30 Aralık 2010 Perşembe
Yeni Toplumsal Hareketler: Özgürlüğün Değişen Grameri
"İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur" [Deleuze]
Seksenli yıllar boyunca soğuk savaştan “kapitalizmin” galip çıktığı naraları eşliğinde her karşı çıkışın nafile olduğu ve neo-liberalizmin Batı’nın aşılmaz ufku olduğu yanılsaması egemendi. Devrimci kuşaklara vaat edilmiş “gelecek güzel günler”e, özgür ve eşit bir siyasal tahayyüle artık kimse inanmıyordu elbette. Daha birkaç yıl öncesine kadar “kapitalizm” terimini kullanma riskini göze alan ya da neo-liberalizmi tartışma konusu etmeye kalkışan kişi dinozorların sonuncusu, hatta herhangi bir totalitarizmin karanlık ajanı olarak görülüyordu. Devrimi beklemek, bir nevi “Godot”yu beklemekti. Haklı olduğuna hükmedilmiş davaların bekçileri ortalıktan kaybolmuştu. Kendi kendilerini öncü devrimci ilan edenler açısından “küçük kızıl kitap” formatındaki politika kendiliğinden bir tükenişe varmıştı. Çoğu muhalif insan için toplumsal değişim fikri devletin tepesindeki bir erk değişimi olarak adeta kanıksanmış durumdaydı. “Keza isyanları ya da devrimleri yüzyıllardan beri iktidarı ele geçirme teşebbüsleri olarak kabul ediyorduk, sanki yeni toplumları imal etme makinesi buymuş gibi gelmekteydi”. Klasik örgütlenme modelleri, devletçi sosyalizmin yıkılmaz görünen kaleleri iskambilden şatolar misali birbiri ardına yıkılıyordu. Artık partiler kurulmuyor, liderler reddediliyor, hiçbir politik metin kutsal kitap hizmeti göremiyordu. Forrest Colburn’a göre: “Vaatlerini yerine getirmeye muktedir yeni bir devrimci siyasi kültürün doğması” ancak 1989 sonrasında mümkün hale gelecekti. 1980’ler radikal siyasetler açısından “olmayan yıllar” makamında sürerken, kapitalizm cephesinde “imparatorluk” dönemi olarak adlandırılan yeni bir yönetim ve egemenlik biçiminin doğuş yılları demekti. Ekonomik ve kültürel değişimlerin karşı konulamaz ve geri döndürülemez şekilde küreselleştiği, merkezsizleşmiş ve bölgesizleşmiş bir “imparatorluk” çağına girmiştik. Kapitalist dünya sistemindeki değişim, “fabrika üzerine kurulu bir hayattan, toplumun fabrikaya dönüştüğü bir hayata” geçmesi şeklinde de özetlenebilinir. Bütün toplumsal ilişkilerin fabrikaya dönüştüğü, sanayi işçisinin yerini “toplumsal işçi”nin aldığı bu dönemde, ne emek-sermaye çatışması fabrikanın dar duvarları arasına hapsedilebilinir ne de belli bir sınıfsal özneye sınıfsal öncülük ya da merkezi bir konum atfedilebilinir. Sermayenin merkezsiz bir eğilim şeklinde işleyen sınıflaştırma ilişkisine direnen bunu reddeden bütün öznellikler sınıfsızlaşma politikasının bir bileşenidir artık. Biyo-iktidar, kamusal alanda gerçekleşen hukuksal egemenlik paradigmalarından farklı olarak, yaşamın tamamı üzerinde tesis edilen iktidardır. Toplumsal hayatı, onu izleyerek, özümleyerek ve yeniden eklemleyerek, içeriden düzenler. Biyo-iktidar durumunda iktidar için mesele, bizzat hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. “Yeni iktidar biçimi olan biyo-iktidar sürecinde toplumsal yaşamın içkin bir biçimde üretimi ve yeniden üretimi sağlanır. Biyo-iktidar yapısı içinde sömürülen artık ne yalnızca işçi, ne yalnızca bir azınlık grubu ne de yalnızca herhangi bir birimdir. Burada sömürülen yaşamın kendisi ve tamamıdır. Sömürü