızlığa yer verilebilir? Bunun aksine, istisna hali, yalnızca fiili ve bu niteliğiyle yasaya yabancı ya da onunla çelişik bir durum ise, düzenin tam da belirleyici durumu ilgilendiren bir boşluğu içermesi nasıl mümkün olur?”[6] Bu sorulardan çıkarılabilecek temel cevap, devlet egemenliğinin hukuk tarafından düzenlenmiş yetki ve sınırlarının, yine devletin karar verdiği siyasal veya ekonomik tehditler karşısında kolayca ihlal edilebilecek sınırlar olduğudur. Her hukuksal güvence, devletin varlığını güvence altına almaktır ve devletin varlığının tehlikede görüldüğü durumlarda aşılmayacak hukuksal sınır ve rafa kaldırılmayacak demokrasi yoktur. Agamben'e göre ''Batının siyasal modeli Şehir değil Toplama Kampı'dır. Atina değil Auschwitz'dir'' Toplama kampı modern siyaset ve hukukun doğasını anlamak için en mükemmel ve belki de en korkunç "alan" olarak değerlendirilebilir. Kamplar; "yeryüzü tarihinin en mutlak insalıkdışı koşullarının gerçekleştirildiği yerlerdir. Toplama kampları, yine Agamben'in işaret ettiği üzere, "istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı zamana açılan mekânlardır". Kamp, varsayılan bir tehlike nedeniyle hukukun askıya alınmasının sürekli bir mekânsal düzenlemeye dönüşmüş halidir. Kuraldışı duruma karar veren egemen, hukuk ve olgu arasındaki dolayımı ortadan kaldırır. Kampta yalnızca hukukun askıya alınması değil, yasa ve gerçekliğin birbirinin yerine geçmesi söz konusudur. Agamben’in tespitiyle, kampın amacı istikrarlı bir kuraldışı durum yaratmaktır. Kamplarda, kural ve kuraldışı, meşru ve gayri-meşru, hukuki ve hukuk dışı türünden kavramların hiçbir anlamının kalmadığı bir belirsizlik hâkimdir.<br /><br />Tarihin önemli bir kesitine hâkim olan aydınlanma mitlerinden biride, modern uygarlık sürecinin bireydeki doğal cinsel ve şiddet dürtülerini evcilleştirerek toplumdaki kontrolsüz eğilimlerin ortadan kalkacağı bir uygar dünyanın yaratılacağı inancıydı. İnsanlığın düşe kalka bir şekilde, özgürlük, eşitlik, refah, rasyonalite ve barışa doğru ilerlediği görüşü on sekizinci ve on dokuzunca yüzyıl boyunca hâkimdi. “Hegel’e göre dünya giderek daha rasyonel, Kant’a göre daha barışçıl, Painé’e göre doğal hukuk ilkelerine daha sadık, Tocqueville’e göre daha eşitlikçi, Mill’e göre daha özgür ve aklını kullanmaya daha yatkın, Marx’a göre ise muhtemelen bu saydıklarımızın hepsini kapsayan bir hal almaktaydı”[7]. Şiddet, çoğunlukla modern öncesi toplumların sorunlarını haletmek için başvurdukları ilkel bir araç olarak görülüyordu. Oysa tam tersine “şiddetin önündeki tüm bentleri aşarak gürül gürül çağlaması modernite eksikliğinin değil, tersine modernitenin devasa başarısının sonucudur. Modern bilim kaçınılmaz olarak atom bombasını yaratacaktı, devlet bürokrasisi kaçınılmaz olarak soykırımın hizmet sektörüne dönüşecekti, otoriter toplumsal karakter kaçınılmaz olarak kitle katliamcısına evrilecekti. Araçsal akıl, Auschwitz ve Hiroşima’da kendini bulmuştur”[8]. Modern toplum tarihi içinde gerçekleşen soykırımlar, toplu katliamlar, toplama kampları modern toplum ilkelerinden bir sapma veya kısa süreli siyasal patolojiler olarak görülmüştür. Oysa bu insan yapımı cehennemler, bu barbarlık hıçkırıkları tam da modern uygarlık içinde kesişen bazı gelişmeler sayesinde ancak mümkün olabilirdi. Devletin ele geçirdiği kontrolsüz şiddet tekeli, toplum mühendislerinin dikensiz gül bahçesi yaratma arzuları ve siyaset dışı güç kaynaklarının, toplumsal özyönetim kurumlarının adım adım çökertilmesi soykırıma giden yolları kısaltmıştır. “Holocaust, kökü tümüyle kurutulmamış modernlik öncesi barbarlık kalıntılarının mantıkdışı bir taşma olayı değildi. O, modernlik evinin meşru bir sakiniydi, başka bir evi kendi yuvası olarak kabul edemezdi”[9]. Toplumun, toplum mühendisleri tarafından yönetilecek, kontrol altında tutulacak ve yeniden üretilecek bir nesne veya şiddet yoluyla düzenlenecek bir bahçe (özen gösterilecek kültür bitkileri ve yok edilecek yabani otlar olarak) olarak görülmesi Holocaust’u hazırlayan siyasal meşruluğun kaynaklarıdır. Bahçe ve bahçıvanlık benzetmesi modern toplum modelinin kuruluş biçimini anlamada Bauman’ın merkezi argümanlarını oluşturur. Modern soykırımlar, etnik temizlikler, toplama kampları modern aklın bir cinnet anında işlediği günahlar değildi, kusursuz toplum taslağına uygun bir toplumsal düzeni sağlamaya çalışmak anlamına gelen sosyal mühendisliğin doğal sonuçlarıydı. Bauman’a göre modern toplum mühendisleri; toplumu, yabani otlardan arındırılması gereken kusursuz ve verimli bir bahçe olarak görmekteydiler. “Bahçe tasarımı yabani otlarını belirlediğine göre bahçe olan her yerde de yabani ot olacaktır ve yabani otlar yok edilmelidir. Yabani otlardan arındırma yıkıcı değil yapıcı bir etkinliktir. Kusursuz bir bahçenin yapılması ve korunması işinde bir araya gelen diğer etkinliklerden tür olarak farklı değildir. Toplumu bahçe gibi gören tüm görüşler toplumsal doğal ortamın bazı bölümlerini yabani otlar olarak nitelerler. Bunlar, diğer yabani otlar gibi ayrılmalı, kısıtlanmalı, yayılmaları önlenmeli, yerinden çıkarılmalı ve toplum sınırlarının dışında tutulmalıdır; tüm bu yollar yetersiz kalırsa öldürülmelidir”[10]. Modern soykırımların kahramanları (Hitler, Stalin) işgal ettikleri bir ülkeyi ele geçirip sömürgeleştirme amacıyla insanları katletmemişlerdir. Onlar işledikleri cinayetleri genellikle hiçbir insanca duygu taşımaksızın, vurdumduymaz ve mekanik bir tarzda yerine getirmişledir. Ölenlerin temel günahı bu zihinlerde oluşturulan kusursuz toplum imgesine bu insanların şu ya da bu sebeple uymamalarıydı. Bu bakımdan onların öldürülmeleri yıkıcı bir iş değil yapıcı bir iştir. Tüm bu insanlar nesnel olarak daha iyi, daha verimli, daha ahlaklı bir insanlık dünyası kurulabilsin diye yok edilmişlerdir!<br /><br />Auschwitz’i, Hiroşima’yı, Gulag’ı, Guantanamo’yu, Bağdat’ı, Şırnak’ı, Gazze’yi doğuran ideoloji ve sistem olduğu gibi yerinde duruyor. Buda devletin sahip olduğu savaş makinası sayesinde bu ölüm yürüyüşünü istediği zaman başlatabileceği anlamına gelmektedir. Uygarlaşma sürecinde değişen tek şey, şiddetin kullanıldığı yerin ve onu kullanacakların değiştirilmesidir. Şiddetin varlığına son verilmemiş, yalnızca gözden uzaklaştırılmıştır. Yani dar bir sınırla çevrili ve özele indirgenmiş kişisel deneyimin seyir yerinden görülemez olmuştur. Küresel iç savaş çağında, “Savaş bir biyo-iktidar rejimi, yani sadece nüfusu kontrol etmeyi değil toplumsal yaşamın tüm yönlerini üretme ve yeniden üretmeyi amaçlayan bir idare biçimi haline gelmiştir”[11]. ‘İmparatorluk’un küresel savaş makinasının hiçbir hukuk tanımayan, hiçbir meşruluk kaynağı olmayan “istisna hali” uygulamalarını, insan hakları ihlallerini Irak’ta, Filistin’de, Bosna’da, Afganistan’da ve Kürdistan’da yaşamış bir nesil olarak devletlerin belirlediği hukuk sisteminin dışında toplumsal güvenceler oluşturmamız gerektiği en çıplak haliyle ortadadır. Devletle birey arasındaki eşitsiz şiddet gücünü dengeleyen, devletin şiddet fırtınası karşısında atomize olmuş ilişkilerin çaresizliğiyle kurban rolüne razı olmamak için belki de küçük ölçekli ve hiyerarşik olmayan gönüllü kolektif şiddet örgütlenmeleri yaratmak gerekiyor. Devlet şiddetine hazırlıklı, bu şiddeti bertaraf etme tekniklerini bilen bir örgütlenme olmadan ölüm makineleri karşısında toplama kamplarına götürülmek için sırasını bekleyen kurbanlar olmaktan kurtulamayız. Toplumu gittikçe şiddet kullanma potansiyelinden arındırmaya çalışan, ancak kendi şiddet araçlarını ve sınırlarını teknolojinin sınırsız desteğiyle sürekli arttıran ve genişleten devlet şiddeti karşısında, “ben her türlü şiddete karşıyım” türünden bir sinik politikanın üzerine yeniden düşünmek gerekmektedir. Devletin merkezi varlığını ve sahip olduğu şiddet tekelini emerek etkisiz kılacak özgür alanlar ve mikro siyasal birimler tesis etmek zorundayız. Anarşist mücadele geleneğinin ortaya koyduğu, federalizm, komün, otonom, özgür belediyecilik gibi örgütlenme modelleri devletin kontrol edilemez iktidarına karşı önemli örgütlenme modelleridir. Her türlü siyasal kararı ve yaşam ilkesini orada yaşayan insanların ürettiği, gücün ve şiddetin kontrol altında tutulduğu, hukuku gerektirmeyen bir öz yönetim politikası bu şiddet cehenneminden çıkışın tek kapısı olarak görünmektedir.<br />Devletle hukuk arasındaki yapay bağı kesecek temel eylem, özgür öznelerin anti-otoriter ve modern egemenlik araçlarını ateşe verecekleri bir devrimdir.<br /><br /><span class="Apple-style-span"><span><b>Dipnotlar</b></span></span></span></span></div><div><span><span><span class="Apple-style-span"><span><b></b></span><b><br /></b>[1] Siyasal Üzerine, Chantal Mouffe, syf: 140, İletişim Yayınları<br />[2] Mouffe, syf, 144<br />[3] Tarihten Çıkan Siyaset, Wendy Brown, syf: 21, Metis Yayınları<br />[4] Şiddetin Eleştirisi Üzerine, syf: 265, Hazırlayan: Aykut Çelebi, Metis Yayınları,<br />[5] İstisna Hali, Giorgio Agamben, Otonom Yayınları, syf: 11<br />[6] Agamben, syf: 33<br />[7] Tarihten Çıkan Siyaset, Wendy Brown, syf: 17, Metis Yayınları<br />[8] Wolfgang Sofsky, Dehşetli Zamanlar: Amok, Terör ve Savaş, syf: 70, İletişim Yayınları<br />[9] Modernite ve Holocaust, Zygmunt Bauman, syf: 33, Versus Yayınları<br />[10] Modernite ve Holocaust, Zygmunt Bauman, syf: 129 -130, Versus Yayınları<br />[11] Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, syf: 30, M. Hart & A. Negri – Ayrıntı Yayınları<br /></span><br /><br /><span style="font-weight: bold; ">Kaynakça<br /><br />1) Siyasal Üzerine, Chantal Mouffe, Çeviren: Mehmet Ratip - İletişim Yayınları<br /><br />2) Tarihten Çıkan Siyaset, Wendy Brown, Çeviren: Emine Ayhan - Metis Yayınları<br /><br />3) Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan: Aykut Çelebi - Metis Yayınları<br /><br />4) İstisna Hali, Giorgio Agamben, Çeviren: Kemal Atakay - Otonom Yayınları<br /><br />5) Dehşetli Zamanlar: Amok, Terör ve Savaş, Wolfgang Sofsky, Çeviren: Dilek Zaptçıoğlu - İletişim Yayınları<br /><br />6) Modernite ve Holocaust, Zygmunt Bauman, Çeviren: Süha Sertabiboğlu - Versus Yayınları<br /><br />7) Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi – Çeviren: Barış Yıldırım – M. Hart & A. Negri – Ayrıntı Yayınları</span></span></span></div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-5520743151198374692010-12-30T11:31:00.000-08:002011-06-30T16:15:19.394-07:00Yeni Toplumsal Hareketler: Özgürlüğün Değişen Grameri<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEGc2jU-k149usMAtHGIpj5rVYdXhIf5OAaazfEuyUPJvB8sbV6Yp56od4IoKVRSZdM-GmzVUkkXRm9_V9BnTRel7LV1v29WG4q6r0fH5GGdqChzg_BB2IBKIw9rctBf_qy43TmHbQi_MP/s1600/qijikares2.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 223px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEGc2jU-k149usMAtHGIpj5rVYdXhIf5OAaazfEuyUPJvB8sbV6Yp56od4IoKVRSZdM-GmzVUkkXRm9_V9BnTRel7LV1v29WG4q6r0fH5GGdqChzg_BB2IBKIw9rctBf_qy43TmHbQi_MP/s320/qijikares2.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5556569588557139138" /></a><br /><em><b>"İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur"</b></em> [Deleuze]<br /><br />Seksenli yıllar boyunca soğuk savaştan “kapitalizmin” galip çıktığı naraları eşliğinde her karşı çıkışın nafile olduğu ve neo-liberalizmin Batı’nın aşılmaz ufku olduğu yanılsaması egemendi. Devrimci kuşaklara vaat edilmiş “gelecek güzel günler”e, özgür ve eşit bir siyasal tahayyüle artık kimse inanmıyordu elbette. Daha birkaç yıl öncesine kadar “kapitalizm” terimini kullanma riskini göze alan ya da neo-liberalizmi tartışma konusu etmeye kalkışan kişi dinozorların sonuncusu, hatta herhangi bir totalitarizmin karanlık ajanı olarak görülüyordu. Devrimi beklemek, bir nevi “Godot”yu beklemekti. Haklı olduğuna hükmedilmiş davaların bekçileri ortalıktan kaybolmuştu. Kendi kendilerini öncü devrimci ilan edenler açısından “küçük kızıl kitap” formatındaki politika kendiliğinden bir tükenişe varmıştı. Çoğu muhalif insan için toplumsal değişim fikri devletin tepesindeki bir erk değişimi olarak adeta kanıksanmış durumdaydı. “Keza isyanları ya da devrimleri yüzyıllardan beri iktidarı ele geçirme teşebbüsleri olarak kabul ediyorduk, sanki yeni toplumları imal etme makinesi buymuş gibi gelmekteydi”. Klasik örgütlenme modelleri, devletçi sosyalizmin yıkılmaz görünen kaleleri iskambilden şatolar misali birbiri ardına yıkılıyordu. Artık partiler kurulmuyor, liderler reddediliyor, hiçbir politik metin kutsal kitap hizmeti göremiyordu. Forrest Colburn’a göre: “Vaatlerini yerine getirmeye muktedir yeni bir devrimci siyasi kültürün doğması” ancak 1989 sonrasında mümkün hale gelecekti. 1980’ler radikal siyasetler açısından “olmayan yıllar” makamında sürerken, kapitalizm cephesinde “imparatorluk” dönemi olarak adlandırılan yeni bir yönetim ve egemenlik biçiminin doğuş yılları demekti. Ekonomik ve kültürel değişimlerin karşı konulamaz ve geri döndürülemez şekilde küreselleştiği, merkezsizleşmiş ve bölgesizleşmiş bir “imparatorluk” çağına girmiştik. Kapitalist dünya sistemindeki değişim, “fabrika üzerine kurulu bir hayattan, toplumun fabrikaya dönüştüğü bir hayata” geçmesi şeklinde de özetlenebilinir. Bütün toplumsal ilişkilerin fabrikaya dönüştüğü, sanayi işçisinin yerini “toplumsal işçi”nin aldığı bu dönemde, ne emek-sermaye çatışması fabrikanın dar duvarları arasına hapsedilebilinir ne de belli bir sınıfsal özneye sınıfsal öncülük ya da merkezi bir konum atfedilebilinir. Sermayenin merkezsiz bir eğilim şeklinde işleyen sınıflaştırma ilişkisine direnen bunu reddeden bütün öznellikler sınıfsızlaşma politikasının bir bileşenidir artık. Biyo-iktidar, kamusal alanda gerçekleşen hukuksal egemenlik paradigmalarından farklı olarak, yaşamın tamamı üzerinde tesis edilen iktidardır. Toplumsal hayatı, onu izleyerek, özümleyerek ve yeniden eklemleyerek, içeriden düzenler. Biyo-iktidar durumunda iktidar için mesele, bizzat hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. “Yeni iktidar biçimi olan biyo-iktidar sürecinde toplumsal yaşamın içkin bir biçimde üretimi ve yeniden üretimi sağlanır. Biyo-iktidar yapısı içinde sömürülen artık ne yalnızca işçi, ne yalnızca bir azınlık grubu ne de yalnızca herhangi bir birimdir. Burada sömürülen yaşamın kendisi ve tamamıdır. Sömürü sadece fabrika ve işyerini değil, yaşam tarzları ve özgürleşme arzularını da kuşatmaktadır. Toplumsal yaşam artık iktidarın bir nesnesi konumuna gelmiştir. Bu iktidarın en önemli işlevi hayatı tüm yönleri ile kuşatmak iken, asli görevi de hayatı yönetmektir. Dolaysıyla biyo-iktidar, insanların bilincinin ve bedenlerinin yani tüm toplumsal ilişki ve yaşantıların derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini göstermektedir. Bu yeni iktidar yalnızca itaat ya da itaatsizlik gibi biçimsel politik alanla değil, tüm hayat, ölüm, servet ve yoksulluk üretimi, toplumsal yeniden üretim gibi bütün alanları kapsamaktadır. Artık iktidar ve sömürünün bir merkezi yokken, iktidar ve sömürü her yerdedir”. Denetim toplumu, disiplin toplumunun baskıcı aygıtlarıyla (okul, ordu, hastane, hapishane) bireyi zapturapt altına almaktan çok, tüketim, arzu, bedenin sağlığı, ölüm, boş zaman gibi alanları yapılandıran, kapsayan, gözetleyen bir biyo-politik iktidar biçiminde işlemektedir. Yani iktidar, toplumu ve bireyi kapatmaktan çok, arzularıyla denetlenecek bir özgürlük tekniklerine tabi tutmaktadır. Denetim toplumunda, Foucault’un vurguladığı gibi “insanların hayatlarının en ince ayrıntılarını ve tüm nüfusu idare etmeye yarayan çok geniş düzenlemeler ve araçlar dizisi” hâkimdir. İktidar, kodlanmış, önceden belirlenmiş tercih ve arzuları, özgür kişiliğin bir ölçütü veya özneleşme olarak sunmakta ve söylemleştirmektedir. Denetim toplumunda, “bireyin bütün isteklerinin düzen içine dâhil edilmesiyle oluşan “özgürlükler” dâhilinde yapılandırılır. İşte bu bakış, dışarının içeriye dâhil edilmesi dediğimiz merkezin yersizyurtsuzlaştırılması olan biopolitik iktidarın mekanik varlığıdır”.<br /><br />Michael Hardt ve Antonio Negri’nin birlikte yazdıkları “İmparatorluk” metni kapitalist sistemin günümüzde değişen iktisadi ve siyasal yönetim biçiminin en etkili analizi olarak kabul görmektedir. İmparatorluk’un temel tezi: “Açık sınırlarla ayrılmış ulus devletlerden oluşan emperyalist sistemin merkezsiz ve içkin bir imparatorluğa dönüşümü, sürekli bir kriz hali olarak tanımlanan modernlik durumundan postmodern duruma geçiş, enformasyon ekonomisinin mahal verdiği maddi-olmayan emek, gerileyen Avrupa karşısında emperyal ve genişlemeci karakteriyle Amerikan demokrasisi ve biyo-iktidar” olarak özetlenebilinir. İmparatorluk üç temel özelliğiyle emperyalizm teorisinden kopmaktadır: Bir merkezin olmaması, karma bir kuruluş yapısına sahip olması ve dışarının olmamasıdır. Yazarlara göre imparatorluk; “Giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtı”dır. Bir yönetim aygıtı olmakla birlikte imparatorluk, devlet ya da devlet benzeri kurumlardan özellikle farklıdır. Tek bir hükmetme mantığı altında birbiriyle eklemlenmiş bir dizi ulusal (ulus-devlet hükümetleri), ulus-üstü (Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler) ve ulus-altı (STK) organı bir araya getiren bir tüzel yapı ve bu tüzel yapıya işlerlik kazandıran bir hak nosyonu imparatorluğun esasını teşkil eder. İçerisinde ulusal, ulus-üstü ve ulus-altı birimlerin yer aldığı hegemonik bir yapılanmadır imparatorluk. Karşılaştığı her yeni durumda, karşısına dikilen her yeni sınırda, dayandığı uzlaşma alanını yeniden kurmak ya da genişletmek zorunda kalan bir egemenlik biçimidir. Dışarısının olmaması hali ve içkinlik imparatorluğun emperyalist olmayan emperyal yönünü karakterize etmektedir. Yeni dünyayı tanımlayan temel özellik, bu yapının emperyalist değil, emperyal olduğudur. Dışarısının olmadığı bir dünyada, aynı zamanda birinci, ikinci veya üçüncü dünyalar arasındaki kültürel ve coğrafik ayrımlarda geçersizleşmiştir. Küresel sermaye akışının ve kitlesel göçlerin bütün sınırları kestiği günümüz dünyasında, Üçüncü Dünya’nın içinde bir Birinci Dünya olduğu gibi, Birinci Dünya’nın içinde de bir Üçüncü Dünya barınmaktadır artık. Dünya ekonomisi yerküreyi tamamen farklı sınırlara ayırmışken, ulusal tabanlı veya kültürel farklar üzerinden bir “dışarı” oluşturma çabası bir anlam taşımamaktadır. Çünkü İmparatorluk, sadece bir kültürel, politik ve ekonomik homojenleştirme rejimi olarak değil, bir farklılık üretim rejimi olarak da işlemektedir. Toplumsal sömürü ve tahakkümün tüm yaşam alanlarına yayılan merkezsiz işleyişi, belli tarihsel özneleri ( işçi sınıfı, ezilen halklar, sömürge uluslar) merkezileştiren siyasal söylemleri ve örgütlenme modellerini de geçersiz hale getirmiştir. Direnişin yeni sahası mümkün olan her yerdir. Direnişin yeni politik öznesi artık ne sendika, ne parti ne de herhangi bir hiyerarşik kurumsal yapıda ikamet etmektedir. İmparatorluk durumunun politik öznesi, çokluğun örgütlenmesi olarak kurgulanmaktadır. Bu yeni politik özneyi tarif etmek için, “kolektif öznellik”, “mücadele makinası”, “üretken öznellik”, “moleküler hareketler”, muhalif tekillikler, “proleter bileşenler” gibi birçok tanım da kullanılmaktadır. Çokluk, farklılık ve tekillikleri kapsayan bir ilişkiler toplamı olarak, kendi dışındakileri kapsamaya muktedir bir öznedir. “Çokluk; ne halk, ne kitle ne de işçi sınıfı gibi belli bir siyasal yapılanma değildir. Halk üniter ve homojen bir kavramsallaştırmadır. Nüfus içinde bir özdeşlik ilkesine dayanır ve birlik esasında temellenir. Çokluk ise asla bir tekilliğe indirgenemez. Sayısız içsel farklılıktan oluşur. Kitle kavramına bakıldığında ise öznelerin içinde taşıdıkları farklılıkların kitleler içinde eridiği söylenebilmektedir. Oysa çokluk esas olarak farklar üzerine inşa edilir” Çokluk, güruh ya da kalabalık gibi doğası gereği edilgen, süreksiz ve yönsüz kategorilerle de karıştırılmamalıdır. Bunlardan farklı olarak çokluk, etkin bir varlıktır. Çokluk, sömürülen, kapitalist tahakküme tabi olan herkesin dâhil edildiği yeni proletaryayla özdeştir. Emeğin ve devrimin öznesinin temelli değiştiğini savunan Hardt ve Negri’ye göre, yeni durumda proletarya, emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategoridir. Hardt ve Negri, çokluğun bugünün dünyasındaki tezahürlerine son dönemlerin küresel direniş hareketlerini, yani yeni sosyal hareketleri örnek göstermektedirler. Çokluk, maddi olmayan emek biçimlerinin yönlendirdiği (entelektüel emek), ağ modeli hareket tarzına sahip, demokratik, çok merkezli, hiyerarşi ve disipline dayanmayan, esnek, iletişim ve işbirliği temelli, otonom ve ortak payda temelinde hareket eden hareketlerdir. Farklı amaç, tema ve örgütlenme özellikleri sergileyen bu yeni toplumsal hareketlere “hareketlerin hareketi” de denmektedir.