sadece fabrika ve işyerini değil, yaşam tarzları ve özgürleşme arzularını da kuşatmaktadır. Toplumsal yaşam artık iktidarın bir nesnesi konumuna gelmiştir. Bu iktidarın en önemli işlevi hayatı tüm yönleri ile kuşatmak iken, asli görevi de hayatı yönetmektir. Dolaysıyla biyo-iktidar, insanların bilincinin ve bedenlerinin yani tüm toplumsal ilişki ve yaşantıların derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini göstermektedir. Bu yeni iktidar yalnızca itaat ya da itaatsizlik gibi biçimsel politik alanla değil, tüm hayat, ölüm, servet ve yoksulluk üretimi, toplumsal yeniden üretim gibi bütün alanları kapsamaktadır. Artık iktidar ve sömürünün bir merkezi yokken, iktidar ve sömürü her yerdedir”. Denetim toplumu, disiplin toplumunun baskıcı aygıtlarıyla (okul, ordu, hastane, hapishane) bireyi zapturapt altına almaktan çok, tüketim, arzu, bedenin sağlığı, ölüm, boş zaman gibi alanları yapılandıran, kapsayan, gözetleyen bir biyo-politik iktidar biçiminde işlemektedir. Yani iktidar, toplumu ve bireyi kapatmaktan çok, arzularıyla denetlenecek bir özgürlük tekniklerine tabi tutmaktadır. Denetim toplumunda, Foucault’un vurguladığı gibi “insanların hayatlarının en ince ayrıntılarını ve tüm nüfusu idare etmeye yarayan çok geniş düzenlemeler ve araçlar dizisi” hâkimdir. İktidar, kodlanmış, önceden belirlenmiş tercih ve arzuları, özgür kişiliğin bir ölçütü veya özneleşme olarak sunmakta ve söylemleştirmektedir. Denetim toplumunda, “bireyin bütün isteklerinin düzen içine dâhil edilmesiyle oluşan “özgürlükler” dâhilinde yapılandırılır. İşte bu bakış, dışarının içeriye dâhil edilmesi dediğimiz merkezin yersizyurtsuzlaştırılması olan biopolitik iktidarın mekanik varlığıdır”.
Michael Hardt ve Antonio Negri’nin birlikte yazdıkları “İmparatorluk” metni kapitalist sistemin günümüzde değişen iktisadi ve siyasal yönetim biçiminin en etkili analizi olarak kabul görmektedir. İmparatorluk’un temel tezi: “Açık sınırlarla ayrılmış ulus devletlerden oluşan emperyalist sistemin merkezsiz ve içkin bir imparatorluğa dönüşümü, sürekli bir kriz hali olarak tanımlanan modernlik durumundan postmodern duruma geçiş, enformasyon ekonomisinin mahal verdiği maddi-olmayan emek, gerileyen Avrupa karşısında emperyal ve genişlemeci karakteriyle Amerikan demokrasisi ve biyo-iktidar” olarak özetlenebilinir. İmparatorluk üç temel özelliğiyle emperyalizm teorisinden kopmaktadır: Bir merkezin olmaması, karma bir kuruluş yapısına sahip olması ve dışarının olmamasıdır. Yazarlara göre imparatorluk; “Giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtı”dır. Bir yönetim aygıtı olmakla birlikte imparatorluk, devlet ya da devlet benzeri kurumlardan özellikle farklıdır. Tek bir hükmetme mantığı altında birbiriyle eklemlenmiş bir dizi ulusal (ulus-devlet hükümetleri), ulus-üstü (Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler) ve ulus-altı (STK) organı bir araya getiren bir tüzel yapı ve bu tüzel yapıya işlerlik kazandıran bir hak nosyonu imparatorluğun esasını teşkil eder. İçerisinde ulusal, ulus-üstü ve ulus-altı birimlerin yer aldığı hegemonik bir yapılanmadır imparatorluk. Karşılaştığı her yeni durumda, karşısına dikilen her yeni sınırda, dayandığı uzlaşma alanını yeniden kurmak ya da genişletmek zorunda kalan bir egemenlik biçimidir. Dışarısının olmaması hali ve içkinlik imparatorluğun emperyalist olmayan emperyal yönünü karakterize etmektedir. Yeni dünyayı tanımlayan temel özellik, bu yapının emperyalist değil, emperyal olduğudur. Dışarısının olmadığı bir dünyada, aynı zamanda birinci, ikinci veya üçüncü dünyalar arasındaki kültürel ve coğrafik ayrımlarda geçersizleşmiştir. Küresel sermaye akışının ve kitlesel göçlerin bütün sınırları kestiği günümüz dünyasında, Üçüncü Dünya’nın içinde bir Birinci Dünya olduğu gibi, Birinci Dünya’nın içinde de bir Üçüncü Dünya barınmaktadır artık. Dünya ekonomisi yerküreyi tamamen farklı sınırlara ayırmışken, ulusal tabanlı veya kültürel farklar üzerinden bir “dışarı” oluşturma çabası bir anlam taşımamaktadır. Çünkü İmparatorluk, sadece bir kültürel, politik ve ekonomik homojenleştirme rejimi olarak değil, bir farklılık üretim rejimi olarak da işlemektedir. Toplumsal sömürü ve tahakkümün tüm yaşam alanlarına yayılan merkezsiz işleyişi, belli tarihsel özneleri ( işçi sınıfı, ezilen halklar, sömürge uluslar) merkezileştiren siyasal söylemleri ve örgütlenme modellerini de geçersiz hale getirmiştir. Direnişin yeni sahası mümkün olan her yerdir. Direnişin yeni politik öznesi artık ne sendika, ne parti ne de herhangi bir hiyerarşik kurumsal yapıda ikamet etmektedir. İmparatorluk durumunun politik öznesi, çokluğun örgütlenmesi olarak kurgulanmaktadır. Bu yeni politik özneyi tarif etmek için, “kolektif öznellik”, “mücadele makinası”, “üretken öznellik”, “moleküler hareketler”, muhalif tekillikler, “proleter bileşenler” gibi birçok tanım da kullanılmaktadır. Çokluk, farklılık ve tekillikleri kapsayan bir ilişkiler toplamı olarak, kendi dışındakileri kapsamaya muktedir bir öznedir. “Çokluk; ne halk, ne kitle ne de işçi sınıfı gibi belli bir siyasal yapılanma değildir. Halk üniter ve homojen bir kavramsallaştırmadır. Nüfus içinde bir özdeşlik ilkesine dayanır ve birlik esasında temellenir. Çokluk ise asla bir tekilliğe indirgenemez. Sayısız içsel farklılıktan oluşur. Kitle kavramına bakıldığında ise öznelerin içinde taşıdıkları farklılıkların kitleler içinde eridiği söylenebilmektedir. Oysa çokluk esas olarak farklar üzerine inşa edilir” Çokluk, güruh ya da kalabalık gibi doğası gereği edilgen, süreksiz ve yönsüz kategorilerle de karıştırılmamalıdır. Bunlardan farklı olarak çokluk, etkin bir varlıktır. Çokluk, sömürülen, kapitalist tahakküme tabi olan herkesin dâhil edildiği yeni proletaryayla özdeştir. Emeğin ve devrimin öznesinin temelli değiştiğini savunan Hardt ve Negri’ye göre, yeni durumda proletarya, emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategoridir. Hardt ve Negri, çokluğun bugünün dünyasındaki tezahürlerine son dönemlerin küresel direniş hareketlerini, yani yeni sosyal hareketleri örnek göstermektedirler. Çokluk, maddi olmayan emek biçimlerinin yönlendirdiği (entelektüel emek), ağ modeli hareket tarzına sahip, demokratik, çok merkezli, hiyerarşi ve disipline dayanmayan, esnek, iletişim ve işbirliği temelli, otonom ve ortak payda temelinde hareket eden hareketlerdir. Farklı amaç, tema ve örgütlenme özellikleri sergileyen bu yeni toplumsal hareketlere “hareketlerin hareketi” de denmektedir.
Yeni Hareketleri Yeni Kılan Özellikler Nelerdir?