<br /><br /><br /><br /><strong>Yeni Hareketleri Yeni Kılan Özellikler Nelerdir?</strong><br /><br /><em><b> “İktidarca körleştirilmek iki türde olur; ya iktidara göz dikilir ya da iktidarla çatışılır”</b></em> [Miguel Benasayag]<br /><br />İşte bu tükenmiş gökyüzünün altında yeni bir karşı çıkış doğuyordu, beklenmedik bir isyan tufanı tüm dünyayı sarsacaktı. Latin Amerika’da, Avrupa’da, ABD ya da Kuzey Afrika’da aynı zamanda ve birbirlerine akraba biçimlerde, koordinasyonsuz, anti-kapitalist bir yönelimle ancak tek bir görüşe dayanmayan hareketler olarak doğuyordu. 68’in verdiği ilhamla, bilhassa Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 90’ların sonunda ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler, mutlak egemenliğini ilan etmiş küresel kapitalizmin mağdur ettiği ancak belli bir kimliğe indirgenemeyecek çeşitlilikteki kesimleri ifade eden bir kavram olarak literatürümüze girdi. Bu “yeni radikal” hareketler ne önceden tarif edilmiş toplum modellerine göre hareket ediyorlardı, ne de iktidarı fethe çıkmış bir partinin direktifleriyle. Bu yeni radikalliğin doğuşu, sembolik olarak, 1 Ocak 1994’te Chipas’ta Zapatist hareketin doğuşu tarihidir. Zapatist hareket, “yerel bazlı küreselleşme” siyasetinin kilit aktörü kabul edilir. Toplumsal bir hareket olarak Zapatistalar, eylemlerinin yapıcı içeriği, kendi kendini dönüştürmeye yönelik etik projeleri, muktedir olmanın daima yeni yollarını aramaları, otonomi ve özyönetim pratiklerinden doğan eylem özgürlükleriyle, radikallerin yeni moral ve model kaynağı olmuştur. Dönüştürücü eylemin yeri ve zamanı olarak burada ve şimdi’yi seçen Zapatistalar, yerel yönelimlerini korurken dünyanın dört bir yanında birçok kişiye de politik enerji vermişlerdir. İsyanın kolektif kimliğini, özgürlük ilkelerini ve ahlaki dayanışmasını daha etkili bir şekilde görünür kılmak için kendi yüzlerini bir maskenin ardına gizleyen bir harekettir. Muhataplarının kalplerine ve ruhlarına büyülü bir şiirsel dille seslenen Zapatistalar, donmuş politik modellerden, soyut tarihsel kurgulardan bir “kaçış çizgisi”dir. Marcos, tarihe ve siyasete davetsizce dalıvermişti. Geçmişteki devrimci liderlerden farklı olarak bir azize dönüşmek yerine madunların sözcüsü (temsilcisi değil) olmayı yeğlemişti. Komutan yardımcısı Marcos, üniformalı devrimcilerin narsizminden, haklı dava şehitlerinden ve şiddeti adeta bir amaç haline getiren klasik sol hareketlerden kopuşlarını şu sözlerle dile getirmektedir: “Zapatizm toplumsal bir harekettir ve silahlı isyan hareketleri örneğinde, kazanan ya da kaybeden değil, ayak direyen olmak gerekir. Bugün önemli olan şey, çatışmaya bir çözüm bulmaktır ve biz herkesten şunu istiyoruz: Kaybetmemize yardım edin. Biz bu ülkeye yeni bir istiklal marşı vermek istemiyoruz, ezbere bildiğimiz bozgunlar listesine eklenecek yeni bir ketlenmiş kahraman daha vermek istemiyoruz. Bu anlamda artık ölüme eğilim duymuyoruz. Bir asker (bende onlardan biriyim) kesinlikle saçma ve irrasyonel biridir, çünkü ikna etmek için silaha sarılma imkânı vardır. Sonuçta bir asker emir verdiğinde bunu yapar: Silahların gücüyle ikna eder. Bu nedenle bizce, bizde dâhil, askerler asla yönetmemelidir, çünkü kendi fikirlerine değer kazandırmak için silaha başvuranların fikri kıttır. Bizce silahlı hareketler, her ne kadar devrimci olsalar da, esasen keyfi hareketlerdir. Her koşulda, silahlı hareketlerin yapması gereken şey sorunu ortaya koymak, sonra da bir kenara çekilmektir”. Zapatistalar başka hareketlerle bağlantıları olan 1990’lardaki yerli hareketlerden birisiydi. Hareketin bel kemiğini, kent yoksulları, topraksız köylüler, kadınlar, 1968 öğrenci hareketinden geriye kalan Maoist gruplar ve Piskopos Samuel Ruiz’in kurtuluş teolojisi etrafında örgütlenenler oluşturmaktadır. Ütopyalar çağının belki de son çığlığı olan Zapatist hareketi özgün kılan siyasal yenilikler; “hükmederken itaat etmek”, “ağır adım yürümek”, “siyasal iktidarı amaçlamamak” ve her topluğun ve kimliğin kendi otonomunu oluşturması için gerekli ekonomik ve siyasal koşulları yaratmaktır. Hareketin amacı 1994’te yayınlanan Lacandon orman bildirisinde: “Bu devrim, yeni bir sınıfın, bir sınıfın hizbinin ya da bir grubun iktidarıyla sonuçlanmayacak. Politik mücadele için özgür ve demokratik bir alan yaratacak” şeklinde ortaya konmaktadır. Subcomandante Marcos’a göre “bu demokratik alan tarihsel olarak birbirinden ayrılmaz üç temel öncüle dayanıyor: Demokratik biçimde hangi sosyal projenin baskın çıkacağını belirleme hakkı, herhangi bir projeyi destekleme özgürlüğü ve her projenin adaleti hedeflemesi zorunluluğu” şeklinde tanımlanmakta ve hayat bulması için kızıl devrim şafağını beklemeden kurucu bir politikaya dönüştürülmektedir.<br /><br />Ardından 1999'da Seattle’de daha sonra Prag, Cenova ve Brüksel'de kapitalizm ve iktidar karşıtı binlerce kişi Zapataların ateşlediği isyan dalgasına ciddi bir karşılık verdi. 2001'de Brezilya'nın Porto Alegre kentinde toplanan ve on binlerin katıldığı Dünya Sosyal Forumu "Başka bir dünya mümkün!" sloganının tüm dünyada bulduğu yankının ifadesiydi. Şimdi dünyanın her yanındaki sosyal forumlarda ve sokak gösterilerinde Anarşistlerin, Savaş Karşıtlarının, Kâğıtsızların, Troçkistlerin, Topraksızların, Öğrencilerin, Ekolojistlerin, Göçmenlerin, Kadın ve Eşcinsel hareketlerinin oluşturduğu bu gökkuşağını andıran muhalefet örneklerini görmek mümkün. Seattle eylemi küresel özelliği ve yarattığı etkiler dolaysıyla antikapitalist direnişin simgesine dönüştü. İnsanlar “Seattle ruhu”ndan ve “Seattle nesli”nden bahsetmeye başladı. Neoliberal kapitalizm küresel bir sistem olarak, kendisine yönelen direncinde küresel olmasını sağladı. Hareketin biçimi ve örgütlenme tarzı beklenmedik nitelikteydi. Merkezi olmayan fakat düzenli ve etkili bir biçimde hareket etme kabiliyetine sahip bir eylem organizasyonu olmuştu. Seattle eylemlerinde dikkat çeken farklılıklardan biride sokak eylemlerini kutlamaya, karnavala dönüştürerek, protestoları teatral bir niteliğe bürüyerek doğrudan eylem konusunda yeni bir anlayış getirmişti. Her yerde, sokak başlarında kuklalar, hokkabazlar, palyaçolar, dansçılar ve müzik yapan insanlar vardı. “Seattle Savaşı”ndan sonra Batı dünyasını etkilemiş olan anti-kapitalist küreselleşme karşıtı eylemler pek çok kişiye 1960’lardaki asi gençlik ruhunun geri döndüğünü düşündürttü. 2000 yılı Eylül ayında, Avrupa’nın dört bir yanından on bin göstericinin, Uluslar arası Para Fonu ve Dünya Bankası toplantısını engellemek üzere Prag’da toplandığı olayla birlikte hareket yeni bir safhaya girdi. Prag, şirket küreselleşmesine karşı hareketin gerçekten uluslar arası ve küresel bir nitelik kazandığı yer oldu. Küreselleşme karşıtı hareket aynı zamanda enternasyonalist olduğunu da gösterdi. “Seattle’da kapitalizm karşıtı bir ruh ve tutum galip gelmişse Prag için çok daha kesin biçimde formüle edilmiş kapitalizm karşıtı bir mesaj verildiğini söylemek mümkündür. Burada, siyasi kültürler arasındaki fark kendisini hissettiriyordu, Avrupa çok daha güçlü bir sosyalist geleneğe sahipti”. 2000 ve 2001 yıllarında gerçekleştirilen Avrupa eylemleri Cenova’daki olaylarla doruğa ulaştı. Cenova’da bulunan eylemcilerin büyük çoğunluğu İtalyan’dı ama yedek kuvvetleri oluşturanlar Fransa, Yunanistan, Britanya, ispanya ve Almanya’dan geliyordu. Cenova’daki zirve Avrupa standartlarına göre, eşi benzeri görülmemiş bir şiddet olayına dönüştü. “Büyük sekizler” zirveden istediklerini alamadı. Bütün ilgi toplantıya değil, yalnızca sokak çatışmalarına yönelmişti. Cenova’daki çatışma aynı zamanda sokak protestosunun sınırlarını da gösterdi. Şiddet kültürü aktivistler arasında yoğun bir tartışma konusu haline geldi ve kimi politik grupların şiddet eylemlerine yönelik keskin eleştirileri, politik ayrışmalar hareketin zamanla kitlesel gücünü zayıflatan bir etken oldu. Herbert Marcuse’un, devrimin şiddet açısından tutumlu olması gerektiği sözünü hatırlama zamanıydı.<br /><br />Peki, bu sosyal hareketlerin temel özellikleri nelerdir onları eski siyasal hareketlerden hangi özellikler ayırmaktadır? Kapitalizmin ilk dönemlerinde belli ekonomik ve siyasal çıkarlar üzerinden örgütlenen belli bir sosyal sınıfa dayanan, devrim yaparak iktidarı ele geçirmek için merkezi şekilde örgütlenmiş işçi sınıfı hareketlerine eski hareketler denmektedir. “Bu hareketin içindeki işçiler, birer aktörden ziyade tarihsel bir zorunluluğu yerine getirmek için mücadele eden figürlerdir”. Melucci, eski tip sosyal hareketlerin aktörlerini “ tarih sahnesinde duruma göre kahraman ya da hain rolüne soyunan, fakat daima büyük ideallere yahut dramatik bir kadere yönelmiş trajik karakterler” olarak resmeder. Oysa yeni sosyal hareketler direniş hareketleridir, hedef iktidarı ele geçirmek değil siyasal özneleri hareketlendirmektir. Touraine’e göre günümüz hareketleri kendilerini devlet gücünü kontrol etme fikrinden ayrıştırdıkları ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi amaçladıkları için yenidir. Modern siyasal hareketler toplumsal, politik ve ekonomik alanı modern öncesi bir cemaat anlayışı içinde eritmeyi amaçlarken, yeni sosyal hareketler toplumun yapısal farklılaşmasını ve özerkliği savunmakta ve stratejik olmayan hareket için alan açmaktadır. Cohen, bu olguyu” kendini sınırlayan radikalizm” olarak adlandırır. Kurumsallaşma, toplumsal hareketi zayıflatan bir unsur olarak görülür. Bu tarz hareketlere gerekli örgütlenme tipi gerçekte esnek, hızla vakit kaybetmeksizin uyum yeteneğine sahip, otoriter ve hiyerarşik olmayan yapılanmalardır. Geleneksel bürokratik ve hiyerarşik örgütlere şüpheyle bakılır. Politik özneler, partilerle veya sendikalarla değil, hareketin hedefleri doğrultusunda kamuoyu ve medya desteği sağlamaya çalışan profesyonel sosyal hareket örgütleri ile mobilize olmaktadırlar. Eski hareketlerin “büyük liderler” eşliğinde merkezi örgütlenmeleriyle karşılaştırıldığında, yeni sosyal hareketler esnek ve adem-i merkeziyetçidir. Örgüte katılım bireyin iradesi dâhilindedir ve kararlar müzakere yoluyla alınır. Bu hareketler tek bir konuya bağlı birçok yan konu etrafında organize olmaktadırlar. Girişimler genelde yerel konular etrafında biçimlenmektedir. Fakat bu yerellik, ilişki ağları (gazete, yerel radyo, artık daha yaygın kullanılan internet vs.) ile birbirine bağlanabilmektedir. Bu nedenle yeni sosyal hareketlere örgüt tanımlamasından çok sosyal network tanımlaması da yapılmaktadır. Birçok harekete katılan Luciana Costellina bu durumu şöyle ifade eder ; “Biz bir hareketiz çünkü biz hareket ediyoruz”. Yeni sosyal hareketlerin toplumsal tabanını oluşturan öznelerin sınıfsal profili de farklılık arz etmektedir. Eski sosyal hareketler ekonomik olarak tanımlanan sınıf tabanına sahip iken, yeni hareketlerin toplumsal tabanı farklı sınıflardan oluşmaktadır. Eski hareketlerin öncüleri, işçileri ve orta sınıfı mobilize ederken, yeni sosyal hareketler, yeni orta sınıftan (genç nesil ve yüksek eğitim düzeyli gruplar) destek bulmaktadır. Bu yeni “orta sınıf radikalleri” daha genel hedeflere sahip ve sınıf farkındalığına sahip bir gruptur. Yeni hareketlerin toplumsal temelini yeni bir orta sınıfla açıklayan tezlere karşı, bu hareketlerin tabanının sınıfsal terimlerle açıklanamayacağını ileri süren görüşlerde vardır. Çatışma ve talepler tek bir sınıftan değil, farklı sınıflardan ve “sınıf olmayanlardan” gelen değişik unsurların toplumsal ittifakı sayesinde sahneye konmaktadır. Ayrıca kolektif hareketi tanımlayan grup kimliklerinin, artık sınıf kavramından statü, ırk, toplumsal cinsiyet ve millete kaydığı da ileri sürülmektedir. “Kişisel olan politiktir” sözü doğrultusunda modern hayatın dışladığı tüm kimliklerin kendi farklılığını görünür kılma, haklar alanını genişletme ve alternatif bir yaşam alanı inşa etme politikası yeni hareketlerin temel yönelimlerinden birini oluşturmaktadır. Yeni radikallere göre kapitalizm “Büyük Birader” değildir; her birimizde cisimleşmiş bir değerler sistemidir. Kapitalizm tarihsel bir sıçrayış değil, bir uygarlık biçimidir, hepimizin parçası olduğu düşüncenin, kültürün, yaşamın uzun güzergâhıdır. Yeni direniş özneleri bu bağlamda, sistemi değil, sistem içindeki yerlerini sorguluyorlar. Hazır bir düşünme olmaktan çok bir duygu, şekillenmiş bir eleştiriden çok bir “ikrah” dalgası. “Direnmek yaratmaktır” diyordu filozof Gilles Deleuze; yani, “olmasını gereken”i bir yana bırakıp “yapılması gereken”e geçişi sağlayan sayısız deneyim geliştirmek. Özetle yeni direniş politikası bir “şimdiki zaman” politikasıdır. “Artık soru, tehlike altındaki hayat tarzlarının nasıl savunulacağı ya da yeni tarzlarının pratiğe nasıl aktarılacağıdır. Kısacası yeni çatışmalar bölüşüm probleminden kaynaklanmamakta, hayatın grameri konusunda yoğunlaşmaktadır”. Günümüzün radikalizmi kapitalizmin ötesinde yer almaktadır, sadece kapitalizmle çatışma içinde değil.<br /><br /><br /><strong>Yeni Sosyal Hareketlere Yönelik Eleştiriler </strong><br /><br />Kimi eleştirmenlere göre bu yeni toplumsal hareketler sanılanın aksine yeni olmayıp kökleri 19. yüzyıla kadar dayanmaktadır. “Siyasal ve ideolojik dayanakları, üslupları bakımından 1960’ların sosyalizan/anarşizan hareketlerine” dayanmaktadırlar. Yani “alttakilerin küreselleşmesi” 1968 deneyimlerinin (kadın hareketi, çevreci hareket, hayat komünleri, barış hareketi) bir devamı olma özelliğini korumaktadır. Modern toplumsal yapının farklı kimlik ve eğilimler yönünde çözülmesi, ekonomik ve politik sorunların küresel bir boyut kazanması yeni hareketlerin esnek ve yerel örgütlenme modellerini tercih etmeye götüren zorunlu bir sonuç olarak görülmektedir. Aşağıdan küreselleşme hareketinin daha merkezi bir küresel yapıyı değil, bunun yerine aşağıdan özörgütlenmeye dayalı bir yapıyı gerektirdiği ortaya çıktı. Gerçekte, kürsel bir bağlantıyı mümkün kılan yeni örgütlenme formları doğdu. Bunlar, bazı örgütçü dehaların parlak fikirleri değil, yeni duruma yanıt veren çok sayıda insanın eseriydi. Bu yeni oluşan örgütlenme formu çoğu kez uluslar arası sivil toplum, hükümet dışı kuruluşlar ya da uluslar arası savunma ağları gibi terimlerle anılmaktadır. Bu yeni hareketlerin bir iktidar ve sınıf perspektifinin olmadığı, kimlik politikasının veya orta sınıf gençliğinin tüketim kültürüne yönelik nihilist tepkilerinin kapitalizmin yarattığı derin toplumsal eşitsizliklerin altını oyamayacağı eleştirilerini de beraberinde getirmektedir. Bu görüşe göre politik mücadele, en alttakilerin eylemi haline dönüşmedikçe verili muhalefet iktidar için “zengin beyaz çocukların iyi kalpli eylemleri” olarak kalacaktır. Marksist cepheden gelen diğer eleştirilerden biride, sermayenin kürselleşmesinin doğurduğu çetrefilli sonuçlarla ancak bütünlüklü bir analiz gücüne sahip Marksizmin başa çıkabileceğidir. Arif Dirlik’e göre “Kürenin günümüzdeki biçimlenişini analiz etme de Marksist teorinin ortaya attığı görüşler büyük önem taşımaktadır”. Eylemlerin nizami bir disiplinden uzak, merkeziyetçi olmayan karakteri ve protestoların davullu, zurnalı bir karnaval havasında olması çoğu kez “küresel palyaçoluk” olarak nitelendirilmiştir. Michael Mann’a göre, “toplumsal sorunlara yönelik yeni çözümler karakteristik olarak, ne devrim, ne de reform yoluyla ortaya çıkıyor. Yeni çözümler, daha ziyade, Hâkim kurumların içindeki gedik ve yarık yerleri olarak adlandırılan alanlarda gelişiyor. İlk önce marjinal konumda olanlar, daha sonra bu kurumları zayıflatmalarına olanak sağlayacak yollarla bir araya gelip birleşirler ve statükonun yeniden düzenlenmesini zorlarlar”. Hareketin birleştirici amacının, “insanların ve gezegenin hayatta kalabilmesine ve güvenilir bir gelecek şekillendirmeye başlamasına imkân tanımak için devletler, pazarlar ve şirketler üzerinde yeterli demokratik kontrol sağlamak” olduğu bu bağlamda yeni hareketleri tüm iktidarı ve kapitalizmi aşan bir potansiyele sahip hareket olarak görmenin yanıltıcı olacağının da altı çizilmektedir. Sosyal forumlarda tüm grupları oluşturan bireylerin karar alma süreçlerine katılma imkânsızlığı, hareketin dünya konjöktürüne bağlı bir seyir izleyip kalıcı bir gündeminin olmaması, yerler arası dayanışma ve ortak eylemler oluşturmanın ekonomik ve fiziki mesafelerden kaynaklanan zorlukları hareketi bekleyen sorunlar olarak varlığını korumaktadır. Kısacası eylemler, isyanlar, devrimler gibi çeşitli direniş örüntüleri, farklı zaman ve mekânlarda değişik hal ve biçimler alsa da “yaşanılan tarih”te hep var olmuşlardır ve olmaya devam edeceklerdir. John Walton’a göre yeni sosyal hareketlerin üzerine çalıştıkları “büyük ders, yeni bir küresel siyasi bilincin doğuşudur ki bu bilinç, yerli halkları, köylüleri, şehirli yoksulları kucaklayan tutarlı bir küresel adalet kodu” yaratmaktır. Yazıyı Arif Dirlik’in bir sözüyle bağlayacak olursak “ütopyalardan korkmak, gidecek yönün olmaması endişesini de beraberinde getirir. Tasavvur etmeyi öğrenmemiz gereken ütopya daha adil bir dünya umudunda gizlidir”.