“İktidarca körleştirilmek iki türde olur; ya iktidara göz dikilir ya da iktidarla çatışılır” [Miguel Benasayag]
İşte bu tükenmiş gökyüzünün altında yeni bir karşı çıkış doğuyordu, beklenmedik bir isyan tufanı tüm dünyayı sarsacaktı. Latin Amerika’da, Avrupa’da, ABD ya da Kuzey Afrika’da aynı zamanda ve birbirlerine akraba biçimlerde, koordinasyonsuz, anti-kapitalist bir yönelimle ancak tek bir görüşe dayanmayan hareketler olarak doğuyordu. 68’in verdiği ilhamla, bilhassa Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 90’ların sonunda ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler, mutlak egemenliğini ilan etmiş küresel kapitalizmin mağdur ettiği ancak belli bir kimliğe indirgenemeyecek çeşitlilikteki kesimleri ifade eden bir kavram olarak literatürümüze girdi. Bu “yeni radikal” hareketler ne önceden tarif edilmiş toplum modellerine göre hareket ediyorlardı, ne de iktidarı fethe çıkmış bir partinin direktifleriyle. Bu yeni radikalliğin doğuşu, sembolik olarak, 1 Ocak 1994’te Chipas’ta Zapatist hareketin doğuşu tarihidir. Zapatist hareket, “yerel bazlı küreselleşme” siyasetinin kilit aktörü kabul edilir. Toplumsal bir hareket olarak Zapatistalar, eylemlerinin yapıcı içeriği, kendi kendini dönüştürmeye yönelik etik projeleri, muktedir olmanın daima yeni yollarını aramaları, otonomi ve özyönetim pratiklerinden doğan eylem özgürlükleriyle, radikallerin yeni moral ve model kaynağı olmuştur. Dönüştürücü eylemin yeri ve zamanı olarak burada ve şimdi’yi seçen Zapatistalar, yerel yönelimlerini korurken dünyanın dört bir yanında birçok kişiye de politik enerji vermişlerdir. İsyanın kolektif kimliğini, özgürlük ilkelerini ve ahlaki dayanışmasını daha etkili bir şekilde görünür kılmak için kendi yüzlerini bir maskenin ardına gizleyen bir harekettir. Muhataplarının kalplerine ve ruhlarına büyülü bir şiirsel dille seslenen Zapatistalar, donmuş politik modellerden, soyut tarihsel kurgulardan bir “kaçış çizgisi”dir. Marcos, tarihe ve siyasete davetsizce dalıvermişti. Geçmişteki devrimci liderlerden farklı olarak bir azize dönüşmek yerine madunların sözcüsü (temsilcisi değil) olmayı yeğlemişti. Komutan yardımcısı Marcos, üniformalı devrimcilerin narsizminden, haklı dava şehitlerinden ve şiddeti adeta bir amaç haline getiren klasik sol hareketlerden kopuşlarını şu sözlerle dile getirmektedir: “Zapatizm toplumsal bir harekettir ve silahlı isyan hareketleri örneğinde, kazanan ya da kaybeden değil, ayak direyen olmak gerekir. Bugün önemli olan şey, çatışmaya bir çözüm bulmaktır ve biz herkesten şunu istiyoruz: Kaybetmemize yardım edin. Biz bu ülkeye yeni bir istiklal marşı vermek istemiyoruz, ezbere bildiğimiz bozgunlar listesine eklenecek yeni bir ketlenmiş kahraman daha vermek istemiyoruz. Bu anlamda artık ölüme eğilim duymuyoruz. Bir asker (bende onlardan biriyim) kesinlikle saçma ve irrasyonel biridir, çünkü ikna etmek için silaha sarılma imkânı vardır. Sonuçta bir asker emir verdiğinde bunu yapar: Silahların gücüyle ikna eder. Bu nedenle bizce, bizde dâhil, askerler asla yönetmemelidir, çünkü kendi fikirlerine değer kazandırmak için silaha başvuranların fikri kıttır. Bizce silahlı hareketler, her ne kadar devrimci olsalar da, esasen keyfi hareketlerdir. Her koşulda, silahlı hareketlerin yapması gereken şey sorunu ortaya koymak, sonra da bir kenara çekilmektir”. Zapatistalar başka hareketlerle bağlantıları olan 1990’lardaki yerli hareketlerden birisiydi. Hareketin bel kemiğini, kent yoksulları, topraksız köylüler, kadınlar, 1968 öğrenci hareketinden geriye kalan Maoist gruplar ve Piskopos Samuel Ruiz’in kurtuluş teolojisi etrafında örgütlenenler oluşturmaktadır. Ütopyalar çağının belki de son çığlığı olan Zapatist hareketi özgün kılan siyasal yenilikler; “hükmederken itaat etmek”, “ağır adım yürümek”, “siyasal iktidarı amaçlamamak” ve her topluğun ve kimliğin kendi otonomunu oluşturması için gerekli ekonomik ve siyasal koşulları yaratmaktır. Hareketin amacı 1994’te yayınlanan Lacandon orman bildirisinde: “Bu devrim, yeni bir sınıfın, bir sınıfın hizbinin ya da bir grubun iktidarıyla sonuçlanmayacak. Politik mücadele için özgür ve demokratik bir alan yaratacak” şeklinde ortaya konmaktadır. Subcomandante Marcos’a göre “bu demokratik alan tarihsel olarak birbirinden ayrılmaz üç temel öncüle dayanıyor: Demokratik biçimde hangi sosyal projenin baskın çıkacağını belirleme hakkı, herhangi bir projeyi destekleme özgürlüğü ve her projenin adaleti hedeflemesi zorunluluğu” şeklinde tanımlanmakta ve hayat bulması için kızıl devrim şafağını beklemeden kurucu bir politikaya dönüştürülmektedir.