<br /><br /><br /><strong>Kaynakça:</strong><br /><br /><b>1)- Toplumsal Hareketler, Tarih, Teori ve Deneyim - Derleyen: Y. Doğan Çetinkaya – İletişim Yayınları<br />2)- Küreselleşme, Direniş, Ütopya, Yeni Toplumsal Hareketler – Kalkedon Yayınları<br />3)- Orta Sınıfın İsyanı – Boris Kagarlitski – Phonenix Yayınları<br />4)- Toplumsal Hareketler, Dipten Gelen Dalgalar (1750-2005) – Wıllıam G. Martin – Versus Yayınları<br />5)- Yeni Sosyal Hareketler, Teorik Açılımlar – Derleyen: Kenan Çayır – Kaknüs Yayınları<br />6)- Direnmek Yaratmaktır – Miguel Benasayag - Florence Aubenas – Versus Yayınları<br />7)- Aşağıdan Küreselleşme – Jeremy Brecher, Tim Costello, Brendan Smiıth – Aram Yayınları</b>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-59971945078946448302010-11-12T14:25:00.000-08:002011-06-30T16:21:58.106-07:00Kürdistan’da Gökkuşağı Bayrağının Kara Bayrakla Buluştuğu Serencam<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8uH5PM0jrIwG09D8oL05pyvO1JbRvvK6Rdz4_KfU2q1iskhbNeOc0V0SDU6CMForVeX8ApWWrU8WbPQ0GgsizT-8CbjaOHIC-aUZgARYbVa9wT_QEFeS62USgmYf9y2cyeoR1s0J7Hv-z/s1600/115_kaosgl2.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 220px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8uH5PM0jrIwG09D8oL05pyvO1JbRvvK6Rdz4_KfU2q1iskhbNeOc0V0SDU6CMForVeX8ApWWrU8WbPQ0GgsizT-8CbjaOHIC-aUZgARYbVa9wT_QEFeS62USgmYf9y2cyeoR1s0J7Hv-z/s320/115_kaosgl2.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5538796626487249890" /></a><br /><div>2009 Newroz’unda bir grup anarşistle Diyarbakır’da yaşayan kimi lgbtt yönelimli arkadaşların Diyarbakır’daki Newroz alanında buluşup Newroz’u birlikte kutlaması Kürdistan tarihinde bir ilk olmasının yanında, farklı politik arayışların dayanışması ve varlıklarını görünür kılması adına da önemli kapılar araladığı kanısındayım. Yıllarca bu topraklarda sürdürülen ulusal kurtuluş hareketinin tüm çatlak sesleri duyulmaz, tüm farklılıkları görünmez kılan ideolojik hegemonyasının görece zayıflaması farklı cinsel ve politik yönelimlerin kendi öz örgütlenmesini yaratmasını da beraberinde getirdi. Kendi derdini kendi ağzıyla söylemek ve eylemek isteyen insanların birbirlerini bulduğu, izbe kovuklarından çıkmaya başladığı bir dönemde kara ve gökkuşağı bayraklarının iç içe dalgalanması fazlasıyla manidardı. Toplumsal cinsiyet duvarlarının sınır dışı ettiği, lanetlediği cinsel kimliklerle tüm siyasal ve toplumsal otoritelerin ortak düşman bellediği bir radikal siyasetin kamusal yaşamda dayanışarak görünmesi özgürlük tohumunun yeşerebileceği bir parça toprağın hala kalmış olduğunun umut fotoğrafıydı. Ötekiye dokunma korkusunun tüm sosyal ve politik mesafeleri derinleştirdiği ve beslediği bir toplumda birbirlerini hiç tanımayan, uzak diyarlardan gelmiş, farklı gelenekleri olan insanların ortak bir kutlama ağında buluşması bu topraklarda yeni bir şafağın özgürlük ışıklarına uyanmak gibiydi. Korkuların ve tedirginliklerin Newroz ateşinde eridiği, daha önce hiç duyumsamadığımız farklı bir politik coşkunun halayına davetliydik artık. Bir avuç insanın anti-militarist, anarşist, her cinsel yönelime özgürlük isteyen sloganlarıyla biranda ortaya çıktığı, mahşeri andıran bir kalabalığın tam ortasındaydık. Şaşkın gözlerle bakan bir kitlenin içinde zamanla insanların birbirlerini bulmak için kara bayraklarımızı işaret ettiği veya buluşma noktası olarak bildirdiği bir kavşağa dönüşmüştük. Sarı, kırmızı, yeşil bayrakların her yeri donattığı bir kamusal ayinin içinde yolunu şaşırmış politik palyaçolar gibi görünüyorduk. Ulus denilen büyük ailenin gayri-meşru çocuklarıydık bir nevi. Sloganlar, türküler eşliğinde halay çekip, kara bayrağın ateşe verilmesiyle kutlamamız son bulmuştu artık. Kutlama alanından farklı eylem ve etkinliklerde buluşmak temennisiyle birlikte ayrılmıştık. Gittikçe devletin resmi bayramlarındaki törenleri andıran Newroz kutlamalarının yavan ve soğuk tadına politik lezzet katmıştık. Tüm sınıfsal, cinsel, kişisel farklılıkların üstünü örten Ulus denilen “hayali cemaat”in saflarında görünmez kitleden olmayı red etmiştik. Newroz alanında ulusal coşkunun narkozuyla uyuşmuş, tüm dertlerini unutarak ele ele tutuşmuş insanlara ertesi gün birbirlerine selam bile vermeden kendi sınıfsal ve cinsel rollerinin zerre kadar değişmediği bir hayata uyanacaklarını anlatmak isterdik doğrusu. Ama sanırım o iklimde bunu dinlemek isteyecek kimseyi bulamazdık.<br /><br />Zaman içinde Kürdistan’daki lgbtt ve anarşist örgütlenme içinde yer alan arkadaşların yaşamına kendi dertlerini anlatan, söylemlerini kuran iki farklı dergi eşlik etti. Hevjin ve QİJİKA REŞ Dergileri. Van ve Diyarbakır kentlerinde hayat bulan bu özgürlük adalarının belli insanlara direnme referansı ve dayanışma platformu olma özellikleri daha uzun süre devam edecektir. Her türlü ayrımcılığın ve eşitsizliğin altını oyacak bir özgürlük politikasını bu topraklarda inşa etmek birazda kimlik siyasetinin dışına taşmakla mümkün görünmektedir. Kimlik mücadelesi bir taraftan belli bir baskı ve eşitsizlik durumunu görünür kılmanın aracıyken diğer taraftan zamanla paranteze alınmış bir hayatın içine sıkışarak, hak hiyerarşisindeki yerini sürekli öne almaya çalışmak veya mağduriyetten iktidar devşirmek siyasetine de dönüşebiliyor. Devlet merkezli hak mücadelelerinde, bir mağduriyeti ortadan kaldırmak veya eşitsizliği dönüştürmek belli kimlik ve sınıflar hiyerarşisine dayanarak var olan devlet iktidarını hiyerarşi üretmeyecek şekilde sarsmayı ve ortadan kaldırmayı ne yazık ki sağlamıyor. Devletin kendini yeniden üretebilmesi belli sınıfsal, cinsel ve kimlik hiyerarşilerinin üretilmesine bağlıdır. Herhangi bir kimliğin iktidar hiyerarşisindeki durumunun görece iyileşmesi, diğer kimliklerin üzerindeki baskı ve eşitsizliği ortadan kaldırmadığı gibi, kimlik mücadelesinin doğuracağı özgürleşme potansiyeli, devleti dönüştüren veya pekiştiren bir iktidar enerjisinin kaynağına da dönüşebiliyor. İktidarlar toplumsal olanı, “demokratik mutabakat” potası içinde sürekli eritebilme kudretine sahiptirler. Yüzyılın son çeyreğinde birazda otoriter siyasal projelerin irtifa kaybına bağlı olarak kimlik patlamaları yaşandı. Kamusal alanı işgal eden siyasetlerin asli söylemini “farklılıklar” oluşturmaya başladı. Fakat farklılıklarda garip bir “aynilik” halinin yaratılmasına da yarıyor. Farklı kimlik kompartımanlarına bölünmüş, sadece kendi yarasına ağlayan, diğer madunlarla ortak bir siyasal mücadele ufku körelmiş, çok kültürlü siyaset vitrinlerinde bir politik çeşni olma aynılığına teslim olma konforu. Kimlik siyasetinin temel handikaplarından biride aynı kimliğe mensup insanlar topluluğunu eşit siyasal öznelerden oluşan, aynı politik reaksiyonları göstermesi beklenen yol arkadaşları olarak varsayılması ve kurgulanmasıdır. Her kimlik şemsiyesi altında fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, aynı kimlik mensupları arasındaki ilişki daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. İnsanların sınıfsal, cinsel ve kişisel deneyim ve beklentilerini yok sayan bu yekpare bakışın, siyasal hayal kırıklıklarını derinleştirmesi kaçınılmazdır. Politikanın dolayımından geçmemiş, belli farkındalıklar kazanmamış bir bireyin sadece mensup olduğu sınıfsal pozisyondan veya cinsel kimliğinden hareketle politik bir özneye dönüşmesi her zaman mümkün olmamaktadır. Oysa politika, ortak bir derdi olan insanların, ortak itirazlarıyla birleştiğinde bir toplumsal dönüşüm itkisi haline gelebilir. Özgürlüğün ayağını bastığı zeminin izlerini buradan takip ettiğimiz anda kurguladığımız dünya “şimdi” bile mümkün.</div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-28173602451712150682010-09-02T13:11:00.000-07:002011-06-30T16:21:45.033-07:00Modern Devletin Sezeryan Kötü Çocuğu: ULUS<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgU4hq1i2MiIw1zKiDDWm-5zKfOgI3kUmDgxq5RmLNSD6SiiO4y_63ZN2UHOw-pXnPVDuKtl4Bo2Js7pZmsP7R-Kx58rVcEVLrzq2LFHdwhm-muIod6l28_bTFy0AiPDN2cJ0rF9Rv0LPMN/s1600/KAPAK.JPG"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 227px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgU4hq1i2MiIw1zKiDDWm-5zKfOgI3kUmDgxq5RmLNSD6SiiO4y_63ZN2UHOw-pXnPVDuKtl4Bo2Js7pZmsP7R-Kx58rVcEVLrzq2LFHdwhm-muIod6l28_bTFy0AiPDN2cJ0rF9Rv0LPMN/s320/KAPAK.JPG" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5512413186528376866" /></a><br /><div>Milli kimlikler inşa edilmeye başlandığı 19.yüzyıldan bugüne dek insanlık tarihi üzerinde dolaşan kara bir bulut olma özelliğini sürekli korudu. Kimi toplumlarda belli modern toplumsal ilkelerin yaşam bulmasının örgütlenme harcı olduğu gibi, her türlü baskıyı, ayrımcılığı, ırkçılığı besleyen bir toplumsal patolojiye kaynaklık ettiğini söylemekte mümkün. Modern çağda tanrının boş bıraktığı iktidar koltuğuna yerleşen Ulusun, insanlık tarihinde o güne dek görülmemiş kitlesel katliamların, toplama kamplarının, zorunlu göçlerin, dünya savaşlarının baş müsebbibi olacağını belki de hiç kimse kestirememişti. Ancak toplumları üzerinde çalışılacak veya biçimlendirilecek bir nesne olarak gören modern toplum mühendisleri tüm toplumsal farkları homojenleştirecek bu kolektif kimliğe dört elle sarılacaklardı. Belli tarihsel hırslara, önyargılara, emperyal politikalara, toplumsal kurtuluş ve gelişim teorilerine meşruluk kazandıran bu uğursuz ideoloji, bugünün dünyasında bile bölgesel ve küresel çatışmaların en köklü sebebi olmayı sürdürmektedir. Ulus, bir yüzü geçmişe bir yüzü de geleceğe dönük modern çağların ölüm tanrısıdır. Ulusların, insan topluluklarını sınıflandırmanın doğal ve Tanrı vergisi bir yolu olduğu, doğuştan gelen politik bir kader olduğu iddiası bir mittir. Modern devlet veya siyasal aktörler, bazen önceden varolan kültürleri alıp milletlere çevirirken bazen de milletleri yoktan icat ederler ve genellikle varolan çoğu kültürel kimliği yok ederek veya geçmişini unutturmayı sağlayarak. Renan’ın <em>“Bir ulusun özü, tüm bireylerin ortak pek çok şeye sahip olmaları ve aynı zamanda hepsinin pek çok şeyi unutmuş olmasıdır”</em> derken kastettiği tamda budur. Kapitalist sanayi merkezlerine işgücü oluşturmak gerekliliğiyle kırsal köklerinden kopartılarak şehir merkezlerine taşınmış insanları kitle haline getirip, bütün yerel ve kültürel aidiyetlerini unutturarak bu insanların öncesini ve sonrasını yerel dillerin yaygınlaştırılması aracılığıyla, icat edilmiş anlatılarla homojenleştirmek Ulusu yaratmanın yapıtaşıdır. Modern tahakkümlerin, savaşların, ölüm geçitlerinin, dışlamaların ve her türlü eşitsizliklerin üstünü örten ‘Ulus’ denilen kalın çarşafın, tarihsel oluşumuna ve yarattığı yıkımlara daha yakından bakalım.<br /><br /><strong>Sanayi Uygarlığının Köksüzleştirdiği Kurbanların ‘Hayali Cemaat’i </strong><br /><br /><em><b>"Ulus, ortak düşmanlarından başka ortak hiçbir şeyi olmayan insanların oluşturduğu ‘hayali’ bir cemaattir”</b></em><br /><br />Fransız devriminin şafağına rastlayan ve 18.yüzyıl aydınlanma düşüncesiyle ivme kazanan, toplumsal uyanış ve inşa edilen daha kapsayıcı bir kolektif kimlik etrafında örgütlenme süreci merkezi imparatorlukların tarihe gömülmesiyle vücut buldu. Benedict Anderson’a göre 18. yüzyıl Batı Avrupa’sı milliyetçilik çağının şafağıdır. <em>“18. yüzyıl yalnızca milliyetçiliğin doğum çağı değil, aynı zamanda dinsel düşünce tarzlarının da günbatımıdır”. </em>Ulus-devletlerin yeni ve tarihsel oldukları yaygın olarak kabul edilmekle birlikte, genellikle siyasal ifadesi olma iddiasında oldukları ulusun ezeli bir geçmişten kaynaklandığına ve daha da önemlisi, sınırsız bir geleceğe doğru kesintisizce ilerlediğine inanılır. Oysa on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar “ırk” sözcüğü “akraba”, “sülale”, “yuva”, ve “hane halkı” gibi çeşitli toplumsal kolektivite biçimleriyle yakın anlamlı gibi okunmuştur. On sekizinci yüzyıldan itibaren ”ırk” ve “ulus” birbirlerinin yerine konulabilir terimler olarak kullanıldı. Böylelikle “ırk” bir “hayali cemaat”in işaretleyicisi haline geldi. Toplumlar tarihin bir noktasında durduk yere ‘ulus’ olduklarını keşfetmediler elbette, onlara artık ‘ulus’ oldukları söylendi. Dil, sembol, söylem dayatmalarıyla bu ‘hayali cemaatler’ “reel cemaatlerin” tek tipleştirilmesini, bastırılmasını ve bertaraf edilmesini de beraberinde getirdi. Bayrak, vatan, gibi semboller ise bu birlikteliği sağlayan ‘totemler’ olarak işlev gördü. Bugün etnisite ile ifade edilen kültürel farklılıkların toplumsal örgütlenişiyse bunun dünyanın birçok yerinde kapitalizm ile birlikte ortaya çıktığını söylemek mümkün. Çağdaş etnisite geçmişin bir kalıntısı değil, bugüne dek süregelmiş modernleşme sürecinin bir ürünüdür. Eskiden toplumsal sistemin geçerli sınırları köyün de sınırlarını teşkil ederken, bu noktadan sonra fiziki olmayan bir sınıra dönüştü ki bu sınırlar ikamet ettikleri yer, akrabalık sistemleri ve gelenekler yerine, başkalarının sınıflandırmasına dayanan bir sınırdı. Etnik kimliklerin, grupların ve ortak kültür ve tarih inancının birer icat olduğu sürekli tekrarlanmıştır. İster tarihi koşullarca yaratılmış olsunlar, ister stratejik aktörlerce ya da siyasi projelerin önceden hedeflenmemiş sonuçları olarak ortaya çıksınlar, ortak kültür varsayımına dayalı etnik kimlikler “tarihin kazaları” veya bundan biraz daha fazlası olarak ortaya çıkmışlardır. Hem uluslar hem de ırklar, birlikte yaşayan insanları birbirine bağlayan ve onları başkalarından ayıran cemaatler olarak tahayyül edilir. Her iki cemaat de tüm sınıfların ve toplumsal cinsiyetlerin mensuplarına seslenir (ama bu, tüm sınıfların ve toplumsal cinsiyetlerin bu cemaatler içerisinde eşit düzeyde temsil edildikleri anlamına gelmez). “<em>Her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır”. </em>Modern bir kurgu olan ulus, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde, ortak bir dil, tarih, kültür temelinde inşa edilerek, modern devlet hiyerarşisi içinde tarihsel meşruluk zeminine kavuştu. Üniter devletlerin kurucu ideolojileri bu ortak tarihsel referanslar üzerinden bir toplumsal yapı inşaasına yönelirken, inşa edilen her kurmaca kimlik gibi ulusal kimlikte belli kültürlerin dışlanması ve ‘öteki’leştirilmesi ekseninde gerçekleşmiştir. Çünkü toplumsal karşıtlıklardan beslenen bütün kolektif kimlikler, içerme ve dışlama stratejilerinin eş zamanlı işleyişiyle hayali sınırlarını perçinler, her kimlik ‘öteki’ni referans alma ya da ‘öteki’ne göre tanımlanmayla kurulur yani kimliğin keşfi bir nevi ‘ben’ ve ‘öteki’nin farkına varmaktır.<br /><br />Ulusun oluşumunda geçmişin kullanımı ve <em>“geleneğin icadı”</em> önemli bir rol oynar. Derrida’nın tabiriyle <em>“hiçbir zaman mevcut olmamış ve hiçbir zaman olmayacak bir geçmiş”</em>in küllerinden doğma gayretkeşliği. Bütün ulusal kimliklerin ayırt edici niteliği, kendilerini öncesiz ve sonrasız kimliklermiş şeklinde sunmalarıdır. Ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm ulusların tarihle kurdukları ilişkiyi <em>“Çağdaş milliyetler yeni olduklarını değil, aksine köklerinin en uzak çağlarda bulunduğunu ve inşa edilmiş değil, kendi kendini onaylama dışında başka hiçbir belirlemeye gerek duymayacak kadar “doğal” insan toplulukları olduklarını iddia ediyorlar”</em> şeklinde özetler. <em>” Geçmişi işlevselleştirerek siyasallaştırmak ve güncel siyasetleri tarihselleştirerek meşrulaştırmak, bütün ulusal söylemlerin ortak özelliğidir”.</em>Ulusların tarihi bugüne dek bize hep, bu tarihlere bir öznenin sürekliliğini atfeden bir anlatı şeklinde sunulmuştur. Bu tür bir temsil kuşkusuz geçmişle yanılsamalı bir ilişkinin kaçınılmaz sonucudur. Ulusal süreklilik ve kökler miti, ulusal oluşumların hayali tekilliklerinin, bugünden geçmişe giderek, gündelik olarak kurulduğu fiili bir ideolojik biçimdir. Oysa yüzyıllık bir geçmişi olan ulusal proje; “sabit bir toprak üzerinde, yaklaşık olarak tek anlamlı bir adlandırma altında, yüzyıllardır birbirini izleyen kuşakların birbirine değişmez bir töz ilettiklerine inanmaya” dayandırılarak oluşturulmuştur. Tarihin bir mit olarak tanımı, siyasi ya da başka nedenlerle tarihin manipülasyonu, seçimi ya da yeniden yorumlanması etnik bağlılığın yaratılmasında ve yeniden yaratılmasında önemli bir faaliyete dönüşür. <em>“Ulusun kültleri arasında “atalar” en meşru kültü oluşturur çünkü bizi bugüne getiren o atalardır”.</em> Görkemli bir geçmiş, şanlı kahramanlar ve kederli anılar, ulusun kendini dayandırdığı en önemli tarihsel sermayedir. “<em>Ulusal anılar söz konusu olduğunda kederler zaferlerden daha önemlidir çünkü insanlara ödev yükleyen ve ortaklaşa bir çaba göstermelerini gerektiren bu kederlerdir”. </em>Bir toplumsal oluşumun kendini ulus olarak yeniden üretebilmesi, birazda bireyin doğumundan ölümüne dek bir gündelik pratikler ve iktidarın eğitim ve disipline edici aygıtları ağıyla kurulabilmesiyle mümkündür.