Ardından 1999'da Seattle’de daha sonra Prag, Cenova ve Brüksel'de kapitalizm ve iktidar karşıtı binlerce kişi Zapataların ateşlediği isyan dalgasına ciddi bir karşılık verdi. 2001'de Brezilya'nın Porto Alegre kentinde toplanan ve on binlerin katıldığı Dünya Sosyal Forumu "Başka bir dünya mümkün!" sloganının tüm dünyada bulduğu yankının ifadesiydi. Şimdi dünyanın her yanındaki sosyal forumlarda ve sokak gösterilerinde Anarşistlerin, Savaş Karşıtlarının, Kâğıtsızların, Troçkistlerin, Topraksızların, Öğrencilerin, Ekolojistlerin, Göçmenlerin, Kadın ve Eşcinsel hareketlerinin oluşturduğu bu gökkuşağını andıran muhalefet örneklerini görmek mümkün. Seattle eylemi küresel özelliği ve yarattığı etkiler dolaysıyla antikapitalist direnişin simgesine dönüştü. İnsanlar “Seattle ruhu”ndan ve “Seattle nesli”nden bahsetmeye başladı. Neoliberal kapitalizm küresel bir sistem olarak, kendisine yönelen direncinde küresel olmasını sağladı. Hareketin biçimi ve örgütlenme tarzı beklenmedik nitelikteydi. Merkezi olmayan fakat düzenli ve etkili bir biçimde hareket etme kabiliyetine sahip bir eylem organizasyonu olmuştu. Seattle eylemlerinde dikkat çeken farklılıklardan biride sokak eylemlerini kutlamaya, karnavala dönüştürerek, protestoları teatral bir niteliğe bürüyerek doğrudan eylem konusunda yeni bir anlayış getirmişti. Her yerde, sokak başlarında kuklalar, hokkabazlar, palyaçolar, dansçılar ve müzik yapan insanlar vardı. “Seattle Savaşı”ndan sonra Batı dünyasını etkilemiş olan anti-kapitalist küreselleşme karşıtı eylemler pek çok kişiye 1960’lardaki asi gençlik ruhunun geri döndüğünü düşündürttü. 2000 yılı Eylül ayında, Avrupa’nın dört bir yanından on bin göstericinin, Uluslar arası Para Fonu ve Dünya Bankası toplantısını engellemek üzere Prag’da toplandığı olayla birlikte hareket yeni bir safhaya girdi. Prag, şirket küreselleşmesine karşı hareketin gerçekten uluslar arası ve küresel bir nitelik kazandığı yer oldu. Küreselleşme karşıtı hareket aynı zamanda enternasyonalist olduğunu da gösterdi. “Seattle’da kapitalizm karşıtı bir ruh ve tutum galip gelmişse Prag için çok daha kesin biçimde formüle edilmiş kapitalizm karşıtı bir mesaj verildiğini söylemek mümkündür. Burada, siyasi kültürler arasındaki fark kendisini hissettiriyordu, Avrupa çok daha güçlü bir sosyalist geleneğe sahipti”. 2000 ve 2001 yıllarında gerçekleştirilen Avrupa eylemleri Cenova’daki olaylarla doruğa ulaştı. Cenova’da bulunan eylemcilerin büyük çoğunluğu İtalyan’dı ama yedek kuvvetleri oluşturanlar Fransa, Yunanistan, Britanya, ispanya ve Almanya’dan geliyordu. Cenova’daki zirve Avrupa standartlarına göre, eşi benzeri görülmemiş bir şiddet olayına dönüştü. “Büyük sekizler” zirveden istediklerini alamadı. Bütün ilgi toplantıya değil, yalnızca sokak çatışmalarına yönelmişti. Cenova’daki çatışma aynı zamanda sokak protestosunun sınırlarını da gösterdi. Şiddet kültürü aktivistler arasında yoğun bir tartışma konusu haline geldi ve kimi politik grupların şiddet eylemlerine yönelik keskin eleştirileri, politik ayrışmalar hareketin zamanla kitlesel gücünü zayıflatan bir etken oldu. Herbert Marcuse’un, devrimin şiddet açısından tutumlu olması gerektiği sözünü hatırlama zamanıydı.