<br /><br />Ulusal devletin tarih sahnesindeki yerinin hazırlanmasında iktisadi gelişim dinamiklerinin, iktidar bloğu adına geniş katılımlı bir siyasal ve iktisadi organizasyonu gerekli kılması da tayin edici bir rol oynamıştır. Ticaret burjuvasizi feodalizmin kapalı ekonomisinden sanayi kapitalizmi ekonomisine geçişte, sınırları çizilmiş bir toprak parçası üzerinde merkezi bir pazar çerçevesinde iktisadi ilişki birliğine yönelmiş, bölgesel farklılıkları aşarak tek bir ulus çatısı ve değerleri doğrultusunda insan topluluklarını merkezi ulus devlet bünyesinde örgütlemiştir. Burjuva sınıfı, geleneksel devlete karşı tavır aldığında, devletin karşısına ulusal topluluğu koydu. Devleti fethettiğinde, bu ele geçiriş, ulusal topluluğun devletle özdeşleştirilmesi, yani devletin milli topluluğa karşılık gelmesi gerekliliği sonucuna ulaştı. <em>“Modern ulus ve devletleri kapitalizmin şafağında doğmuştur”</em> sözü bu tarihsel gelişim evresini özetler. Avrupa da başlangıçta okuryazar orta sınıfların ve entelijansiyanın oynadığı merkezi rolden ötürü, milliyetçilik her şeyi kapsayacak şekilde, halk tabanı olacak ve dilsel özdeşleşmelere yaslanacak şekilde ortaya çıktı. Böyle bir milliyetçilik, demokratik bir retoriğe başvurdu, serfliğe ya da yasal köleliğe karşı çıkan bir söylem geliştirdi. Ama daha sonraları, Avrupa’daki egemen hanedanlar tarafından sahiplenildi. Halka dayalı ulusal hareketlere ve eğilimlere bir yanıt olarak, bu hanedanlılar ve aristokratlar “ulusal cerze”de boy gösterdiler yani yönettikleri halkla yeni özdeşlikler geliştirmeye çalıştılar. Bu yeni özdeşlikler pek narin olsalar da <em>“ulusun kısa, gergin derisini devasa imparatorluğun gövdesini kaplayacak şekilde esnetme”</em>nin aracı olarak iş gördü. Benedict Anderson’a göre feodal hiyerarşiler ulusal ya da dilsel sınırları çapraz kesen bağların varlığına izin vermiştir. Burjuvazi daha kısıtlı bir coğrafya üzerinde sınıf çizgileri doğrultusunda paylaşılan çıkarları biçimlendirmiş ve böylece birbirlerinin yüzünü asla görmemiş olan ve ille ortak ilgiler ya da görünüşler sergilemek zorunda olmayan insanlar arasında bir cemaat yaratmıştır. Böyle bir ortak kültür, ilgiler ve sözcük dağarları yaratmanın vasıtaları da gazeteler, romanlar ve öbür yeni iletişim biçimleriydi. Bizzat bu iletişim biçimlerini olanaklı kılan, belli bir takım bölgesel dilleri budayıp bazılarını da değişikliğe uğratan ve böylelikle çeşitli insan gruplarına erişmek için kullanılabilecek belli birtakım standartlaştırılmış diller yaratan <em>“matbaa kapitalizmi”</em>ydi. Nitekim “insan dilinin kaçınılmaz çeşitliliği üzerinde kapitalizm ile matbaa – kapitalizminin yöndeşerek buluşması, temel morfolojisi bakımından modern ulusun çıkacağı sahneyi kuran yeni bir hayali cemaat biçiminin olanaklılığını sağladı”. Yani ulus, üyeleri birbiriyle tanışmayan, akrabalık, ortak köken, ortak çıkarlar ağı veya ortak dini inançla belirlenmeyen bir cemaate ait olma bilinci ve duygusuna işaret eder. <em>“Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur. Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder”</em>. Anderson’a göre ulus ayrıca sınırlı olarak hayal edilir, çünkü hiçbir ulusun mensupları kendilerini insanlığın tümü ile özdeşleştirerek hayal etmez. Anderson, Ulusu yaratanın dil değil, elyazmasından basılı söze, basılı dile geçiş olduğunu ısrarla vurgular. Başka hiçbir şey, birbirleriyle ilişkili halk dillerinin derlenmesine, dilbilim ve sözdizimin dayattığı sınırlar içinde, matbaa yoluyla çoğaltılabilen ve piyasa aracılığıyla yaygınlaştırılmaya elverişli yayın dilleri yaratan kapitalizm kadar büyük bir katkıda bulunmazdı. Bilgi ve sunumun standartlaştırılmasını mümkün kılan iletişim teknolojisi, kapitalist yayıncılığı geliştirerek “<em>sayıları hızla artmakta olan insanların kendileri üstüne düşünmelerine ve kendilerini başka insanlarla çok kökten bir anlamda yeni tarzlarda ilişkilendirmelerine imkân tanıdı”</em>. Gazeteler, televizyon ve radyo çeşitli sunumlar ve dilin standartlaştırılmasında kritik bir rol oynamıştır ve halada oynamaktadır. Bu araçlar aynı zamanda milliyetçi duyguların çoğaltılması ve güçlendirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Hegel, gazetelerin modern insan için sabah dualarının yerini tuttuğunu söylemişti. Ulus kimliğinin daha kapsayıcı bir kimliğe dönüşmesinde ulaşım teknolojilerinin de hatırı sayılır bir rolü olmuştur. Modern ulaşım teknolojileri insanların daha geniş sosyal düzlemlere entegre olmalarını kolaylaştırarak, insan ve mal akışını arttırmaktadır. İnsanların ulus devletlere entegrasyonu için koşullar yaratır ve bu yolla insanların ulusun bir üyesi olduklarını hissettirme bilinci düzeyinde önemli dolaylı etkileri olabilir. Ulusal kimliği somutlaştıran metaforlardan biride haritalardır. Haritalar her ne kadar milliyetçilikten önce var olsalar da, ulusun oldukça özlü ve etkili bir sembolü halinde yeniden düzenlenmiştir. Dünyanın dört bir köşesindeki sınıflarda bulunan ülke haritaları, eşzamanlı olarak ulusu sınırlandırılmış, gözlemlenebilir bir şey ve fiziki gerçekliği olan bir olgunun bir soyutlaması olarak göstermiştir. Anderson, hayali cemaatlerin politik cemaatler olduklarının altını çizer ve dahası, onların biçimlenmesini basılı dilin zihniyet dünyalarında, kültürde ve iletişim ağlarında ortaya çıkardığı değişimin bağlamına yerleştirir. Anderson, basılı dilin ulusun şekillenmesinde oynadığı merkezi rolün önemini ısrarla vurgulamasına karşın, bu dilin yeniden üretiminde ulus-devletin oynadığı merkezi rolü derinlemesine irdelemez.<br /><br />Ulusal kültürü karakterize eden önemli sacayaklarından biride aynı ulusa mensup bireylerin yurttaşlık kimliği üzerinden devletle kurdukları özdeşliktir, devletin kurumsal yapılarını içselleştirerek, devletin kurucu ideolojisinin kapsamadığı farklı kimlikler ve kültürlerle olan sınır çizgileri keskinleştirilir. Bu kendisini daha baştan devlet kurumunun içinde bulan, diğer devletler karşısında bu devleti “kendisinin” diye kabul eden ve özelliklede siyasal mücadeleleri onun ufkunda gören, örneğin toplumsal devrim ve reform özlemlerini, kendi ulusal “devletinin” dönüşüm projeleri şeklinde formüle eden ulusal bir cemaatin tahayyülüdür. <em>“Ulusal devlet, ulusu ya zaten var olan, fakat işleyişini ve anlamını devralıp değiştirdiği kurumlar yoluyla ya da kendisinin yarattığı kurumlar yoluyla inşa eder. Bu süreç içinde bireyler, ulusal bireyler olarak oluşturulur. İnsanlar bir ulusun üyeleri olarak doğmazlar, sınırın bilicine varılması ve farklılığın düzenlenmesi yoluyla ulusal karakteri kazanırlar”</em>. Katherine Verdery milliyetin oluşumunu, farkın ve sınırın bilincine varılması ve düzenlenmesini, ulus devletin yaratılması süreciyle ilişkilendiriyor. Söz konusu olan, etnik bilincin ulusal bilince dönüşmesi değil, fakat ulusal bilincin devlet tarafından farklılığın düzenlenmesi, sınırla yüzleşme ve kimlik kavramıyla sabitleştirilmesi yoluyla üretimidir. Ulusal özneyi merkezi ve evrensel bir norm içine yerleştirerek farklı olanı dıştalayan ulusal söylem, bireyi sabit bir kimlik ve anlam dünyasına hapsederek iktidarın ürettiği verili tercihlerin ve kategorilerin işlemesinin harcını oluşturmuştur. İnsan topluluklarının üstündeki ulusal tahakküm sermayenin egemenliğini sürdürebilmesi ile doğrudan ilintilidir, çünkü modern devlet veya ulus-devlet kapitalizmin işleyişinin normu olmuştur. Ulus-devlet bir yandan insanları toplumsal niteliklerinden ayırıp soyut bireyler haline getirirken diğer yandan da onları devlet erkinde temsil olunan bir ulus olarak bütünleştirir. Modern dünyanın tarihine sistematik bir bakış, bu konudaki yaygın mitin tersine, devletin hemen hemen her örnekte ulustan sonra değil, önce geldiğini gösterir. Nikos Poulantzas’a göre ulus, kapitalist devletin ürettiği bir üründür. <em>“Kapitalist devlet ulusal bütünlüğü sağlamakla sınırlı kalmaz; kendisi bu bütünlüğü inşa ederken yani modern anlamıyla ulusu kurarken oluşur. Kapitalist devlet içindekileri, yani halk-ulusu oluştururken sınırlarını ortaya koyar; zira bu sınırların içinde kalanların öncesini ve sonrasını homojenleştirir</em>”. Modern toplum modeli homojenlik üzerine oturuyordu ve toplum bir analiz ünitesi olarak görülüyordu. Modern - öncesi toplumlarda teolojik referanslarla veya mensubu olduğu cemaatle (hanedan) olan aidiyet ilişkisiyle kendini tanımlayan bireyin bilinci, ulusal kimliği oluşturan bileşenlerle yer değiştirmiş ve bu minvalde bütünlüklü bir modern toplum oluşturma tasarısının taşıyıcı öznesi, iktidar dizgesi doğrultusunda kurulmuştur. Sonuç olarak, inşa edilmiş de olsalar, kendi kendini tayin etmiş ya da öteki tarafından belirlenmiş hayali cemaatler de olsalar, uluslar gerçeğe dönüştüler. İki yüzyıllık uluslaştırma, ulus bilincini yarattı.<br /><br /><br /><strong>Ulusların Kurtuluş Kapanı: Ulus-Devlet ve Milliyetçilik</strong><br /><br /><em><b>“Devleti ele geçirirsen, o senindir, sende onunsundur ve artık sen yoksundur”</b> </em>[Alfred Döblin]<br /><br />Ulus - devlet kısaca ulusunu yaratmış devlet demektir. Ulus ve devlet olgularının iç içe geçtiği modern toplumlarda, ulusal kimliği devlete olan bağlılıktan ayrı bir şekilde tahayyül etmek pek de mümkün değildir. Ulus devleti modern toplumsal dönüşümlerin tarihsel öznesi olarak görmek, aydınlanma düşüncesini referans alan bütün ideolojilerin ortak kabulüdür. Aydınlanma felsefesinin en radikal çocuklarından biri olan Marx bile, modern ulus devletin, kapitalist üretim ilişkilerini geliştirerek feodal kalıntıları tasfiye etmesiyle doğacak proleterya sınıfının geleceğin toplumunu yaratma hedefine yaklaştırdığını öngörüyordu. Ulus devlet kapitalist pazar ilişkilerinin hazırlayıcı faili olarak olumlanarak, “ulusların kaderini tayin etme” ilkesi ulusal ölçekte bir pazarın oluşmasıyla feodal kalıntıların tasfiyesinin sınıfsal çelişkileri belirginleştirerek sosyalist topluma giden yolu açacağı düsturuna adeta iman edilmişti. <em>“Proudhon gibi kapitalizmin yayılmasını ve endüstri öncesi köylülük ve zanaatçılığın proleterleşmesini bir hastalık olarak düşünen anarşist teorisyenlerin tersine, Marks ve Engels pazar ekonomilerinin yeşerdiği büyük, merkezileşmiş ulus-devletleri büyük bir şevkle karşıladılar. Bunları yalnızca ekonomik gelişmeyi sağlayan desidereta [arzulanması zorunlu olan şeyler] olarak değil, kapitalizmi destekleyen, sosyalizmin önkoşullarının yaratılmasında mutlaka olması gereken oluşumlar olarak gördüler”</em> Marksizmin, modern ilerleme mitine iman etmesinin, sömürgeciliğe bakışındaki körlüğü nasıl beslediğini, radikal eleştirilerin her zaman irdelediği temel gündemlerden biri olmuştur. Hatta Robert Young’ın daha da ileri giderek Marksizmi Batı sömürgeciliğini meşrulaştıran “beyaz mitolojiler” den biri olarak görmüştür. <em>”Marksizmin, rasyonel bir dünya tarihi sisteminin açılımı doğrultusundaki evrenselleştirici anlatısı Avrupa emperyalizmi tarihinin negatif bir biçiminden başka bir şey değildir. Sonuçta Afrika’nın tarihinin olmadığını ilan eden Hegel ve İngiliz emperyalizmini eleştirse bile, İngiliz sömürgesi oluşunun nihayetinde Hindistan için en iyisi olduğunu, çünkü İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’a Batı tarihinin evrimsel anlatısını getirdiğini söyleyen de Marx’tı”. </em><br /><br />Ulus-devletler yalnızca ulusal ve kültürel özlemleri hayata geçirmenin masum kolektif birimleri değildi, onları kurmanın anlamı, özellikle militarist aygıtlarla organize edilmiş bir toplumsal şiddet tekelini kullanan merkezileşmiş, hiyerarşik yapılarla varlığını koruyan mutlak bir güç oluşturmaktı. Bir şiddet örgütlenmesi olarak devlet, politik ve ekonomik eşitsizlikleri ortak düşman veya dış tehdit duygusunu sürekli canlı tutarak, sahte siyasal birliklerle meşrulaştırır. Ulus –devlet, diğer pek çok siyasi sistemin aksine, siyasi sınırların kültürel sınırlarla örtüşmesi gerektiğini varsayan bir ideolojiye yaslanır. Dahası ulus-devlet, şiddet ve vergilendirmenin meşrulaştırıcı kullanımının tekeline de sahiptir. Max Weber’e göre <em>“Modern devlet, bütün siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir: o da fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır.”</em> Buna göre modern devlet, “belli bir arazi içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğu”nu ifade eder. Ayrıca devlet, bir politik toplum biçimi olarak aidiyet kuralları yaratır ve yurttaşlık ödevleriyle gereksindiği birey tipini şekillendirerek kurumsal işleyişine tabi kılar. <em>“Bir aidiyet örgütlenmesi olarak devlet, yurttaşlarına doğumla birlikte belli bir kişilik atfeder. Kişilerin çok büyük bir çoğunluğu yurttaşlıklarını bu yolla kazanırlar. Liberal politik teori ne kadar politik yükümlülüğü bireylerin gönüllü rızasına dayandırmaya çalışırsa çalışsın, devlet bir gönüllü birlik değildir ve olamaz. Kişilerin büyük bir çoğunluğu açısından, yurttaşlık dayatılmış, yazılmış bir statüden başka bir şey değildir”</em>. Belli yerleşim sahalarında kendi etkinliklerinin efendisi olan birey, vergi ödeyen, askere gitmek zorunda olan ve devlettin sınırlarını çizdiği ulusal pazarda “hizmet” alan ve hizmet sunan isimsiz kalabalıkların oluşturduğu bir kitleye dönüşür. Toplumun organik bir kitle olarak algılandığı, devlete karşı görev ve sorumluluk temelinde kurgulanan bir vatandaşlık anlayışıyla toplumsal radikalizm törpülenir ve bireyin sahip olduğu haklar alanı da gittikçe daraltılır. “Kutsal vatandaşlık” görevleri, kimliğin haklı ve hiçbir zaman bitmeyecek davası uğruna ödediğimiz modern kölelik diyetleridir. Giorgio Agambene göre de dışlama, ülke kavramının yapıtaşıdır. Sınırları belirler. Etnik temizlik, idealleştirilmiş yurttaşlık kavramının veya modernizmin dikensiz gül bahçesi yaratma çabasının meyvesi veya nihai çözümüdür.<br /><br />Milliyetçilik teorisi Marksizm’in büyük tarihsel başarısızlığını temsil ediyor. Eric Hobsbawm’a göre <em>“Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok”. </em>Bunca zamandır kehaneti yapılan “milliyetçilik çağının sonu” görünürde olmaktan çok uzak. Hatta ulusallık çağımızın politik hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeridir diyebiliriz. Milliyetçilik her zaman insanı insandan ayıran bir hastalık olarak devletin varlığına da muhtaçtır. <em>“Milliyetçilik modern kalkınma tarihinin patolojisidir, tıpkı bireylerdeki nevroz gibi oda kaçınılmazdır. Köklerini, toplumlar için çocuksuluğun dengi olan ve dünyanın büyük bir kısmına dayatılan çaresizliğin iklimlerinde bulur ve tıpkı nevroz gibi oda asli bir muğlâklıkla yüklüdür, içinde şizofreniye doğru benzer bir ağırlaşma eğilimi barındırır ve tedavisi büyük ölçüde imkânsızdır”. </em>Modern ulus, kan ilişkilerinin biyolojik bir sürekliliğini, toprağın uzamsal sürekliliğini ve dilsel ortaklığını esas alan kültürel bir birliktelik tanımına oturtulmuş ve tutkal olarak da, devlet, milliyetçiliği kullanmıştır. Ortaklıklar yaratarak varolan toplumsal heterojenliği kültürel ve ekonomik bir hiyerarşi içine koyarak homojenleştiren ve kendi halkını yaratan bir ulus-devletin kurulumu, modern ulus-devlet egemenliğinin ana karakteridir. Milliyetçilik devlet kavramının yarattığı bir suni ortaklık olarak ulus-devletler için vazgeçilmez bir afyon olmuştur her zaman. Ulusun kuruluşunda iktidarın asıl başarısı, bütün nüfusun hegemonik bir grup, ırk ya da sınıf tarafından temsili yoluyla iç farklılıkları silme başarısıdır. İşte bunun ideolojik temellerinden biri de milliyetçiliktir. Ernest Gellner’e göre milliyetçilik ulusların kendi bilincine varması değildir. Aksine milliyetçilik, ulusları var olmadıkları durumlarda kendisi yaratır. Hem Gelner hem Anderson her ne kadar milletler kendilerini çok eski olarak hayal etme eğilimine sahip olsalar da, onların aslında modern olduklarını vurgulamışlardır. Genellikle gelenekçi bir ideoloji olan milliyetçilik, ulusun üyelerinin atalarınca paylaşılan görünüşte eski bir geleneği yüceltir ve yeniden tanımlar ama bu yolla geleneği yeniden yaratmaz. Ernest Gellner, milliyetçi ideolojinin sanayileşme ve insanların yerel topluluklarından uzaklaşmasına bir tepki olarak ortaya çıktığını iddia etmiştir. Sanayileşme büyük bir coğrafi hareketliliği gerektirmekteydi ve çok sayıda insan aynı ekonomik-siyasi sistemin katılımcıları haline geldiler. Akrabalık ideolojisi, feodalizm ve din artık insanları etkin bir biçimde örgütleyemiyordu. Sanayileşme aynı zamanda becerilerin standartlaştırılması ihtiyacını getiriyordu bu “kültürel homojenleşme“ olarak ta açıklanabilecek bir süreçti. Bu homojenleştirici süreçte kitlesel eğitimde önemli bir işlev görür. Ülkenin dört bir yanında milli bilinci geliştirerek, “köylüleri birer Fransıza“ dönüştürür. Milliyetçiliğin bir karakteri olan bu kentli - köylü dayanışması Gellner’in de belirtmiş olduğu gibi siyasi bir yenilik idi. Milliyetçilik çağından evvel, yönetici sınıflar genellikle kozmopolit bir yapıya sahiptiler. Anderson, 11.yüzyılın ortalarından Birinci Dünya Savaşına dek hiçbir ’İngiliz’ hanedanlığının İngiltere’yi yönetmediğini yazar. Dahası aristokrasinin köylüler ile aynı kültüre sahip olduğu fikri de milliyetçilikten önce, aristokratlar için tiksindirici, köylüler içinse akıl almaz görünmüş olmalıdır. Milliyetçilik zengin ile fakir, mülksüz ile kapitalist arasındaki dayanışmayı vurgular. Milliyetçi ideolojiye göre, siyasi dışlama ve dâhil etmenin tek ilkesi ulusun sınırlarını takip eder. Bu tarihsel bağlamda, sosyal sistemlere devasa bir düzlemde katılan bireyler arasında sadakat ve uyum yaratabilecek yeni bir ideolojiye ihtiyaç duyulur. Milliyetçilik bu ihtiyaçları giderebiliyordu, ortak siyasi bir kültüre dayalı hayali bir topluluğun mevcudiyetini varsayıyordu ve bunu, insanların sadakat ve bağlılığının, akraba gruplarının ya da köylerinin üyelerindense, devlet ve yasal sistemle yönetilmeleri gereken, devlet sisteminin içine yerleştiriyordu. Bu yolla milliyetçi ideoloji devlet için işlevseldir. Milliyetçilik hangi ihtiyacın bir ürünü olarak kitlelerde karşılık buldu? Sorusuna verilecek yanıt şu olabilir: “<em>Milliyetçilik yaşam alanlarının bölündüğü ve insanların kökenlerinden koptuğu bir zamanda güvenlik ve gözle görülür bir istikrar vaat eder. Milliyetçi ideolojinin önemli bir amacı geçmişe yönelik bir bütünlük ve süreklilik duygusunu yeniden yaratmaktır; bu uzaklaşmanın sınırlarını aşmak ya da modernliğin getirdiği birey ile toplum arasındaki boşluğu kapatmak“</em>. Baskın milliyetçi söylemlerden biride, bir ulusun üyelerinin büyük bir aile oluşturduğu söylemidir. Milliyetçilik, geniş tabanlı modern topluma uydurulmuş bir akrabalık ideolojisi olarak gösterilir. Devlet baba zaman zaman bu ailenin asi çocuklarını elbette cezalandırmaktan geri durmayacaktır. Bu büyük aile topluluğu, tehditlerle ve düşmanlıklarla kuşatılmış bir dünyada, kökenler ve kültürel süreklilik kaygısı üzerinden hayatta kalabilmek için tüm aile üyelerinin iç farklılıkları ve sürtüşmeleri unutarak veya erteleyerek kenetlenmesi gerekiyor. Milliyetçilik kültürü, aynı zamanda insanların kendi kültürlerinden sanki değişmez bir şeymiş gibi bahsetmelerini temin edecek biçimde somutlaştırır. Richard Handler’in yerinde ifadesi ile <em>“milliyetçi söylemler sınırlandırılmış kültürel nesneler inşa etme girişimleridir”</em> Her ulusal kimlik, dış tehdit algısının topluma nüfuz etmesini sağlamanın yolunun, kitlesel eğitimden geçtiğini iyi bilir. “<em>Birçok milliyetçi mite göre, ulus düşmanlarıyla savaşması gereken bir ayinsel geçitten doğar veya ortaya çıkar, başkası ya da düşmanda oradadır. Bu mit, güç kullanımı için bir nedenselleştirme olarak ta hizmet eder“</em>. Ölüm de milliyetçi sembolizmde önemli bir yer tutar. Savaşta ölen bireyler uluslarını savunurken ölen şehitler olarak betimlenirler. Ulus kişinin uğrunda ölmeye hazır olduğu bir topluluk olması, ulusun, bir kutsal topluluk olarak betimlenme gücüne, sıra dışı erkini işaret eder. Anderson’un, ulus-devletin ahlaki bütünlüğünün soyut karakterini sembolize eden <em>“meçhul asker anıtı“</em> örneği çarpıcı bir betimlemedir. Genellikle bu mezarlar boş bırakılır çünkü bu mezarlar ulusun evrensel, soyut karakterini temsil eder. <em>“Bu mezarlar tanımlanabilir fani kalıntılar ya da ölümsüz ruhlar ile doldurulmasalar bile, hayali ulusal düşler ile doyurulurlar“. </em>Ulusal kurtuluş mücadelesini, devlet iktidarı aracılığıyla bir toplumsal kurtuluş mücadelesine dönüştürme hayali, devletin sürekli kazandığı bir kâbusa dönüşmüştür. Bir ulusun kaderini tayin etme hakkı, ulusun mülksüz sınıfları üzerindeki devlet ve sermaye erkinin sınırsız kullanım hakkına sahip olmasıyla sonuçlanmıştır. Sömürgeci güçlerin sömürge toplumları üzerinde yarattığı tahribatlar, devlet makinesinin yabancılaştırıcı gücünün ezilenlerin eline geçmesiyle, tahakkümün bütün tortullarını yeniden ürettikleri ayrıca mutlaklaştırılan nefretleriyle, alt-faşizmleri besleyen kültürel, dinsel, etnik köken ve yabancı düşmanlığı ile güçlendirdikleri tarihsel deneyimlerle sabittir.