Peki, bu sosyal hareketlerin temel özellikleri nelerdir onları eski siyasal hareketlerden hangi özellikler ayırmaktadır? Kapitalizmin ilk dönemlerinde belli ekonomik ve siyasal çıkarlar üzerinden örgütlenen belli bir sosyal sınıfa dayanan, devrim yaparak iktidarı ele geçirmek için merkezi şekilde örgütlenmiş işçi sınıfı hareketlerine eski hareketler denmektedir. “Bu hareketin içindeki işçiler, birer aktörden ziyade tarihsel bir zorunluluğu yerine getirmek için mücadele eden figürlerdir”. Melucci, eski tip sosyal hareketlerin aktörlerini “ tarih sahnesinde duruma göre kahraman ya da hain rolüne soyunan, fakat daima büyük ideallere yahut dramatik bir kadere yönelmiş trajik karakterler” olarak resmeder. Oysa yeni sosyal hareketler direniş hareketleridir, hedef iktidarı ele geçirmek değil siyasal özneleri hareketlendirmektir. Touraine’e göre günümüz hareketleri kendilerini devlet gücünü kontrol etme fikrinden ayrıştırdıkları ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi amaçladıkları için yenidir. Modern siyasal hareketler toplumsal, politik ve ekonomik alanı modern öncesi bir cemaat anlayışı içinde eritmeyi amaçlarken, yeni sosyal hareketler toplumun yapısal farklılaşmasını ve özerkliği savunmakta ve stratejik olmayan hareket için alan açmaktadır. Cohen, bu olguyu” kendini sınırlayan radikalizm” olarak adlandırır. Kurumsallaşma, toplumsal hareketi zayıflatan bir unsur olarak görülür. Bu tarz hareketlere gerekli örgütlenme tipi gerçekte esnek, hızla vakit kaybetmeksizin uyum yeteneğine sahip, otoriter ve hiyerarşik olmayan yapılanmalardır. Geleneksel bürokratik ve hiyerarşik örgütlere şüpheyle bakılır. Politik özneler, partilerle veya sendikalarla değil, hareketin hedefleri doğrultusunda kamuoyu ve medya desteği sağlamaya çalışan profesyonel sosyal hareket örgütleri ile mobilize olmaktadırlar. Eski hareketlerin “büyük liderler” eşliğinde merkezi örgütlenmeleriyle karşılaştırıldığında, yeni sosyal hareketler esnek ve adem-i merkeziyetçidir. Örgüte katılım bireyin iradesi dâhilindedir ve kararlar müzakere yoluyla alınır. Bu hareketler tek bir konuya bağlı birçok yan konu etrafında organize olmaktadırlar. Girişimler genelde yerel konular etrafında biçimlenmektedir. Fakat bu yerellik, ilişki ağları (gazete, yerel radyo, artık daha yaygın kullanılan internet vs.) ile birbirine bağlanabilmektedir. Bu nedenle yeni sosyal hareketlere örgüt tanımlamasından çok sosyal network tanımlaması da yapılmaktadır. Birçok harekete katılan Luciana Costellina bu durumu şöyle ifade eder ; “Biz bir hareketiz çünkü biz hareket ediyoruz”. Yeni sosyal hareketlerin toplumsal tabanını oluşturan öznelerin sınıfsal profili de farklılık arz etmektedir. Eski sosyal hareketler ekonomik olarak tanımlanan sınıf tabanına sahip iken, yeni hareketlerin toplumsal tabanı farklı sınıflardan oluşmaktadır. Eski hareketlerin öncüleri, işçileri ve orta sınıfı mobilize ederken, yeni sosyal hareketler, yeni orta sınıftan (genç nesil ve yüksek eğitim düzeyli gruplar) destek bulmaktadır. Bu yeni “orta sınıf radikalleri” daha genel hedeflere sahip ve sınıf farkındalığına sahip bir gruptur. Yeni hareketlerin toplumsal temelini yeni bir orta sınıfla açıklayan tezlere karşı, bu hareketlerin tabanının sınıfsal terimlerle açıklanamayacağını ileri süren görüşlerde vardır. Çatışma ve talepler tek bir sınıftan değil, farklı sınıflardan ve “sınıf olmayanlardan” gelen değişik unsurların toplumsal ittifakı sayesinde sahneye konmaktadır. Ayrıca kolektif hareketi tanımlayan grup kimliklerinin, artık sınıf kavramından statü, ırk, toplumsal cinsiyet ve millete kaydığı da ileri sürülmektedir. “Kişisel olan politiktir” sözü doğrultusunda modern hayatın dışladığı tüm kimliklerin kendi farklılığını görünür kılma, haklar alanını genişletme ve alternatif bir yaşam alanı inşa etme politikası yeni hareketlerin temel yönelimlerinden birini oluşturmaktadır. Yeni radikallere göre kapitalizm “Büyük Birader” değildir; her birimizde cisimleşmiş bir değerler sistemidir. Kapitalizm tarihsel bir sıçrayış değil, bir uygarlık biçimidir, hepimizin parçası olduğu düşüncenin, kültürün, yaşamın uzun güzergâhıdır. Yeni direniş özneleri bu bağlamda, sistemi değil, sistem içindeki yerlerini sorguluyorlar. Hazır bir düşünme olmaktan çok bir duygu, şekillenmiş bir eleştiriden çok bir “ikrah” dalgası. “Direnmek yaratmaktır” diyordu filozof Gilles Deleuze; yani, “olmasını gereken”i bir yana bırakıp “yapılması gereken”e geçişi sağlayan sayısız deneyim geliştirmek. Özetle yeni direniş politikası bir “şimdiki zaman” politikasıdır. “Artık soru, tehlike altındaki hayat tarzlarının nasıl savunulacağı ya da yeni tarzlarının pratiğe nasıl aktarılacağıdır. Kısacası yeni çatışmalar bölüşüm probleminden kaynaklanmamakta, hayatın grameri konusunda yoğunlaşmaktadır”. Günümüzün radikalizmi kapitalizmin ötesinde yer almaktadır, sadece kapitalizmle çatışma içinde değil.
Yeni Sosyal Hareketlere Yönelik Eleştiriler
Kimi eleştirmenlere göre bu yeni toplumsal hareketler sanılanın aksine yeni olmayıp kökleri 19. yüzyıla kadar dayanmaktadır. “Siyasal ve ideolojik dayanakları, üslupları bakımından 1960’ların sosyalizan/anarşizan hareketlerine” dayanmaktadırlar. Yani “alttakilerin küreselleşmesi” 1968 deneyimlerinin (kadın hareketi, çevreci hareket, hayat komünleri, barış hareketi) bir devamı olma özelliğini korumaktadır. Modern toplumsal yapının farklı kimlik ve eğilimler yönünde çözülmesi, ekonomik ve politik sorunların küresel bir boyut kazanması yeni hareketlerin esnek ve yerel örgütlenme modellerini tercih etmeye götüren zorunlu bir sonuç olarak görülmektedir. Aşağıdan küreselleşme hareketinin daha merkezi bir küresel yapıyı değil, bunun yerine aşağıdan özörgütlenmeye dayalı bir yapıyı gerektirdiği ortaya çıktı. Gerçekte, kürsel bir bağlantıyı mümkün kılan yeni örgütlenme formları doğdu. Bunlar, bazı örgütçü dehaların parlak fikirleri değil, yeni duruma yanıt veren çok sayıda insanın eseriydi. Bu yeni oluşan örgütlenme formu çoğu kez uluslar arası sivil toplum, hükümet dışı kuruluşlar ya da uluslar arası savunma ağları gibi terimlerle anılmaktadır. Bu yeni hareketlerin bir iktidar ve sınıf perspektifinin olmadığı, kimlik politikasının veya orta sınıf gençliğinin tüketim kültürüne yönelik nihilist tepkilerinin kapitalizmin yarattığı derin toplumsal eşitsizliklerin altını oyamayacağı eleştirilerini de beraberinde getirmektedir. Bu görüşe