<br /><br /><br /><strong>Hayali Bile Sömürgeleştirilmiş, Efendisinin Taklitçisi Türev Uluslar</strong><br /><br /><em><b>“Hükmedilenlerin akılsallığı daima, hükmedenlerin silahıdır”</b></em> [Zygmunt Baumann]<br /><br />Lenin’in, kapitalizmin kaçınılmaz bir aşaması olarak sömürgeciliği göstermesi, dünya çapında radikal siyasetin merkezine yıllarca sömürgeciliğin oturtulmasında çok önemli bir rol oynamıştır. 1945 – 1970 yılları arası sömürge topraklarda baş gösteren anti-emperyalist mücadele pratikleri, emperyalist hegemonyayı zayıflatma stratejisi olarak bağımsızlık ve sömürgecilikten kurtulma yanlısı hareketlerin ulusal devletini kurma amacını meşrulaştıran dayanaklar yaratmaktaydı. Anti sömürgeci mücadeleler kendi tarihsel anlamını, ideolojik argümanlarını Leninist teoriden devşirmekteydi. Ancak ana-akım Marksizm bir yandan baskı ve sömürüden ötürü sömürgeciliği kınarken bir yandan da ulusları “ölümün pençesinde yeşerten” ilerlemeci bir rolü olduğunu kabullenerek Marks’ın aydınlanmacı ruhuna sadık kalmaya çalışmaktaydı. Üçüncü dünya Marksistleri de yıllarca bu ideolojik kararsızlığı paylaştılar. Her modern ulus, bir anlamda sömürgeleştirmenin bir ürünüdür, aşağı yukarı daima ya sömürgeci ya sömürge, bazen de ikisi birden etkili olmuştur. Modern sömürgecilik sadece baskıyı katlanılmaz kılan bir rejim olarak kalmayıp kendisine yönelik öfkeden beslenen kimliğe sarılma arzularını teşvik eden ulusal ideolojiyi de beraberinde getirdi. Yani kolonyal rejimler etnik ve kültürel kimlikleri hem sakatlamış hem de yaratmıştır. Sömürgeci hâkim öznenin sömürgelerdeki varlığını meşrulaştırmak ve kendini tarihin ulaşılması gereken ideal öznesi olarak konumlandırması için; geri, barbar ve medenileştirilmesi gereken bir ilkel “öteki”ye ihtiyacı vardı. Bu “öteki” kuşkusuz sömürgelerdeki yerli halklar olacaktı. Batı ulusalcılığı önemli oranda, Asyalı ve Afrikalı renkli tebaayı batılı beyaz efendinin tersi, zıddı ve korku kaynağı olarak kodlayan oryantalist fantezilerle belirlenmiş bir cemaattir. “Kolonyalizmin en çarpıcı çelişkilerinden biri, hem kendi “ötekileri”ni “medenileştirmeye” hem de onları kalıcı bir “ötekilik” konumuna mıhlayıp sabitleştirmeye ihtiyaç duymasıdır”. Anti-sömürgeciliğin peygamberi olarak görülen Frantz Fanon, kolonileştirilmiş halkları yalnızca emekleri başkaları tarafından temellük edilen insanlar olarak değil, <em>“kendi yerel kültürel özgünlüklerinin katledilmesi ve gömülmesiyle ruhlarında bir aşağılık kompleksi yaratılmış olan insanlar”</em> olarak tanımlar. Fanon’a göre, kolonileştirilmiş özne, arzulanması öğretilen beyazlığa asla erişemeyeceğini ya da değersizleştirmeyi öğrendiği siyahlıktan asla kurtulamayacağını anladığında psişik travma ortaya çıkar. Sonuç itibariyle algılanan veya kurulmuş ırk farklılıkları, kolonyalist veya ırkçı rejimler ve ideolojiler tarafından derin eşitsizliklere dönüştürülmüştü. Bu durumda özgürlük, sömürgeciliğin küçük düşürdüğü ve kepaze ettiği kültürel kimliklerin keşfine bağlıydı. Ulus fikri, çok kapsamlı bir çeşitlilik sergileyen bağlamlarda, anti-kolonyal direnişlere ve rejimlere motivasyon ve mobilizasyon açısından güçlü bir araç oldu. Anti-kolonyal özgürlük mücadelesi, “ortak bir tarihe ve atalara sahip bir halkın ortaklaşa barındırdığı bir tür kolektif “hakiki benlik” arayışı” olarak vücut ve anlam buldu. Fanon’un sözcükleriyle,<em> “varlığı hem kendi nezdimizde hem de başkalarının nezdinde itibarımızı iade eden bir “görkemli çağ” </em>arayışı olarak tanımlanmıştı.<br /><br />Post-kolonyal çalışmalar, ulusu, hâkim bir öznenin özerk oluşumu olarak gören yaklaşımlara radikal eleştiriler yönelttiler. Partha Chatterjee’nin, Anderson’un hayali cemaatlerine yaptığı eleştirinin dayanak noktası, hayalin bizzat kendisinin sömürgeleştirilmiş olduğuydu. Chatterjee’nin milliyetçi tarih okumalarını sarsan temel sorusu şuydu: <em>“Eğer dünyanın geri kalan bölgelerindeki milliyetçilikler kendi tahayyül edilmiş cemaatlerini Avrupa ve Kuzey ve Güney Amerika tarafından onlara sunulmuş milliyetçilik modelleri arasından seçmek zorundaysa, geriye tahayyül edecek neleri kalmaktadır?”</em>. Chatterjee’ye göre Üçüncü Dünya olarak tanımlanan coğrafyadaki ulusal tarihler taklidin tarihiydi aynı zamanda prototipten farklı olanın idealleştirilmesin tarihiydi de. Asya ve Afrika’da sömürgecilik sonrası inşa edilen uluslar, dolaylı olarak hâkim olanın taklit edilmesi yoluyla öteki tarafından belirlenmiş cemaatlerdi. Yani sömürgecilik sonrası uluslar, şizoid bir süreç içinde oluşmuşlardı. Kendilerini dışlayan prototipleri benimsemişler ve sömürgecilik tarafından ezilmelerinin temeli üzerinde oluşan değerleri ve mekanizmaları içselleştirmişlerdi. Yani kendi kaderlerini tayin, öteki tarafından belirlenmelerini içeriyordu. Partha Chatterjee’nin, sömürgelerdeki ulusalcığın, sömürenin aynı kültürel formülasyonlarını taklit eden “türev” bir söylem olduğuna dair tespiti, devrimci ulusalcılığın ikilemlerinin anlaşılması açısından hayati öneme haizdir. Arif Dirlik’e göre de <em>“sömürgeciliğe karşı mücadele etmeye mecbur olan ulusalcılık, aynı zamanda hem tarihsel açıdan hem de sömürgecilik sonrası döneme taşıdığı ideolojik bagaj açısından sömürgeciliğin bir ürünüdür”. </em>Ulus inşa sürecinde gösterdikleri çabalarda nerdeyse baştan beri sömürgecilerin uygulamalarını bire bir taklit etmekle itham ediliyor olmaları, sömürgecilik karşıtı devrimci ulusalcığın trajedisidir. Bu bir trajedidir, çünkü radikal ulusalcı bilinç bir kez ortaya çıkıp da sömürgeci yönetimi bu sıfatla teşhis edince, kurtuluşu gerçekleştirmek için bir ulus yaratmaktan başka tercihi kalmaz ki bu da aynı sürecin doğal bir devamıydı. Ulus-devlet modelini küresel ölçekte evrenselleştirenin bizzat Avrupa sömürgeciliği olduğu hususunda çok az şüphe mevcuttur. Anti-sömürgeci milliyetçilik, toplumsal meşruiyetini sömürgecilerin tahakkümü ve hegemonyasından kurtuluş söylemine borçluyken, diğer taraftan Avrupa’daki ulus-devletlerin oluşumunu tayin eden idari merkezileştirme ve kültürel homojenleştirme hususunda aynı uygulamaları tercih etmesi Avrupalı olmayan toplumlardaki ulusalcığın temel ironisidir.<br /><br />Sömürgecilik sonrası devlet eliyle ulus inşa etme süreçleri batı-dışı toplumlarda bedeli ağır siyasal ve ekonomik sonuçlar doğurdu. İktisadi açıdan yürütülen kalkınma politikaları küresel kapitalizmin öngördüğü doğrultuda gelişerek dışa olan bağımlılığı daha da arttırdı ve ülke içinde gittikçe patlama noktasına varan bir sefaletin temel sebebine dönüştü. Borçlanma, tarımsal üretimin ve hayvancılığın piyasa kurallarına teslim olup yok olması, kitlesel göçlerle başlayan yersiz-yurtsuzlaşma görünen baskın semptomlardır. Ayrıca kendisini, Batı toplumlarının gelişim düzeyini yansıtan modern aynada görme çabası, yerel entelektüellerin kültürüne ve geçmişine bakışını körleştirdi hatta sömürgeleştirdi. Modern ile geleneksel kültür arasında sarkaç misali sallanan, batı toplumları karşısında kendisini sürekli yetersiz, ezik ve hor gören, Daryush Shayegan’ın tabiriyle bir “yaralı bilinç” yarattı. Özgürleşmek adına taktığımız efendinin maskeleri yavaş yavaş gerçek yüzümüz olmaya başladı. Modernleşme sürecindeki kültürel ve coğrafik farkların yok sayılıp, toplumdaki her şeye modern tasnifler olan ilericilik-gericilik gözlükleriyle bakmak siyasal ve kültürel çatışmaların eksenini belirledi. Modern toplumsal projeyi taşıyacak kurumların yokluğu, toplumsal dayanışmayı sağlayan dinin ve yerel aidiyetlerin baskın olması durumundan vazife çıkaran siyasal elitlerin veya militarist kadroların toplumu tepeden inme yöntemlerle modernleştirmeye soyunmalarının önünü açtı. Bu da sonu gelmeyen otoriter siyasal rejimlerin, insan hakları ihlallerinin, hak kısıtlamalarının, her türlü ayrımcılığın ve belli kimlikleri ötekileştirerek dışlamanın meşru yolunu açtı. Gecikmiş olmanın telaşı ve hıncı, modern projeye ayak direten kimlik ve öznelerden çıkarıldı. Yekpare bir Batı kimliğinin karşısına konumlandırılan milliyetçi kimlik, “içerideki” baskı ve eşitsizliklerin üstünü örten ideolojik bayrak oldu.<br /><br />Günümüz dünyasında belli coğrafik sahalara sıkıştırılmış kimlikler üzerinden mücadele etmek, emperyalizmin vakti zamanında sınırlarını çizdiği statü ve kimlikleri tersinden onaylamaktır. Bu bağlamda ‘üçüncü dünya’ milliyetçiliği, sömürgeci bakışın tersine çevrildiği otantik bir oryantalizmdir. Kimlik siyasetinin anlam dünyasına hapsolmak veya umutsuz bir otantik kimlik arayışına girmek, mevcut statülerin yeniden üretilmesini sağlamaktan öte bir sonuç vermeyecektir. Küresel sermaye akışının ve kitlesel göçlerin bütün sınırları gözenekli kıldığı günümüz dünyasında, Üçüncü Dünya’nın içinde bir Birinci Dünya, Birinci Dünya’nın içinde de bir Üçüncü Dünya barınmaktadır. İçinde bulunduğumuz durum Andrei Codrescu’nun tabiriyle “dışarının kaybolması”dır. Kozmopolit bir dünyanın kıyılarında “köksüzlüğe kök salmış” göçmenler olarak gidecek bir evimiz kalmadığı gibi, aslına rücu etmekte artık mümkün değildir. Küresel kapitalizmin büyük ve çoğul dünyasında “herkes” göçebeler haline gelmektedir. Bir “sınır durumu”nda yaşamaya mahkûmuz. Yıllarca direnişin, yalnızca ezenin dilini yansıttığı ve ters çevirdiği mantık parçalanıyor, bozuluyor, sorgulanıyor. Bunun sonuçlarından biride homojen ve aşkın bir “öteki” anlayışının parçalanmasıdır. Sabit bir yer şeması ve güven verici kimlik düşüncesi çatırdamaktadır. Artık otantik bir milliyetçilik ile homojenleştirici bir modernite arasında seçim yapmak iyiden iyiye zorlaşacaktır. Yani hem modern “hâkim anlatılar” düzeninin hem de bu anlatıların tersine çevrilmiş madun direniş imgelerinin de ötesine geçmeliyiz. Tek-merkezci ve etnik-merkezci siyasal ve kültürel inşaların reddedilmesi, kaçınılmaz bir biçimde, bu yönelimleri normlaştıran açık bir merkezin de ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır. Fakat aynı zamanda bu “saf” ya da “otantik” bir durumdaki aslına rücu eden yerliyi de imkânsızlaştırmaktadır.<br /><br /><strong>Yararlanılan Kaynaklar:<br />▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬<br /><br />1) Milletler ve Milliyetçilik – E.J.Hobsbawm - Ayrıntı Yayınları<br />2) Devletin Yeniden Üretimi – Jacgueline Stevens - Ayrıntı Yayınları<br />3) Milliyetçilik ve “Ulusal Sorun” – Murray Bookchin Toplumsal Ekoloji, Sayı:2<br />4) Kolonyalizm Postkolonyalizm – Ania Loomba – Ayrıntı Yayınları<br />5) Hayali Cemaatler - Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması – Benedict Anderson – Metis Yayınları<br />6) Irk Ulus Sınıf - Belirsiz Kimlikler – Balibar ve Wallerstein – Metis Yayınları<br />7) Dünyayı Değiştirmek İsteyenler, Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler? – Antonıs Lıakos – İletişim Yayınları<br />8) Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası – Partha Chatterje – iletişim Yayınları<br />9) Geçmişi Kullanma Kılavuzu – Enzo Traverso – Versus Yayınları<br />10) Etnisite ve Milliyetçilik, Antropolojik Bir Bakış – Thomas Hylland Erikson – Avesta Yayınları<br />11) Uluslar ve Ulusçuluk – Ernest Gellner – Hil Yayınları<br />12) Ulus ve Parçaları: Kolonyal ve Post-Kolonyal Tarihler – Partha Chatterjee –İletişim Yayınları<br />13) Göç, Kültür, Kimlik – Lain Chambers - Ayrıntı Yayınları</strong></div>Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-68031620040570788102010-09-02T13:04:00.000-07:002011-06-30T16:16:53.812-07:00İSTİSNA HALİ<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTiWdieSd1kWw29VjW7TgHq0mme75X9N7GKisB2au0Ift2awtiYqk-c-eKjiaLTm5ILAyv9x_OPou5lbe8_1o8hP-xjkW038ctEF4Ztc_yUQEiy0u3ejKHaKeSPHGqj8edL357BA2xltbR/s1600/975-6056-05-3.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 297px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTiWdieSd1kWw29VjW7TgHq0mme75X9N7GKisB2au0Ift2awtiYqk-c-eKjiaLTm5ILAyv9x_OPou5lbe8_1o8hP-xjkW038ctEF4Ztc_yUQEiy0u3ejKHaKeSPHGqj8edL357BA2xltbR/s320/975-6056-05-3.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5512411133318353730" /></a><br /><strong>Qijika Reş Dergisi / Sayı:1</strong><br /><br /><em>“Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘istisna durumunun’ gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır.</em> [Walter Benjamin]<br /><br />Özgün düşünür yahut entelektüel kıtlığı çeken günümüz radikal siyaset dünyasında, Verona Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Giorgio Agamben’in, özgün tezleriyle en dikkat çeken filozoflardan biri olduğunu söylemek mümkün. Son yıllarda akademisyenlerin, entelektüellerin, doktora öğrencilerinin belki de kuramlarından en çok yaralandıkları, en çok alıntı yaptıkları birkaç düşünürden biri olduğunu söylersek abartmış olmayız. Türkçe yayınlanmış diğer eserleri: Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (Ayrıntı Yayınları), Auschwitz'den Artakalanlar: Tanık ve Arşiv (Dipnot yayınları), Olağan Üstü Hal (Varlık Yayınları), Nesir Fikri (Metis Yayınları), Açıklık - İnsan ve Hayvan ¬ (Yapı Kredi Yayınları), Çocukluk ve Tarih (Kanat Yayınları) kitaplarını sayabiliriz. İstisna Hali kitabını Bush’un emriyle Irak’ın işgal edilmesinden sonra yazar. Bu işgalden yola çıkarak, Batı siyasal pratiğinde demokrasi ile totalitarizm arasındaki ince çizginin Antik Yunan’dan Roma İmparatorluğu’na oradan da Nazizme ve günümüze değin uzanan, tarihsel gelişiminin izlerini sürer. Agamben’e göre istisna hali kavramı, siyasal belirsizlik veya nedeni ne olursa olsun bir kriz durumunda, siyasal düzenin devamının sağlanması adına hukukun kendini askıya almasıdır. Burada Agamben için önemli olan, istisna halini tanımlayan ve uygulayan gücün meşruiyetini nereden aldığı meselesidir. Bu anlamıyla, zorunluluk, hukuki veya siyasal boşluk, kriz ve belirsizlik kavramlarını masaya yatırarak bu kavramların istisna hali ile ilişkisini, bu ilişkinin Batı siyasal tarihinde geçirdiği değişimi araştırır. Araştırması sırasında özellikle üzerinde durduğu kuramcılar, hukuk ve şiddetin kaynağı ve uygulanması anlamında iki farklı çizginin temsilcisi olarak Carl Schmitt ve Walter Benjamin’dir. Agamben’in temel derdi, istisna halinin, yani krizle veya belirsizlikle kesintiye uğrayan toplumsal işleyişin devamını sağlamaya yönelik yasasızlık veya boşluk halinin, günümüzde artık sürekli bir hal almış, yani yasasızlığın veya boşluğun artık normal bir durum haline gelmiş olmasıdır. İstisna halini tanımlayan bir nitelik olarak yasasızlığın-hukuk dışılığın bir yasaya ve hukuka dönüşmüş olmasıdır. Devlet düzleminde tam uygulanmasa da hukuk tarafından verilen haklar var. Modern dünyada bireyler olarak bizlerin de hukuksal statüleri var. Ama herhangi bir olağanüstü halde ( iç savaş, halk ayaklanması veya ikiz kulelere saldırılması vb.) egemen olan hukuku askıya alabiliyor. Yani dilediğini ben senin tipinden şüphelendim, gözaltındasın diyebiliyor. Kriz hallerinde İstisna hali egemen olmaya başlıyor. Bu durumda Carl Schmitt’in artık klişe haline gelmiş “Egemen, istisna haline karar veren kişidir” tanımlaması yerli yerine oturmaya başlıyor.<br /><br />İtalyan filozof Giorgio Agamben, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanmakta olan sürecin istisna halinin süreklileşmesi olduğunu söyler. O zamandan bu yana Batı demokrasilerinde parlamentonun gücü açık bir şekilde erozyona uğramış ve parlamentolar yürütmenin çıkardığı kanun hükmünde kararnamelerin onaylandığı yerler haline gelmiştir. Dolayısıyla da cumhuriyet artık Agamben’in söylediği gibi “parlamentoya değil, yürütme erkine dayalıdır.” Küresel iç savaş olarak tanımlanan durumun, istisna halinin çağdaş siyasette egemen yönetim paradigmasına dönüşme eğilimi her geçen gün artmaktadır. Agamben’e göre “Modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla, yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak ta tanımlanabilir”. ABD Başkanı Bush’un 13 Kasım 2001 tarihli askeri buyruğuyla başlayan uluslar arası tüm hukuk kurallarının rafa kaldırıldığı askeri işgaller ve tutuklamalar, demokrasi düşmanlarını! (bu ABD Düşmanları oluyor) dize getirme adına istisna halinin küresel bir siyasal rejime dönüştüğünün somut göstergeleridir. “Başkan Bush’un “buyruk”unun yeniliği, bir bireyin bütün hukuki statüsünü radikal olarak ortadan kaldırması, böylece hukuki açıdan adlandırılması ve sınıflandırılması olanaksız bir varlığı ortaya çıkarmasıdır. Afganistan’da yakalanan Talibanlar, Cenevre Konvansiyonu uyarınca savaş tutuklusu statüsünden yararlanmamakla kalmazlar, Amerikan yasalarına göre herhangi bir suçtan sanık kişinin statüsünden bile yararlanamazlar”. Başkan Bush, acil durumun kural haline geldiği ve barış ile savaş arasındaki ayrımın olanaksız olduğu belirsiz bir durum yaratmaya çalışmaktaydı. Guantanamo üssündeki tutukluların yaşadığı vahşet, çıplak yaşamın en üst belirsizlik noktasına ulaşır. İstisna kural haline geldiğinde, araç artık işleyemez ve hukuki-siyasal sistem ölümcül bir makineye dönüşür. Bu ölüm makinesi, Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak faşizm ve nasyonal sosyalizm aracılığıyla, günümüze kadar aralıksız olarak işlemeye devam etmektedir. İstisna hali bugün yeryüzünde azami yayılma noktasına ulaşmıştır. Böylece, dışarıda uluslar arası hukuku göz ardı ederek, içerde ise kalıcı bir istisna hali yaratarak, gene de hukuku uyguladığını öne süren bir şiddet rejimi hüküm sürmektedir. Agamben, İstisna halinin ayrı bir hukuk olmadığı konusunda bizi uyarır. “İstisna hali özel bir hukuk değildir (savaş hukuku gibi), hukuk düzeninin kendisinin askıya alınması olarak, hukukun eşiğini ya da sınır-kavramını belirler”. Yani istisna hali, daha çok, yasasızlık ile hukuk arasında mutlak bir belirsizlik bölgesidir.<br /><br />Agamben, belli kriz dönemlerinde hükümet veya devlet başkanlarının yetkililerinin genişletmesini sağlayan yürütmeye yasa hükmünde kararnameler çıkarma yetkisi veren “tam yetki” durumunun istisna haliyle örtüşmediğini ısrarla vurgular. İstisna halini "diktatörlük modelinde olduğu gibi bir tam yetki hali, bir hukuki doluluk hali olarak değil, bir boşluk hali, hukuki boşluk ve hukukun durdurulması olarak" düşünmektir. Metnin merkezine gelip yerleşen bu hukuki boşluk tanımı, kaynağı ne olursa olsun dış savaş, halk ayaklanması, iç savaş, ya da 'hükümdarın ölümü' yasal düzendeki çalkantı halini, verili bir iktidar referansından çözündürerek farklı güçler tarafından aynı anda talep edilen, gerçek anlamda kararsız bir mücadelenin uzamı olarak ortaya koyar. Düzeni sürdürmek saikiyle hareket eden kurulu iktidar kadar, karşı hareketlerin ve direnişin vektörü olan 'kurucu erk'deki konumunu ve şiddetini kestirmek güçtür. Yazarın 'hukukun sıfır derecesi' tabir ettiği bu yasasız uzam üzerinde hak iddia edebilir. İstisna halini, sınırsız bir iktidarın yasanın yerine geçtiği an değil, hükmünü yitirmiş bir hukuk düzeninden arda kalan boşlukta siyasi alanın kendini var edişi olarak okumakta ısrarlıdır Agamben. “İstisna hali daha çok bir boşluk hali, hukuki bir boşluk hali oluşturur ve gücün başlangıçtaki ayrımlaşmamışlığı ve bütünlüğü fikri, doğa durumu fikrine benzer şekilde, hukuki bir mit olarak görülmelidir. Her durumda “tam yetki” terimi, istisna hali arasında yürütme erkinin olası eylem biçimlerinden birini tanımlar, ama istisna haliyle örtüşmez.” Tam yetkinin geçici ve denetlenebilir bir kullanımı kuramsal olarak demokratik anayasalarla bağdaşsa da, bu kurumun sistematik ve düzenli kullanımı zorunlu olarak demokrasinin tasfiyesine yol açar. Modern anayasal sistemlerin neredeyse diktatörlüğe özgü yasal önlemleri, ister askeri yasa, ister kuşatma hali, ister anayasal acil durum yetkileri söz konusu olsun, yetkilerin tek elde toplanması üzerinde etkili denetimler gerçekleştiremezler. Dolaysıyla, bütün bu kurumlar, uygun koşulların belirmesi halinde, totaliter sistemlere dönüşme riskini taşırlar. Ancak Agamben, modern istisna halini, diktatörlükle karıştıran veya kimi parlamenter faşist rejimleri bir diktatörlük hali olarak gören siyasal yaklaşımlara da şiddetle karşı çıkar. “Modern kamu hukukunda, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasilerin krizinden doğmuş totaliter devletleri diktatörlükler olarak tanımlama alışkanlığı yaygınlık kazanmıştır. Bu yüzden, gerek Hitler’le Mussoloni, gerek Franco’yla Stalin, ayrım gözetilmeksizin, diktatör olarak sunulurlar. Ama teknik açıdan, ne Mussoloni, ne Hitler diktatör olarak tanımlanabilinir. Mussoloni, hükümet başkanıydı ve bu göreve yasal olarak kral tarafından getirilmişti, keza Hitler Reich şansölyesiydi ve Reich’in meşru cumhurbaşkanı tarafından bu göreve atanmıştı. Hem faşist rejime, hem nazi rejimine karakterist özelliğini veren şey, bilindiği gibi şudur: Bu rejimler, yürürlükteki anayasaların (ilkinde Alberto yasası, ikincisinde Reich anayasası) varlığını sürdürmesine izin vermişler, yasal anayasanın yanına, keskin bir kavrayışla “ikili devlet” olarak tanımlanmış bir paradigma uyarınca, ikinci bir yapı yerleştirmişlerdir, çoğunlukla hukuki açıdan resmi yapıya kavuşturulmamış olan bu ikinci yapı, istisna hali sayesinde ötekiyle yan yana var olabilmiştir. Bu tür rejimleri hukuki açıdan betimlemek için “diktatörlük” terimi kesinlikle uygun değildir, kaldı ki bugün egemen olan yönetim paradigmalarının analizi için katı demokrasi / diktatörlük karşıtlığı da yanıltıcıdır”<br /><br />Agamben, Yas ile Yasasızlık arasında tarih boyunca süregelen bir ilişki olduğuna dikkatimizi çeker. Özellikle imparatorluklar çağında “yaşayan yasa” olarak görülen imparatorun ölümünün yarattığı “kamusal yas” atmosferi, yeni imparator tahta geçinceye dek yasasızlığın hüküm sürdüğü bir dönem olarak yaşanır. Bu kargaşa ortamından yararlanmak isteyen belli güçler, iktidarı ele geçirme veya bazı mülkleri gasp etme savaşına girişerek “yaşayan yasa”nın ölümüyle doğan yasasızlığı bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışırlar. Tam tersine bir durum olarak iktidara yakın duran siyasal güçlerin, bu durumu iktidara yöneltilmiş bir tehdit olarak görüp, “yasasızlığın” verdiği cesaretle halka karşı her türlü baskıyı arttırma ve kitlesel kıyımlara kalkışma gerekçesine dönüşen “olağan üstü hal” yaptırımları şeklinde de yaşanabilinir. “Ne zaman aşırı güvensiz ortamı örten meşrulaştırmalar yıkılsa ya da tehdit edilse, sürekli yasasızlığın tedhiş olasılığı gündeme gelir… Acı ve yönünü yitirmişlik duyguları ve bunların bireysel ve toplu ifadeleri, kendine özgü bir kültürle ya da kültürel modelle sınırlı değildir. Bunlar, insanlığın sınır durumlarında ifadesini bulan içsel özelliklerdir”. İktidarı zora sokan veya meşruluk kaynağının altını oyan cenaze törenlerinde “ulusal yasa” eşlik eden bir tür seferberliğin ruhu varlığını hissettirir. Siyasal İktidar, bu cenaze törenlerini ulusal bir felaket ya da herkesin bir parçasını oluşturduğu bir toplumsal drama dönüştürme gayreti içine girer. Ülke çapında bir seferberlik veya teyakkuz duygusunu hâkim kılmanın en uygun koşulları olarak değerlendirilir. Yaşadığımız topraklarda bize fazlasıyla tanıdık gelen bir manzara olduğu hepimizce aşikâr. Kemalist cumhuriyet rejiminin, Kürt halkına karşı yürüttüğü gayrimeşru savaş süresince bu stratejiye sürekli başvurduğunu söyleyebiliriz.<br />Asker cenazelerinin arttığı dönemlerde bu cenaze törenlerini kamusal bir yasa dönüştürmek, iktidarın yoğun tehdit altında olduğu duygusunu yaygınlaştırıp sokaktaki milliyetçi güruhları mobilize etmek, Kürtlerin yaşadığı bölgede “teröre karşı mücadele”yi yoğunlaştırmak gerekliliğini sürekli vurgulamak gibi çabaların tümü bölgede “olağanüstü hal” rejimini tesis etmeye çalışmanın gerekli parçalarını oluşturmaktadır. “Olağanüstü hal” statüsünün bölgede her türlü yasasızlığın (faili meçhul cinayetler, yakılan ve boşaltılan köyler, asit kuyuları, gözaltındaki tecavüz ve işkenceler) hüküm sürdüğü bir istisna halini yaratmak olduğunu bölgede yaşayan insanlar yeterince deneyimledi. Milliyetçi parti ve hareketlerin can simidi olan iç savaş, iktidarın krize girdiği anlarda da iktidara sürekli “Olağanüstü hal” politikalarının gerekliliğini hatırlatmak şeklinde bir muhalefet yürütmek bu hareketlerin politik olarak varolma kaynağına dönüşmüş durumda. “Olağanüstü hal”, bu ülkede Kürdün azıttığı zamanlarda iktidarın yatağı altından çıkardığı sopanın adıdır artık. O sopanın yerine konulduğu bir dönemin olup olmadığı da aslında tartışma konusudur. Halka ergen olmayan çocuk muamelesi yapmayı temel kuruluş misyonu olarak gören Kemalist iktidar, çocuğun birazcık olgunlaştığını hissettirdiği veya kendi adına konuşmaya çalıştığı her dönemde askeri darbelerle, sıkıyönetim politikalarıyla kesintisiz bir “Olağanüstü hal” rejimine dönüşerek bugüne dek varlığını sürdüre gelmiştir. Yas, yasasızlığın bahanesi haline geldiğinde, iktidar, savaş ve ölüm kusan sarhoşluğundan yeni istisna halleri yaratır.<br /><br />Kitaba dönecek olursak, Schmitt'le yürütülen ve bir anlamda metnin iskeletini oluşturan tartışma ise, kuramsal öneminin ötesinde, toplumun faşizm tehdidine açık hale geldiği günümüz 'küresel olağanüstü hali' karşısında bir strateji arayışıdır. Hukukun yasasız şiddetle olan gizil ama zorunlu bağının açığa çıktığı istisna hali, egemenin, hukuku şiddetten arındıracağı yanılsamasının da kırılmaya uğradığı andır aynı zamanda. Egemen gücün büyüsünün bozulduğu bu an, çıplak şiddetin tırmanışının habercisi olabileceği gibi siyasi uzamın yeniden kuruluşunu da müjdeleyebilir. "Ama makinayı durdurmaya çalışmak, merkezi kurmacasını gözler önüne sermek olanaklı ise, bunun nedeni, şiddet ile hukuk arasında, yaşam ile norm arasında tözsel herhangi bir eklemlenme olmamasıdır. Bunları her ne pahasına olursa olsun ilişki içinde tutmaya çalışan hareketin yanında, hukukta ve yaşamda tersi yönde hareket ederek, her defasında, yapay olarak ve şiddet yoluyla birleştirilmiş olanı çözmeye çalışan bir karşı hareket vardır. (...) kuran ve yerleştiren bir güç ile etkinliğe son veren ve alaşağı eden bir güç. İstisna hali içinde yaşamak, bu iki olanağı da yaşamak; gene de, her defasında iki gücü ayırarak, Batı'yı küresel iç savaşa sürükleyen makinenin işleyişini durmaksızın kesintiye uğratmaya çalışmak anlamına gelir." Walter Benjamin’in sekizinci tarih teziyle bu minvalde paslaşan Agamben, “Benjamin, devlet iktidarının istisna hali yoluyla yasasızlığı bünyesine katma girişiminin maskesini düşürür ve bu girişimin gerçek yüzünü gösterir: Güya hukuku onu yasanın gücü şeklinde askıya alarak koruduğunu öne süren tam bir hukuk kurmacası. Bu kurmacanın yerine artık iç savaş ve devrimci şiddeti (bir başka deyişle, hukukla her türlü ilişkisini bir yana bırakmış olan insan eylemi) devreye girer”. Benjamin’inin tezi şudur: Mitsel-hukuki şiddet her zaman bir amaca göre bir araç iken, saf şiddet asla yalnızca bir amaca (haklı ya da haksız) göre bir araç değildir. Şiddet eleştirisi, şiddeti, bir araç olarak peşine düştüğü amaçlara göre değerlendirmez, şiddetin ölçütünü “araçların peşine düştüğü amaçları dikkate almaksızın, araçlar alanının kendisindeki bir ayrımda arar”<br /><br />Siyaset en iyi durumda -salt bir hukukla müzakere etme gücüne indirgenmediğinde- kendini kurucu güç (yani, hukuku kuran şiddet) olarak algılamak suretiyle hukukla kirlendiği için sürekli bir gerilemeye uğramıştır. Oysa aslında siyaset, şiddet ile hukuk arasındaki bağı kesen eylemdir yalnızca.Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-50921761736137124742010-09-02T12:51:00.000-07:002011-06-30T15:07:44.863-07:00“Tehlikeli Sınıflar”dan “Sessiz İsyankarlar”a<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVyPhgVU3NUTnmIvnEmvBOsQ5neYgJPHD78YGNiCLUzZImkkeh-N6Jfu_uk4vlFJacay5-NnCMfWBq-o2Vdn21tcCjYxaRTYwr1Dm-ziYnTdheI_4ubGsLbokvYQnZ5NVT0b5TsmHu51gJ/s1600/B1206.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 214px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVyPhgVU3NUTnmIvnEmvBOsQ5neYgJPHD78YGNiCLUzZImkkeh-N6Jfu_uk4vlFJacay5-NnCMfWBq-o2Vdn21tcCjYxaRTYwr1Dm-ziYnTdheI_4ubGsLbokvYQnZ5NVT0b5TsmHu51gJ/s320/B1206.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5512408489036558754" /></a><br /><strong>Qijika Reş Dergisi / Sayı:1</strong><br /><br />İran kökenli araştırmacı Asef Bayat’ın <strong>Ortadoğu’da Maduniyet – Toplumsal Hareketler </strong>ve Siyaset adlı kitabı Oryantalizmin Ortadoğu’ya yönelik siyasal körlüğüyle hesaplaşan bir bakışın imkânlarını sunuyor bize. Modernleşme paradigması çerçevesinde dünyayı okuyan çoğu siyaset veya sosyal bilimci tarafından, Ortadoğu toplumları, yekpare, durağan, iç dinamikleriyle gelişmeye kapalı, değişimin ancak dış müdahaleler veya yukarıdan aşağıya dikte edilen politikalar aracılığıyla gerçekleştiği, din ve milliyetçiliğin tüm toplumsal yapıyı belirlediği bir fotoğraf olarak sunulmuştur. Bu bakış açısının bir diğer sonucu da istisnai bir bölge oluşu hasebiyle bölgeye yönelik çalışmalar vasıtasıyla evrensel toplumsal kurama katkı yapılamayacağı ön kabulüdür. Buda kuramsal derdi olan karşılaştırmalı özgün saha çalışmalarının çok sınırlı kalmasına veya sınırlı sayıdaki çalışmanın da oldukça indirgeyici ve kaba genellemeler ile ele alınan çalışmalar olmasına yol açmıştır. Bayat, <em>"kolektif aktörü olmayan kolektif eylem"</em>in Ortadoğu'da toplumsal ve siyasal dönüşümün önemli bir kaynağı olduğunu iddia etmektedir. Ortadoğu'ya ilişkin Oryantalist bakış açısını kırmayı, Ortadoğu tarihini "aşağıdakiler" üzerinden yazmayı amaçlayan ve daha da önemlisi alternatif bir yaklaşım geliştirme iddiasındaki bu kitap Asef Bayat'ın daha önce farklı dergilerde yayınlanmış altı makalesinden oluşmaktadır. Madun siyasetine, Ortadoğu bölgesinin toplumsal değişimlere açık olduğuna odaklanan bu çalışma Türkçe literatürdeki eksikliği doldurmak açısından da önem taşımaktadır. Maduniyet çalışmalarının genellikle Asya ve Latin Amerika üzerinden yapıldığı düşünüldüğünde Ortadoğu'da madun siyasetine odaklanan bu kitabın önemi daha da artmaktadır. Kitap temel olarak bir "aşağıdan tarih" yazma girişimi olarak, Ortadoğu tarihinde madunların da rol oynadığını görmemizi sağlamaktadır. Yazar sadece karşılaştırmalı çalışmalardan değil, tek tek vakalardan da yararlı kavramlar ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Bu amaçla (diğer makalelerin de belkemiğini oluşturan) <em>"sessiz tecavüz"</em> ve <em>"sokak siyaseti"</em> kavramları kitaptaki en önemli kavramsal araçlardır. "Sessiz tecavüz" kolektif olmayan ve çatışmaya dayanmayan yeniden paylaşım siyasetine, "sokak siyaseti" ise sokağın fiziksel ve toplumsal ilanında şekillenen çatışmalara göndermede bulunur. Kitap, Ortadoğu'daki toplumsal hareketlerin oluşumu ve gelişimi hakkında, Türkiye'deki sosyal bilimcilerin de yaralanabileceği farklı bakış açıları ortaya koyuyor. Özellikle, <em>'sıradanın sessiz tecavüzü'</em>, Türkiye'deki gecekondu bölgelerindeki toplumsal hareketleri, kent merkezlerinde oluşan gettolaşmayı ve sokak siyasetini anlamak için önemli bir kavramsal araç olabilir.<br /><br />Küresel kapitalizmin Ortadoğu’daki neo-liberal yapılanması belli sınıf ve zümrelerin küresel bütünleşmesini sağlarken öte yandan kent merkezlerinde gittikçe yoksullaşan, dışlanan, marjinalleşmiş ve kurumsuzlaşmış bir maduniyetin gelişmesini de hızlandırmıştır. “Artık gittikçe artan sayıda işsiz, kısmen istihdam edilmiş, arızi emek gücü sahibi, geçimini sokaktan kazanan işçi, sokak çocuğu ve yer altı dünyası mensubu mevcuttur.” Bunlar günümüzde, “kent marjinalleri” veya “kent yoksulları” olarak atıfta bulunan grupları oluşturmaktadır. Kentleşmeye özgü sorunlar ( kent suçları, kent içi koşullar, işsizlik, göç, kültürel ikilik vb.) toplum bilimler cemaatince ele alınmıştır. Burada üzerinde durulan temel noktalardan biri bu kent madunlarının hangi hâkim bakış açısıyla veya kuramsal çerçeveyle ele alınacağı konusudur. Üçüncü dünyada yaşayan bu “sınıfaltı” gruplar, Soğuk Savaşın ortalarında ABD’nin siyasal çıkarlarını tehdit eden radikal gerilla gruplarının toplumsal zemini olarak görüldüğünden bu gruplara yönelik ilk çalışmalar 1960larda ABD’li toplum bilimciler tarafından yapılmıştır. Bayat’a göre, Marksist kuram kent yoksullarını ya görmezden geldi ya da onları “lümpen proletarya”, “tüm sınıfların süprüntüsü”, “toplumsal cüruf” olarak tanımlayarak sanayi proletaryasının yedek gücü olarak gören belirsiz bir siyasetin ufkuna bıraktı. Marx için lümpen proletarya bir siyasal iktisat kategorisiydi. Çalışmayan bu mülksüz insanlar, başkalarının emeğiyle yaşayan, dilenciler, hırsızlar, eşkıyalar ve suçlular gibi terk edilmiş toplumsal unsurlar olarak görülmüştür.<br />Madunlar üzerine yapılan çalışmalar genel itibariyle dört hakim paradigma çerçevesinde ele alınmıştır:<br /><br /><strong>Edilgin Yoksullar</strong><br />Oscar Lewis, Puerto Rico gibi İşlevselci paradigmayla çalışan birtakım toplum bilimciler, kent yoksullarını esasen kargaşaya yol açan nitelikte ve ümitsizlik hisleriyle dolu görse de, yoksulları hala sadece ay sonunu getirebilmek için mücadele eden siyaseten edilgin bir grup olarak değerlendirmişlerdir. “yoksulluk kültürü” kuramı bu fikirlere bilimsel bir meşruiyet kazandırdı. Yoksulluk kültürünün bileşenleri olarak; kadercilik, köksüzlük, uyumsuzluk, gelenekselcilik, suç, amaçsızlık, umutsuzluk vb. kültürel, psikolojik kategoriler “edilgin yoksul” fikrini yaygınlaştırdı. Bu yönelimdeki çalışmalar, her şeye rağmen marjinallik mitinin yoksulların toplumsal denetiminin bir aracı olduğunu ve marjinalleşmiş yoksulların kapitalist toplumsal yapının bir ürünü olduğunu göstermişlerdir.<br /><br /><strong>Hayatta Kalma Mücadelesi Veren Yoksullar</strong><br />Hayatta kalma stratejisi modeli, yoksulların güçsüz olmalarına rağmen, kaderlerinin hayatlarını belirlemesini beklemediklerini ima ederek bir adım ileri gider. Bekalarını sağlamak için kendi tarzlarında etkindiler. İşsizlik ya da fiyat artışlarına karşı koymak için sık sık hırsızlığa, dilenciliğe, fahişeliğe yada tüketim kalıplarını yeniden şekillendirmeye müracaat ederler. Kıtlık ya da savaşa karşı, göç yetkili makamlarca engellendiğinde dahi yaşadıkları yerleri terk etmeyi seçerler. Hayatta kalma stratejileri”nin söylemi, yoksulun kurban imajını güçlendiren, herhangi bir faillik atfetmeyen özelliği dolaysıyla fazlasıyla eleştirilmiştir. Farklılıklarına rağmen bu iki rakip perspektif (Hayatta kalma stratejileri ve yoksulluk kültürü) temel bir varsayıma sahiptir. Her ikisi de “ideal insan”ın iyi uyum sağlamış ve entegre olmuş “modern insan “olduğunu varsayar.