göre politik mücadele, en alttakilerin eylemi haline dönüşmedikçe verili muhalefet iktidar için “zengin beyaz çocukların iyi kalpli eylemleri” olarak kalacaktır. Marksist cepheden gelen diğer eleştirilerden biride, sermayenin kürselleşmesinin doğurduğu çetrefilli sonuçlarla ancak bütünlüklü bir analiz gücüne sahip Marksizmin başa çıkabileceğidir. Arif Dirlik’e göre “Kürenin günümüzdeki biçimlenişini analiz etme de Marksist teorinin ortaya attığı görüşler büyük önem taşımaktadır”. Eylemlerin nizami bir disiplinden uzak, merkeziyetçi olmayan karakteri ve protestoların davullu, zurnalı bir karnaval havasında olması çoğu kez “küresel palyaçoluk” olarak nitelendirilmiştir. Michael Mann’a göre, “toplumsal sorunlara yönelik yeni çözümler karakteristik olarak, ne devrim, ne de reform yoluyla ortaya çıkıyor. Yeni çözümler, daha ziyade, Hâkim kurumların içindeki gedik ve yarık yerleri olarak adlandırılan alanlarda gelişiyor. İlk önce marjinal konumda olanlar, daha sonra bu kurumları zayıflatmalarına olanak sağlayacak yollarla bir araya gelip birleşirler ve statükonun yeniden düzenlenmesini zorlarlar”. Hareketin birleştirici amacının, “insanların ve gezegenin hayatta kalabilmesine ve güvenilir bir gelecek şekillendirmeye başlamasına imkân tanımak için devletler, pazarlar ve şirketler üzerinde yeterli demokratik kontrol sağlamak” olduğu bu bağlamda yeni hareketleri tüm iktidarı ve kapitalizmi aşan bir potansiyele sahip hareket olarak görmenin yanıltıcı olacağının da altı çizilmektedir. Sosyal forumlarda tüm grupları oluşturan bireylerin karar alma süreçlerine katılma imkânsızlığı, hareketin dünya konjöktürüne bağlı bir seyir izleyip kalıcı bir gündeminin olmaması, yerler arası dayanışma ve ortak eylemler oluşturmanın ekonomik ve fiziki mesafelerden kaynaklanan zorlukları hareketi bekleyen sorunlar olarak varlığını korumaktadır. Kısacası eylemler, isyanlar, devrimler gibi çeşitli direniş örüntüleri, farklı zaman ve mekânlarda değişik hal ve biçimler alsa da “yaşanılan tarih”te hep var olmuşlardır ve olmaya devam edeceklerdir. John Walton’a göre yeni sosyal hareketlerin üzerine çalıştıkları “büyük ders, yeni bir küresel siyasi bilincin doğuşudur ki bu bilinç, yerli halkları, köylüleri, şehirli yoksulları kucaklayan tutarlı bir küresel adalet kodu” yaratmaktır. Yazıyı Arif Dirlik’in bir sözüyle bağlayacak olursak “ütopyalardan korkmak, gidecek yönün olmaması endişesini de beraberinde getirir. Tasavvur etmeyi öğrenmemiz gereken ütopya daha adil bir dünya umudunda gizlidir”.
Kaynakça:
1)- Toplumsal Hareketler, Tarih, Teori ve Deneyim - Derleyen: Y. Doğan Çetinkaya – İletişim Yayınları
2)- Küreselleşme, Direniş, Ütopya, Yeni Toplumsal Hareketler – Kalkedon Yayınları
3)- Orta Sınıfın İsyanı – Boris Kagarlitski – Phonenix Yayınları
4)- Toplumsal Hareketler, Dipten Gelen Dalgalar (1750-2005) – Wıllıam G. Martin – Versus Yayınları
5)- Yeni Sosyal Hareketler, Teorik Açılımlar – Derleyen: Kenan Çayır – Kaknüs Yayınları
6)- Direnmek Yaratmaktır – Miguel Benasayag - Florence Aubenas – Versus Yayınları
7)- Aşağıdan Küreselleşme – Jeremy Brecher, Tim Costello, Brendan Smiıth – Aram Yayınları
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)