<br /><br /><strong>Siyasal Yoksullar</strong>“Edilgin yoksullar” ve “yoksulluk kültürü” modellerinin eleştirildiği, kentsel madunların siyasal aktörler olarak belirdiği bir yaklaşımdır. Perlman, Castels ve Latin Amerikalı başka araştırmacılar yoksulların marjinal olmadığı, toplumla bütünleşmiş olduklarını ısrarla vurguladılar. Daha ziyade, “marjinalleştirilmiş oldukları”nı, iktisaden sömürülmüş, siyaseten baskı altına alınmış, toplumsal olarak damgalanmış ve kültürel olarak kapalı bir toplumsal sistemden dışlanmış olduklarını ileri sürdüler. Latin Amerika’daki “Kurtuluş Teolojisi”nden etkilenmiş bu kuram, cemaat dernekleri, tüketici örgütleri, aşhaneler, gece kondu destek grupları ve kilise etkinlikleri toplumsal dönüşüm ve özgürleşmek için çabalayan yoksulların örgütlü, modernitenin tiranlığına karşı alternatif yerel kent hareketleri olarak görülmüştür. Kent yoksunlarına önemli bir faillik tanıyarak şiddetli bir biçimde “yoksulluk kültürü” hem de “hayatta kalma” görüşlerinin altını oymuştur. Bununla birlikte “kentsel hareketler bakış açısı” büyük ölçüde bölgenin sosyopolitik koşullarına dayalı bir Latin Amerikan modeli olarak yetersiz görülmüştür.<br /><br /><strong>Direnen Yoksullar </strong><br />1980’lerde mikro-siyaseti ve “gündelik direniş”i popüler bir bakış açısıyla ele alan yapısalcılık sonrası post-yapısalcılık olarak ta adlandırılan arayışların ürünü bir yaklaşımdır. Foucalut’un “merkezden arındırılmış” iktidar kavramı ve Gramscici kültür siyasetinin (hegemonya) yeniden dirilmesiyle birlikte, mikro-siyaset “direniş” paradigmasına temel bir kuramsal destek sağladı. “Direniş” kavramı, iktidar ve karşı iktidarın ikili bir karşıtlı içinde bulunmadığının, birbirinden ayrılmış, karmaşık, kararsız ve sürekli bir “denetim dansı” olduğunun altını çizdi. “Nerede iktidar varsa orda direniş vardır” fikrini temel aldı. Direniş büyük ölçüde faillerinin, maruz kaldığı siyasal baskı koşulları altında, eklemlemeye muktedir olabildikleri küçük çaplı, gündelik, küçük etkinliklerden meydana gelse de. Bu direniş kavrayışı, sadece o güne dek kuramsal olmayan köylü çalışmalarına değil (James Scott), emek çalışmaları, etnisite, kadın çalışmaları, eğitim ve kentsel maduniyet çalışmalarına da nüfuz etti. Şüphesiz o vakte kadar “edilgin yoksullar”, “itaatkâr kadınlar” , “apolitik köylüler” ve “baskı altına alınmış işçiler” olarak tarif edilen öznelere faillik atfetmeye yönelik bu çaba olumlu bir gelişmeydi. Direniş paradigması, genel olarak toplumdaki iktidar ilişkilerinin karmaşıklığının, özel olarak ta maduniyet siyasetinin örtüsünü kaldırmaya yardımcı oldu. Ancak Asef Bayat, direniş çözümlemelerinin, öznelerin neredeyse her eylemini potansiyel olarak bir “direniş” olarak gören abartılı faillik yorumunu ve net bir iktidar hedefi gözetmeyen, devlete yönelik müphem ufkundan ötürü eksik bularak eleştirir.<br /><br /><strong>Sıradan Olanın “Sessiz Tecavüzü” </strong><br />Yazar Ortadoğu’daki kent madunlarının verili durumunu analiz etmede bu dört hâkim çerçeveyi de yetersiz bularak kendi araştırma bulgularına en iyi tekabül eden belirleme olarak “sıradan olanın sessiz tecavüzü” kavramını kullanır. “Sessiz Tecavüz kavramı, sıradan insanların hayatta kalabilmek ve hayatlarını iyileştirebilmek için mülk ve iktidar sahibi olanlara doğru suskun, uzun vadeli fakat yaygın ilerleyişini tarif eder. Sessiz tecavüz, kolektif talepte bulunma siyaseti ya da protesto siyaseti değildir. Daha çok bireysel ve doğrudan toplu eylemin bir karışımıdır diyebiliriz. Bu, dönemsel kolektif eylemlerle, suskun, büyük ölçüde parçalara bölünmüş ve uzun vadeli (belirli bir liderliği, ideolojisi ve yapılandırılmış bir örgütü olmayan açık ve pozisyon değiştiren mücadelelerce) seferberlikçe belirlenir”. Örnek: Kent yoksulları barınaklarını aydınlatmak için belediyenin elektrik direklerinden çalarlar, ya da hayat standartlarını yükseltmek için çocuklarının okula gitmesine engel olmazlar veya enformel sektörde ikinci bir iş yapmak için kendi iş saatlerinden çalarlar. Somut tecavüz biçimleri epey çeşitli ve yaygındır ve yazara göre “bir kere yerleşti mi, tecavüz birçok yönde yayılır”. Şimdi yazarın belli Ortadoğu kentlerine ilişkin çalışma verilerinden hareketle (İstanbul özgülünde hiçte yabancısı olmadığımız) bu eylemlere daha yakından bakalım.<br /><br />“Devrim sonrası İran, kamusal ve özel kentsel alanın, apartmanların, otellerin, kaldırımların ve kamu araçlarının, çoğu kez yoksullar tarafından benzeri görülmemiş bir biçimde bir sömürge haline getirildiğine tanık oldu. 1980 ile 1992 arasında, hükümetin muhalefetine rağmen, Tahran’ın yüzölçümü 200km kareden 600 km kareye çıktı ve büyük Tahran ve çevresinde 100’ü aşkın enformel cemaat oluştu. Kahire’nin eteklerinde milyonlarca kırsal göçmenin, kent yoksulunun ve orta sınıf yoksullarının sessizce mezarlıkları, çatıları ve kamu arazilerini ele geçirerek, 5 milyon kişiyi barındıran 100’ün üzerinde kendiliğinden cemaat yaratması oldu. Güney Beyrut’ta enformel bir cemaat olan Hayy-Assaloum’un yoksul mukimlerinin yüzde 40’ı elektrik faturalarını ödemeyi reddediyor. Mısır İskenderiye’de ödenmemiş su faturalarının maliyeti yılda 3 milyon Amerikan dolarını buluyor. Kahire, İstanbul ve Tahran’da yüz binlerce sokak satıcısı, dükkân esnafının yarattığı elverişli iş olanaklarına tecavüz ederek belli başlı ticari merkezlerde sokakları işgal etmiştir. Sokak satıcılarının etiket ve markaların telif haklarına yönelik tecavüzü çokuluslu şirketlerin kaçınılmaz tepkilerine yol açıyor. Kahire’de 600.000 ve Tahran’da 150.000 işportacı vardır. Binlerce yoksul örgütledikleri sokaklarda park eden arabalardan aldıkları bahşişlerle geçinir. Kahire’deki İzbat Khairullah, plakası bile olmayan minibüslerin yolcu taşıdığı bölgedeki binlerce benzer mahallenin bir örneğidir. Burayı bir gazete, 1980’lerdeki kuruluşundan beri hiçbir memurun henüz girmediği bir yerleşim olarak tanımlamıştır”.<br /><br /><strong>“Modernite pahalı bir keyfiyettir, herkesin durumu modern olmaya elvermez”</strong><br />Yazar kolektif olarak planlanmamış ve çoğu kez bireysel olarak gerçekleşen tepkilerin devletle mütecavizler (tecavüz edenler) arasında bir çatışma yarattığına bu çatışmanın da en açık olarak "sokak"ta yaşandığına vurgu yapmakta hatta bunu bir sınıf çatışması olarak nitelemektedir. Bayat'a göre bu harekete katılan insanların iki temel hedefi vardır. Bunlardan ilki, toplumsal malların yeniden bölüşümüdür. Bu bölüşüm, arazi, barınak, şebeke suyu ve yol gibi toplumsal tüketimin; kaldırımlar, köşe başları gibi kamusal alanların; ayrıcalıklı ticaret koşulları ve mekânları gibi fırsatların; hayatta kalmak için elzem olan unsurların kanunsuz ve doğrudan elde edilmesidir. İkinci hedef ise devletin dayattığı düzenlemeler, kurumlar ve disiplinden hem kültürel hem siyasal özerklik kazanmaktır. Bayat'ın ifadesiyle gayri resmi yaşamak ve modern resmi kurumları karıştırmadan işlerini yürütmek, söz hakkından mahrumların en temel arzusudur. Bu insanlar “mümkün olduğunca devletin ve modern bürokratik kurumların dışında hareket ederler. Böylece, modern iş yerinin disiplini altında çalışmaktansa, kendi yarattıkları işlerde çalışmayı; sorunlarını polise gitmektense enformel bir şekilde çözmeyi; belediye dairesindense, imam nikahı ile evlenmeyi, modern bankalardansa enformel kredi derneklerinden borç almayı tercih edebilirler”. Yazara göre bu insanların böyle bir yaşam tarzı seçmeleri anti-modern olmalarından kaynaklanmıyor. Varoluşları onları bu tür bir hayat tarzına zorladığı için böyledir. Zira yazara göre, “modernite pahalı bir keyfiyettir, herkesin durumu modern olmaya elvermez. Çünkü modernite, çoğu korunmasız insanın bedelini ödeyemeyeceği davranış biçimlerine ve hayat tarzlarına (zaman, mekân, sözleşme, iş disiplinine sıkı bağlılık, yetenek, eğitim) uyum yeteneğini gerektirir”. Bu yüzden bu insanlar her şeye rağmen polisle veya zabıtalarla sokakta sürekli kovalamaca, çatışma yaşayarak bu güvensiz hayatı tercih etmek zorunda kalıyorlar.<br /><br /><strong>Sokak Siyaseti</strong><br />Peki, bu kent madunlarının bölgedeki siyasal hareketlerle bağı var mı? Veya politize olma biçimleri nasıl gelişiyor? Başta siyasal anlamları olmaksızın başlayan bu hareketler daha sonraki dönemlerde siyasi nitelik kazanabilir. Aktörler, herhangi bir siyasal otoritenin ciddi engellemeleriyle karşılaşmadan gündelik ilerleyişlerini sürdürdükleri müddetçe, yaptıklarını sıradan gündelik işler olarak görürler. Ancak bu kazanımları tehdit edildiğinde, eylemlerinin getirilerinin farkına varırlar ve onları toplu hâlde ve yüksek sesle savunurlar. Bu mücadele kazanım sağlamaktan ziyade kazanılmış hakları savunmaya ve arttırmaya yöneliktir. Bazı durumlarda, mücadeleci muhalifler kazanımlarını daha örgütsel bir şekilde savunabilmek için bazı yapılar dahi oluşturabilirler. Devlet, bu grupların eylemlerinin artması ile birlikte harekete geçerken, muhalefetin toplu hâlde kendi ifade edebileceği tek mekân olan sokaklar, bu karşı karşıya gelişe ev sahipliği yapar. “Devletin meşruiyet krizi, yönetici elit içinde bölünme, toplumsal denetimin çöküşü ve kaynaklara erişim gibi etkenler toplu eylemi kolaylaştırırken, bastırma tehdidi, grup içi bölünme ve geçici itaatin yararlılığı hareketlenmeyi engeller”. Bayat, insanların yaşamlarını değiştirmeye yönelik tüm eylemlerini içeren aktivizm kavramının Ortadoğu'daki dinamizmine işaret eder. Kitlesel kent protestoları, sendikacılık, cemiyet aktivizmi, toplumsal İslamcılık, sivil toplum kuruluşları ve sessiz tecavüz olarak ifade ettiği alt tür aktivizmlerini ele alır. Bayat toplumsal İslam, "sivil toplumlaşma" ve sessiz tecavüzlerin Ortadoğu ülkelerinde insanların yaşamlarının bazı yönlerini iyileştirmeye katkısı olan en baskın aktivizm biçimleri olduğunu belirtir. Ama yine de toplumsal İslam ve sivil toplumlaşma gerçek bir dönüşümü gerçekleştirecek alt yapıya sahip değildirler; çünkü yazara göre bu aktivizm türleri yoksullardan değil orta sınıflardan beslenmektedir. Yinede Mısırda Müslüman kardeşler, Cezayir’de İslami Kurtuluş Cephesi ve Lübnan’daki Hizbullah gibi hareketlerin yoksulların sağlık, eğitim, okul, gıda, yol, su vb. ihtiyaçlarını finanse eden, yoksulların lehine politikalar geliştirerek onlarla sıkı politik bağlar geliştirdiklerini söylemek mümkün. Örneğin Mısır’daki Zekât Komiteleri’ne danışmanlık yapan Nasır Bankası 10 milyon dolarlık zekât fonu bildirmiştir. Yazara göre, “farklı sınıflarla bağı olsa da, Ortadoğu’daki İslamcılık, esasında söz hakkından mahrumların değil, marjinalleşmiş orta sınıfların hareketidir. Ayrıca orta sınıf ajitatörleri, toplumsal olarak varlıklı ve siyasal olarak marjinalleşmiş gruplar kadar, gençliği ve eğitimli işsizleri de etkinleştirme eğilimindedir. İslamcı hareketler, Latin Amerikan Özgürleşim Teolojisi’nden farlıdır. Özgürleşim Teolojisi’nin strateji amacı “yoksulun özgürleşimi” olmuştur, bu noktadan hareketle dini metinlerle yeniden yorumlanmıştır. Fakat İslamcı hareketler, daha geniş toplumsal ve siyasal amaçlara (İslami bir devlet, hukuk ve ahlak düzeni kurmak) sahiptir ve yoksullar için toplumsal adalet gibi seküler konular yalnızca en yüce hedef olan İslami düzenin kuruluşunun ardından gelir”. <br /><br /><strong>"Hareketsiz Devrim, Devrimsiz Hareket: İran ve Mısır Aktivizmlerini Karşılaştırmak"</strong>İran'daki İslam devrimi ve Mısır'daki İslami hareketin karşılaştırmalı olarak incelendiği "Hareketsiz Devrim, Devrimsiz Hareket: İran ve Mısır Aktivizmlerini Karşılaştırmak" adlı bölümde Asef Bayat, iki önemli İslami hareket olan İran ve Mısır İslami aktivizmlerini karşılaştırmalı olarak inceliyor. 'Gelişen ekonomisi, zengin orta sınıfı, baskıcı muazzam askeri gücü ve güçlü uluslararası müttefikleri olan 1970'ler İran'ında İslam devrimi oldu da benzer uluslararası müttefikleri olan ama zayıf ekonomisi, fakirleşmiş geniş orta sınıfı ve daha liberal siyasal sistemi olan 1990'lar Mısır'ında neden yalnızca İslami hareket gelişti?' sorusu ile başlayan Bayat, üç unsuru göz önünde bulunduruyor. Buna göre, iki ülkeyi farklı kılan üç ana etken: Ulemanın farklı siyasal ve toplumsal statüleri, İslam'ın eklemlenme ve uygulanma biçimlerindeki farklılıklar ve son olarak iki ülkedeki farklı siyasal denetim dereceleridir. İran’da 1925'ten Rıza Şah ile başlayan, 1953'te Musaddık'ı deviren CIA darbesi ile devam eden ve yerleşen modernleşme, dünya ekonomisi ile eklemlenme süreci ulemanın rahatsızlığına neden olmuştu; ulemanın geleneksel müttefikleri olan esnaf ve feodal sınıf zayıflamıştı. Ancak Bayat'ın analizine göre devrimden önce İslam İran'da geriden gelmekteydi. Yazara göre ulemanın rahatsızlığına rağmen kitleleri sürükleyebilecek bir ideoloji olarak İslam'dan devrim öncesinde değil, devrimden sonra söz edilebilir. Mısır'daki İslami hareket ise, devlet sosyalizminin ve popülist milliyetçi söylemin 70'lerden itibaren değişmesiyle ortaya çıkmıştı. İslami hareket (burada özellikle Müslüman Kardeşler) orta sınıflardan beslense de yoksullardan da destek almaktaydı. Mısır ve İran farklı ekonomik yapılanma süreçlerinden geçmişlerdi; bu nedenle iki ülke de ulemayı hem farklı konumlandırdı hem de İran' da Mısır' a oranla daha erken bir rahatsızlık yarattı. Mısır'da 80'lerde başlayan süreç 2000'lerde de devam etti; illegal olduğu gerekçesiyle seçime girmesi yasaklanan Müslüman Kardeşler’in desteklediği bağımsız adayların parlamentodaki sayılan arttı. “Kitlesel bir hareket olarak Müslüman Kardeşler, iş çevrelerinden alt sınıflara, yaşlı, genç, kadın, erkek çeşitli toplumsal gruplar tarafından destekleniyordu. Fakat özü, çağdaş orta sınıfa dayalıydı. Şii din adamlarının din işlerinde ayrıcalıklı yetkilere sahip oldukları İran'dan farklı olarak Mısır'da din işlerinin idaresi, sivil toplumda kitlesel bir dernek çalışmasıyla mesajlarını yayan sıradan eylemcilere yayılmıştır. Ayrıca Mısır'daki İslami reformcular başından itibaren hem yabancı hâkimiyetine karşı savaştılar hem de İslam’ı Batının ilerlemesiyle rekabet edecek şekilde yeniden biçimlendirmeye çalıştılar. Oysa benzeri girişim, İran'da modernist ulema tarafından 1960’lar gibi geç bir dönemde başladı. Mısır'da, yöneticilere karşı muhalefet bayrağını kaldıranlar, ulema değil, sıradan İslami eylemciler oldu. Dinsel sembollerin sekülerleşmesi Mısır İslam’ının bir niteliğiyken, tam aksine İran'da din ve sembolleri, İslam’ın kutsal ve esoterik niteliğinin altını çizerek yüce bir konuma oturdu. İran deneyimi, Gramsci’nin “cepheden saldırı” ya da isyan halini akla getirirken; Mısır’lı İslamcılar, reformcu sonuçlarıyla “pasif devrim”i tercih etmiş izlenimi vermektedirler”.<br /><br />Kitabın eksik veya beklentilerimi karşılamayan yönüne gelecek olursak. İran’da belli kentlerde nüfusun önemli bir kısmını oluşturan Kürtlerin kimlik siyasetiyle iç içe geçen madun siyasetlerinin nasıl bir direniş biçimi kazandığına dair hiçbir kelam yok maalesef. Ayrıca Ortadoğu’daki İslami hareketlere odaklanan yazardan Ortadoğu’daki Solun hali ve ahvali üzerine karşılaştırmalı bir analiz okumak hiç fena olmazdı doğrusu. Son olarak Ortadoğu’daki İslami hareketleri çok geniş bir perspektifle inceleyen yazarın analiz düzeyine yakın bir çalışmanın Fetullah Gülen Hareketi üzerinden bu topraklara mensup birinin günün birinde yazması beklentisine girmemizi sağlıyor.Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6270086922259656442.post-68400960318356002842010-07-23T17:28:00.000-07:002011-06-30T16:27:12.280-07:00Kürtler ve Tabiat: “Dağ Kavmi”nin Dağlanmış ‘Doğa’sından Bakmak<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgtfOIRL5R01P4fdR5V9XYWUYNcKf5JaCXWkqwrKpc0x0X4Y7nUWjbgpZAykH3tW0ujHePgqv8-Vxk-XjibLCKVes6CSVKBvVT5yiPOLBtfkgPEtshhYUXxux2MacrN3hy7oXFxNKUP_Uxz/s1600/100705130000.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 226px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgtfOIRL5R01P4fdR5V9XYWUYNcKf5JaCXWkqwrKpc0x0X4Y7nUWjbgpZAykH3tW0ujHePgqv8-Vxk-XjibLCKVes6CSVKBvVT5yiPOLBtfkgPEtshhYUXxux2MacrN3hy7oXFxNKUP_Uxz/s320/100705130000.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5497277501902817074" /></a><br /><b><em>“Uzun zaman önce... Hiç kimse tarlaları sabanla deşmezdi.<br />Toprağı sınırlara bölmezdi hiç kimse<br />Ve suları kürekle yarmazdı<br />Kıyı dünyanın sonuydu. Ah doğuştan zeki insan, buluşlarının kurbanı<br />Öyle korkunç ki yaratıcılığın, Ne işe yarar şehirleri çevreleyen şu yüksek duvarlar<br />Ve niye savaşmak için silahlar?”</em> </b>[Ovidius – Amores]<br /><br /><br />Kürtlerin tarih kurgusunda en önemli mitlerden birini de doğayla kurulan organik bağın yaşamsal önemi oluşturur. Zağrosların eteklerine yerleşip her türlü istilacı ve sömürgeci baskın karşısında geçit vermez dağların kucağına sığınıp, doğanın bereketli nimetleriyle beslenerek direnmenin, varlıklarını bugüne taşıdığına inanılır. Kendilerini “dağ kavmi” olarak da adlandıran Kürtlerin mitolojisinde veya destanlarında barınak veya isyan ateşininin yükseldiği sembol olarak dağlar, özel ve baskın bir yer tutar. ‘Dağa çıkmak’ veya ‘dağa kaçmak’ ikilemi, tarihin Kürtlere reva gördüğü kaçınılmaz bir lanet veya hayatta kalmanın diyalektik yasası olarak okunur. Sürekli, tarihsel varlığını doğanın koruyucu şefkatine borçlu olduğunu vurgulayan bir halkın doğayla ilişkisi üzerine doğal olarak radikal bir sorgulayışın, toplumsal ekoloji bilincinin çok gelişkin olması beklenir. Oysa günümüzde beton mezarlığına dönüşmüş “kentsiz kentler”, altyapıdan ve projelerden yoksun belediyeler, kirletilmiş sular ve göller, terk edilmiş ve bir daha kimsenin dönmeyi düşünmediği ıssız köyler, yakılmış ormanlar, sürülemeyen tarlalar ve güvenlik güçlerinin çoktan kontrol sahalarına dönüşmüş yaylalar, söylemin sadece modern bir halk romantizminden ibaret olduğunu düşündürüyor.<br /><br />Sözünü ettiğim romantik halk söyleminin kuşkusuz tarihsel dayanakları yok değil. Göçebe aşiret toplulukları şeklinde uzun süre tarımdan ve yerleşik kent kültürden uzak bir hayat biçiminin doğayla sıkı bir yaşam bağını ürettiğini söylemekte mümkün. Hayvancılığa dayalı geçim ekonomisi, doğadaki bir sürü yabani ottan hem yiyecek hem de belli hastalıklara yönelik ilaçlar niyetine yararlanılması, yerleşim sahalarına yakın suların hala önemli temizlik ve sulama kaynakları olması, çoğu köy sakini için kümes hayvancılığının et ihtiyacını önemli oranda karşılıyor olması, bu bağın önemli göstergeleri olarak görülebilir. Yıllardır yoğunluğundan hiçbir şey yitirmeden süregelen savaşın yarattığı doğal ve toplumsal tahribatların sonucu olarak, Kürtler’de doğayla uyumlu, planlı bir kent veya kır yaşamına yatırım yapma arzusu, savaşın bitmesiyle oluşacak siyasal statü sonrasının düşsel zamanına havale edilmiş durumda, adeta. Ekonomik durumu iyi ailelerin veya aşiretlerin yatırım sahalarına baktığımızda, Türkiye’nin büyük metropolleri, Akdeniz veya Ege sahillerindeki kentler ya da bölgedeki Van, Diyarbakır, Batman gibi ‘geleceği olan kentler’ ön plana çıkmaktadır. Geriye kalan kent veya köyler göç etmiş çoğu ailenin imgeleminde, ya köklerinden kopmak zorunda oldukları trajik olayların hatıra defteridir ya da kimi zaman akrabalarını ziyaret etmek için gittikleri anılarla yüklü, vuslatın gerçekleştiği uzak sıla diyarları.<br /><br /><br /><strong>“Emanet Yaşama” ve İkili Yerleşim Kültürü</strong><br /><br /><em><b><em>“Hava su ve toprak kirlendi artık<br />Tuz ve ekmeğe karışıyor yüksek gerilim<br />Yeryüzünün bütün koordinatları<br />Barınacak bir yer arıyor<br />Haritadan silindi yüreğimin meskûn yerleri</em>”</b></em> [Hicri İzgören]<br /><br />Kemalist modernleşme projesinin bölgedeki varlığını yavaş yavaş hissettirmeye başladığı 1950’lerde tarımda makineleşmeye bağlı olarak oluşan işsizliğin doğurduğu göç dalgası, aynı zamanda bölgedeki kırsal yerleşme sakinlerinin tarım ve hayvancılığın kısıtlı ekonomisi dışındaki sektörlerin hayallerine giden yolu kısaltacağını da keşfetmeye başladıkları dönemdir. Farklı coğrafyalardaki modernleşme aşamaları ve çeşitlenmiş iş sektörlerine yönelik malumatlar, kent merkezlerinin sosyal ve ekonomik çekiciliğinin ateşlediği hayaller, kırsaldaki dünyalarıyla kurdukları bağın gittikçe zayıflamasına yol açtı. Bu da verili yaşamlarını (kentlere yerleşmek için para ve güç toplayana kadar) bir süreliğine katlanılması gereken geçici bir hayat olarak görmelerini beraberinde getirdi. Yapılan evlere, açılan kuyulara, tarıma ve hayvancılığa yönelik yatırımlara, kısacası kırsalın tüm hayat döngüsüne bu ‘emanet yaşama’ duygusu damgasını vurdu.<br /><br />Böylelikle, çift kimlikli yerleşim kültürü diyebileceğimiz özgün bir durum uç verdi. Kırsalla bağlarını tam olarak koparmak istemeyen kimi aileler, büyük yatırımlarını kendilerine en yakın veya gelişkin kentlere yapıp ailenin kimi fertlerinin köyde ikamet etmesini de sağlayarak “bir evleri kentte, bir evleri köyde” olmak şeklinde ikili bir yerleşim kültürünü devam ettirmekteler. Amaç kent merkezlerinde dükkân, ev ve işyerleri satın alıp hem yatırımların değer kazanmasını güvence altına alıp hem de okuyan çocukların eğitim hayatının devam etmesini sağlamaktı. Köydeki evin rolü, hafta sonlarının temiz havasını solumak için uğranılan bir dinlenme molasına mekân olmak veya yazın uğrayıp tarım ve hayvancılık faaliyetlerine yardım ederek kentteki ev ahalisinin temel yiyecek ihtiyaçlarını temin etmekti. Yani köy mekânı artık hayatlarının vazgeçilmez kozası değil, hiçbir yatırımın düşünülmediği gözden çıkarılmış bir yan kazanç deposu veya aidiyetlerinin dayandığı kökleri hatırlatmak için kimliklerine kazıdıkları bir geçmiş hanesidir.<br /><br />Oysa benim çocukluğumun da düşlerine ve oyunlarına ev sahipliği yapmış geçmiş zaman köyleri, bir özgürlük imkânı, bir ekotopya diyarıydılar. Kimilerine lüzumsuz bir romantizm gibi görünse de ben bugünü beton sevdalılarına bırakarak şairin “orda bir köy yok uzakta” dediği o yok olmuş köy dünyasının kimi özellikleri itibariyle özgürlükçü politikaların ‘yitik cenneti’ veya bir ‘ekotopya’ olduğunu düşünüyorum. Yaz mevsiminde sarı başaklar içinde oyunlar oynayarak çalıştığımız tarlalar, türkü ve ıslıklar eşliğinde hayvanları otlattığımız serin yaylalar, sefere katılmak için adeta kavga ettiğimiz, un öğütmek için gidilen su değirmenleri, uzun kış gecelerinde sıcak sobanın etrafındaki minderlere kurulup Kürt divanlarının söz ve ses sultanlarından masallar ve dengbejler dinlemek bir esrime kaynağıydı. Baharda toplanarak kurutulmuş bitkilerden yapılmış yemekler, kışın açılan kavurma tenekeleri, yazın evlerin gölgesinde doğunun boş ve döngüsel zamanına teslim olup tütün içmek, doğal yoğurt ve peynirlerden doyasıya yemek, organik toplumsal ilişkiler, varlığı bizi heyecanlandıran ‘yabancı’ misafirler, köyler arasındaki futbol müsabakaları neyi yitirdiğimizi hatırlamak için yol gösteren bir geçmiş haritası olduğunu düşünüyorum.<br /><br /><br />Son otuz yıl içinde savaşın bölgedeki her şeyi belirler hale gelmesinin kent ve kır yaşamında çok köklü ve öngörülemeyen sarsıntılar yarattığını her yerde gözlemlemek mümkün. Kürt siyasal hareketinin lojistik destek sahaları olarak görülerek ‘zanlı’ ilan edilen çoğu köyün ve ormanların yakılması, bölge halkının büyük bir bölümünün temel geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılığın askıya alınması, kent merkezlerine yönelik yaşanan yoğun kitlesel göç, kent merkezlerinde görülen çarpık kentleşme, işsizlik, altyapı hizmetlerinin aksaması, kadınların ve çocukların kent merkezlerindeki istihdam alanının dışında kalmasının getirdiği sosyal izolasyon, köksüzlük duygusu, hırsızlık, fuhuş, uyuşturucu çetelerinin mantar gibi türemesi, hemşehrilik veya aşiret kültürünün yarattığı gettolaşmanın doğurduğu sosyal ve ekonomik çatışmalar bölgedeki demografik, sosyal ve ekonomik dengeleri tamamen yerinden oynatan gelişmelerin eksenini oluşturdu. Hareketin halkı mobilize etme başarısı genel olarak iki toplumsal olguya dayandırılmaktadır. Birinci etken hareketin Kürdistan’da en alttaki sınıflara yani mülkiyetsiz ve iktidarsız çoğunluğa yaslanması, ikincisiyse silahlı mücadeleyi kararlı bir şekilde yürüterek kökleşmiş “devlet korkusu” nu yıkmayı başarması ve devlet iktidarıyla hesaplaşabilecek bir iktidar potansiyeline sahip olduğunu fiili olarak göstermesidir, buna göre. Hareketin çıkış dönemlerinde dayandığı Marksist ideoloji ve sınıfsal argümanlar, hareketin özellikle topraksız köylüler, Türkiye metropollerine savrulmuş işçiler, işsizler ve yerel tahakkümün en büyük kurbanı konumunda olan kadınlar arasında sempati görmesini ve koşulsuz destek bulmasını sağladı. Zaman içinde belediye yönetimlerine talip olma ve bölgede politik bir hegemonya kurma doğrultusunda önemli bir yol kat edildiğini söyleyebiliriz. Şu an itibariyle 1 büyükşehir, 7 il, 51 ilçe ve 40 beldeyi kazanmış bir temsil gücünden söz etmekteyiz. Ancak bölgede oturtulmaya çalışılan yönetim kültürünün, doğayla, kent planlamasıyla, temizlik kültürüyle, bölgedeki akarsu ve göllerle ve alternatif enerji kaynaklarını kullanmayla kurduğu performansa baktığımızda durumun hiç de umut verici olmadığını hatta içler acısı bir manzara sunduğunu söyleyebilirim.<br />Bölgede doğaya ‘nasıl davranıldığına’, ekolojik gözlüklerle daha yakından bakalım.<br /><br /><strong>Bir Tahribat Manzarası</strong><br /><br /><em><b>"Doğa üzerindeki egemenlik, insan üzerindeki egemenliği getirir. Her özne sadece dışsal doğanın köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır."</b></em> [Max Horkheimer]<br /><br />Hakkâri gibi her tarafından kaynak sularının fışkırdığı, yanı başında Zap suyu bulanan bir kentin çoğu mahallesinde su sıkıntısının yaşanıyor olması ve musluklardan akan suyun içme suyu olarak kullanılmasının çok riskli olması tarihin bir şakası değildir. Bunun ardında, sürekli eski borçların arkasına sığınan, yerel yönetim anlayışının merkezine siyasal faaliyetleri oturtan projesiz ve nitelikli kadrolardan yoksun bir belediyecilik yatmaktadır. Bölge genelinde çoğu köyde içme suyu olarak kullanılan sağlıksız kuyu sularının hepatit hastalığına yakalanan insan sayısında ciddi bir artışa yol açtığını bölgedeki sağlık uzmanlarından öğrenmekteyiz. Hakkâri’de dikkat çeken durumlardan biri de kimi yabani bitkilere (Siyabo, Ribes, Kereng, Gulig) ve mantarlara et fiyatına paralar ödenmesi, insanların bunları toplamak için yanı başlarındaki dağ ve yaylalara çıkmamasıdır. Ekonomik gücü görece iyi aile sayısının fazla olduğu Yüksekova ilçesinin mimari yapısı tam anlamıyla bir beton çöplüğünü andırmaktadır. İlçedeki zengin ailelerin çoğunun yatırım merkezi Van olup, Van’daki yatırım kültürünü belirleyen de büyük pasajlar veya sinek avlayan otellerdir.<br /><br />Zaten, Türkiye’nin en büyük gölünün kıyısındaki Van kentinin durumuna göz attığımızda durumun maalesef pek farklı olduğu söylenemez. Yüzme alanı olarak bugün sadece Edremit ilçesinin belli kısımları ve Molla Kasım köyü taraflarındaki kimi yerlerin kullanılabiliyor olması gölün kirlilik derecesi hakkında bir bilgi verecektir sanırım. Van Gölünü tehdit eden önemli kirlilik kaynaklarından birini hiç şüphesiz göle dökülen derelere atılan katı atıklar oluşturmaktadır. Su ortamına taşınan katı atıklar göl ekosistemini bozarak göldeki canlı yaşamını olumsuz etkilemektedir. Eski bir Ermeni yerleşim sahası olan Van’da geçmişe dair bütün kalıntıların köksüz bir kentleşme kültürüyle tamamen silindiğini, turizm potansiyeli taşıyan çoğu eser veya doğal alanın ilgisizlikten ve düzensiz yerleşme kültüründen ötürü yok olma eşiğine geldiği aşikâr. Van’da 12 kadar yabani gülün doğal olarak yetiştiği bilinir. Bunların en önemlileri Sarı gül, Sarı Kırmızı Gül, Nazarlık Gülü, Kuşburnu, Hoşab Gülü olarak isimlendirilir. Van’ın kimliğinde önemli bir yer tutan eski büyük gül bahçeleri zamanla sökülerek yerlerine apartmanlar dikildi. Van’daki hızlı ve dengesiz yerleşim kültürünün sonucu olarak yerel kültürün önemli bir parçasını oluşturan bu eski bahçe gülleri maalesef yok olmaktadır.<br /><br />Yedi bin yıla uzatılan bir geçmişe sahip olan tarihi kent Bitlis’te, şehrin içinden geçerek birçok yerleşim yerine uğrayan, diğer ırmaklarla birleşerek, büyük tarım alanlarının sulanmasında kullanılan Bitlis Deresindeki kirlilik endişe verici boyutta. Çöp ve mikrop kanalına dönüşmüş derenin ıslah edilmesi için gözle görülür bir çalışma yok. Kentte halkın büyük bir bölümü çöplerini dereye atıyor. Yazın kokuya sebep olan dere, aynı zamanda mikrop yuvası haline dönüşmüştür. Bitlis belediyesinin 4 umumi tuvaletinin atıklarının da dereye akıyor olması olayın vahim tarafını oluşturuyor.<br /><br />Dersim'de yapımı tamamlanan Uzun Çayır Barajı tam anlamıyla bir doğa, tarih, kültür ve canlı katliamıdır. Munzur gibi kar ile beslenen su üzerinde 8 barajın kurulmak istenmesi hiçbir bilimsel ve ekonomik bakış açısına uymuyor. Bin bir çeşit bitki ve bölgeye özgü çok sayıda hayvan türü ile müthiş bir doğa güzelliğine sahip olan Munzur Vadisinde kurulacak barajlar ile tüm doğa güzellikleri su altında kalacaktır. Yine ne Haçlı Seferleri, ne Moğolların saldırıları, ne de Timur’un kaçıramadığı Hasankeyf'in keyfini Türkiye Cumhuriyeti Ilısu Barajıyla, kaçırmaya çalışmaktadır. 50 yıldır yapımı gündemde olan Ilısu barajının hayata geçmesiyle birlikte aralarında köy ve mezraların da bulunduğu 199 yerleşim yeri sular altında kalacaktır. Hasankeyf halkına göre barajla birlikte su altında kalan sadece ‘tarih’ (Hasankeyf Köprüsü, Büyük Saray, Hasankeyf Kalesi, Küçük Kale, Zeynel Bey Türbesi, İmam Abdullah Zaviyesi, Kaledeki Ulu Cami, El-Rızk, Sultan Süleyman, Koç ve Kızlar Camii) olmayacak. Baraj turizmi bitirecek ve işsizliğin artmasına yol açacak.<br /><br />Bölgede planlı ve vizyon sahibi tek belediyecilik örneği olarak gösterilen ve bu övgüyü hak da eden Diyarbakır’da durumun dikensiz bir gül bahçesi olmadığının yakın şahidiyim. Bütün cilalı yatırımların Ofis, Dicle Kent ve Dağ Kapı gibi semtlere yapıldığı; gittikçe gettolaşan Bağlar, Gürdoğan, Fatihpaşa, Huzurevleri-Peyas ve Körhat gibi yoksul semt ve mahallerin ise altyapı hizmetlerinin son derece kötü olduğu, daha alınacak çok uzun bir yol olduğunu göstermektedir. Mimar Çelik Erenzengin’in umut vadeden “Güneş Evi” projesinin toplu konut kapsamında geniş bir projeye dönüştürülmeyip, yoğun fosil yakıtı tüketimi dolaysıyla kış mevsiminde Ofis semtinde belli saatlerde kalorifer yakma yasağı uygulanması, acı bir tebessüme yol açıyor.<br /><br />Kentlerin hinterlandı sayılan belde ve köylerde bir tek modern hayvan çiftliğinin olmaması, kenti besleyen tarımsal ve bahçe üretiminin tükenmiş hali, hormonlu sebze ve meyve tüketiminin çok yaygın olması, çoğu köylünün hiç hicap duymadan kentlerden yumurta ve tavuk alması kanıksanmış memleket manzaralarıdır artık. Etraftaki çöp bidonlarının varlığına karşın cadde veya yol ortasına okkalı bir tükürük sallamak, adabı muaşeretten... Bölgedeki en utanç verici ve son yıllarda gittikçe yaygınlaşan kara manzaralardan biri de, çoğu insanın canından olma pahasına bomba, suya elektrik akımı verme veya dinamitle balık avlamaya çalışmasıdır. Son beş yıl içinde Bingöl'ün Genç ilçesinde, Erzurum’un Çat ilçesinin Çimenözü Köyü'nde, Tunceli’nin Çemişgezek ilçesindeki Tağar Çayına, Adıyaman'ın Sincik İlçesi Kıran Köyü’ndeki Kıran Çayı’na elektrik akımı verirken veya Batman’ın Beşiri Garzan çayında dinamitle balık avlamak isterken ölen insanların (sekiz kişi) durumu kara mizaha sığmıyor. Kısacası bu bölgede de doğa, ‘doğal kaynaklar’ olarak görüldüğünden beri can çekişmeye ve her türlü kötü muameleye uğramaya devam etmektedir.<br /><br /><strong>Ekolojik Bir Toplum Perspektifi</strong><br /><br /><em><b>“Karşı çıkış, muhalefet artık kapalı odalarda ya da genel kurullarda hazırlanıp daha sonra alanlarda gerçekleştirilecek bir şey değil. Karşı çıkış, her bir durumun içinde ve yalnızca o duruma dayanarak doğacaktır”</b> </em>[Miguel Benasayag]<br /><br />Kürt siyasal hareketinin İmralı okumaları sonrasında önüne koyduğu “Ekolojik Toplum Perspektifi” bölgedeki Kürt belediyelerinin konu etrafında seminer ve sempozyumlarla yoğun bir tartışma ve proje sürecine girmesini bir nebze de olsa sağladı. Ancak kent merkezlerindeki parkları düzenlemek, siyasal şov niyetine merkezlerdeki kimi çöpleri toplamak veya çevre yürüyüşleri düzenlemek durumu kurtarmaya ne yazık ki yetmiyor.<br /><br />Modern yurttaşın kendi benliğini ve geleceğini belirlemede kentler her zaman önemli bir toplumsal alan oluşturmuştur. Max Horkheimer’in “bireyin geleceği her zaman kent toplumunun geleceğine bağlıdır” saptaması özgür bir cemaat örgütlenmesi bağlamında kentin önemine ilişkin önemli bir vurgudur. Ancak burjuvazinin görkemli ‘megapolisi’ insanlar arasındaki her türlü toplumsallığı çözerek onları kentin uzamı içinde bir sayısal çokluğa indirgemiştir. İnsanlar “nüfus” olarak nitelenmiş ve insan ilişkileri de ihtiyaçlar ve kent yaşamının zorunlu kıldığı kısıtlamalar etrafında örgütlenmiştir. Kent planlaması da bu toplumsal çözülüşün ideolojisi doğrultusunda şekillenmiştir. Antik Yunan’da pazar yeri kente tabi iken, burjuvazi kenti piyasaya tabi kılmış hatta kenti bir pazar yerine dönüştürmüştür. Kent merkezlerinin göz kamaştıran anıtları, kuleleri, devasa iş merkezleri insanlara ne kadar küçük olduklarını, varlıklarının ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu hissettirmeye yarıyor sadece. Bir zamanlar geleneksel toplumun tahakkümünden kaçan yabancıların sığınağı olan kent, şimdi yabancılaşmanın başlıca kaynağıdır. Artık herkes yabancı statüsüne, yani gerçek ya da potansiyel düşman olarak görülmeye başlamıştır. Yine bir zamanlar kenti barbarların talanından koruyan dış duvarlar, şimdi mutlu azınlığı gettolardaki “iç barbar”lardan korumaya çalışan sınıfsal konumların sınırlarını çizdiği semtler arası iç duvarlara dönüşmüştür. Yüzyıl önce Baudelaire’in aralarına karışmaktan zevk aldığı Paris’in neşeli kalabalığının yerini, korku, yüzeysellik, ölçülü nezaket kuralları ve içi boş bir kalabalık almıştır. Kent sakinini, isimsiz ve kişiliksiz kalabalıkların kuşattığı tecrit edilmişlik duygusu ve yaydıkları korku sarmış durumda. Murray Bookchin’e göre “zamanımızın kenti insani yakınlık ve cemaat ruhunun tek başına bir anonimliğe ve özelleşmiş bir atomlaşmaya kurban edildiği dünyevi bir sunaktır. Kültürü, aklın birikimle elde edilmiş bilgeliği değil, meta üretimi ve reklam ajanslarının değersiz bir yaratığıdır” (Ekolojik Bir Topluma Doğru – Ayrıntı Yayınları, s . 129) Oysa Aristo’ya göre kent bir yaşam tarzıydı, başarısı büyüklüğü, nüfusu ya da lojistik etkinliğiyle değil, yurttaşlarını faydalandıkları boş zamanlarında dengeli ve özgürce yaşatabilmesiyle ölçülürdü.<br /><br />Bugün Kürt belediyelerinin geliştireceği, kent ve köylerde çoğullaşan doğal ve toplumsal çelişkilerin özgüllüklerine çözüm üretecek, kırla uyumlu bir kent planlaması, bireyin bilincinde kök salmış, her şeye kadir, adeta tanrılaştırılmış devlet mitini ortadan kaldırabilir. Bir mikro iktidar şebekesi şeklinde örgütlenmiş, ekonomik olarak kendine yeterli, hizmet faaliyetlerinin önemli bir kısmını gönüllü dayanışmalarla organize eden, mahallerdeki halk inisiyatiflerinin doğrudan demokrasi deneyimleriyle geliştiği, kadının siyasal ve sosyal yaşamda kimliğiyle görünür olduğu, bir öz-yönetim kültürü bölgede eko-cemaatlerin inşasına giden yolu kısaltabilir. Halihazırda devlet hedefinden vazgeçmiş, “Konfederalizm” gibi adem-i merkeziyetçi bir yönetim olgusunu ve ekolojik sorunları gündemine alan bir hareketin, devlet karşıtlığının belirlediği ve tüm siyasal motivasyonu kimliğe kilitlenmiş “politikasız politika”yı terk edip bölgede “ikili iktidar” perspektifiyle belediyeleri özgür otonomlara dönüştürme potansiyeli her zamankinden daha yüksektir. Devlet yalnızca asker ve polis teşkilatında cisimleşen bir mega makine veya bir egemen sınıf aygıtı değildir, her birimizin parçası olduğu, belli ihtiyaçlar ve gündelik ilişkiler içinde dolayımlanan bir değerler sistemidir. Kendimizle ve ötekiyle yeni bir ilişki türünü kurduğumuz anda devleti gerekli kılan veya yeniden üreten ilişkilerin toplumsal zemini de ortadan kalkar. Sanatın, kültür merkezlerinin, aşkın ve eğlencenin buluştuğu eşit ve özgür bir kamusallığı belediyeler aracılığıyla inşa edecek otonomların, kimlik ve dil üzerindeki devlet baskısına alternatif kurumlarla cevap olma şansı da fazladır. Ekolojiyi bir çevre kirliliği sorunu olarak değil de, insan-toplum-iktidar ilişkilerini hayatın her alanında sorgulama itkisi olarak kabul etmek farklı bir siyaset arayışının menziline girmeyi sağlayabilir. Mesihçi bir gelecek yanılsamasından kurtulup, yoğunlaştırılmış bir şimdiki zaman politikasına dönerek, düşünü kurduğumuz dünyayı “özgür toplulukların” bugünü içinde yaşamaya başlamamız mümkün. Hayatı ve dünyayı değiştirmenin, kendi kendini atamış bir grup otoriter öncünün veya parti bürokrasisinin tekeline bırakılamayacağını hayal kırıklıklarının tozuna bulanmış tarihi deneyimlerden öğrenmiş bir kuşağın çocuklarıyız ne de olsa.Ramazan Kayahttp://www.blogger.com/profile/05094295623603986837noreply@blogger.com0