18 Kasım 2019 Pazartesi

“Gelmesi Kesin Olan Tek Şey Ölümdür Albay'' - Ramazan Kaya



"İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır"

Gabriel Garcia Marquez Albaya Mektup Yok kısa romanını veya uzun öyküsünü 1956'da tamamlamış olsa da ancak 1961'de yayınlatabildi. Bu romanın, yazarın “sosyalist gerçekçi" ya da "yeni gerçekçi" (büyülü gerçekçi hiç değil) döneminin en başarılı eseri olduğu söylenebilir. Günümüzde birçok eleştirmen tarafından kısa bir şaheser olarak kabul edilmektedir. Gabriel García Màrquez’in 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmesinde, hiç kuşkusuz Albaya Mektup Yok’un da payı vardır. Yetmiş beş yaşındaki bir albay ile kronik astımlı karısı Kolombiya'nın kuzeyindeki ormanların derinliklerinde, nehir kıyısındaki ücra bir kasabada sefaletle boğuşmaktadırlar. Albay "Bin Gün Savaşı" sırasında liberal ordusunda yer almış , elli küsur yıl önce baskıcı ve demokrasi karşıtı muhafazakâr rejim güçlerine karşı çarpışmıştır verdikleri son on beş senedir yeni hükümetlerden birinin o katliamdan sağ kurtulanlara vaat ettiği emekli aylığının müjdesini beklemektedir. Yani neredeyse tam altmış yıldır beklemekten başka bir şey yapmamıştır albay. Beklemek, elbette, üçüncü dünya ülkelerindeki çaresiz insanların kaderine dönüşmüştür ancak bir albayın kabullendiği bir durum olarak düşünülmemektedir. Emeklilik mektubunu bekleyen albaya posta şefi şöyle der: "Gelmesi kesin olan tek şey ölümdür albay." Sömürgelerde, dünyanın safrası coğrafyalarda, ölüm yıldırım hızıyla ulaşan tek haberdir yoksul hanelere. Güzel olan her şey sonsuz bir bekleyiştir, umut, Kaf dağının ardına ertelenmiş bir masal kipidir. Şairin "bir sabır geleneğidir doğu'da akşam" dizesindeki “doğu”, tüm kimsesizlerin ülkesidir bir anlamda.

İhtiyar çift, beraber geçen bir ömrün ardından, hâlâ birbirlerine olan sevgi ve saygılarına rağmen birçok konuda ters düşmüşlerdir artık. Hikaye ilerledikçe, çiftin tek çocuğu olan ve terzilik yaparak ailenin geçimini sağlayan Agustin’in, “yasadışı” siyasi faaliyetlerinden ötürü dokuz ay önce askerler tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Albayın karısı haklı olarak: "Biz de oğlumuzun yetimleriyiz" der. Çünkü, sefaletten ve aşağılanmaktan ibaret yaşamlarının sebebini Agustin'in yokluğuna bağlamaktadır annesi. Agustin bir ekek çocuk olarak yaşıyor olsaydı şayet, bu sefil, yetim hayatı yaşamayacaklarına inanmaktadır. Devletin,  politik gençleri sistematik bir şekilde yok ettiği tüm coğrafyalarda olduğu gibi onların da ocaklarına ateş düşmüştür, en büyük yatırım kaynağı olarak gördükleri çocuklarının ellerinden alınmış olması, onları güvencesiz ve belirsiz bir geleceğe mahkûm etmiştir. Ünlü psikoterapist Irvin D. Yalom Aşkın Celladı kitabının "Yanlış Çocuk Öldü" öyküsünde bu konuda dikkate değer bir tespitte bulunur: “Anne veya babayı ya da çok eski bir arkadaşı kaybetmek çoğu kez geçmişi kaybetmektir: ölen kişi çok eski dönemlerin değerli olaylarının yaşayan tek tanığı olabilir. Ama bir çocuğu kaybetmek geleceği kaybetmektir: kaybedilen, kişinin yaşam projesinin ta kendisidir – ne için yaşadığı, gelecekte kendini nasıl tasarladığı, ölümü aşmayı nasıl umut edebileceğidir (insanın çocuğu aslında onun ölümsüzlük projesidir). Bu durumda, mesleki dilde, anne babanın kaybı “obje kaybı” (obje insanın iç dünyasının oluşumunda etkili bir rol oynamış kişidir) iken çocuğun kaybı "proje kaybı"dır (yaşamın yalnızca nedenini değil nasılını da ortaya koyan belli başlı, düzenleyici yaşam prensibinin kaybı). Bu durumda çocuk kaybının katlanılması en güç kayıp olmasına, birçok anne babanın yıllarca yas tutuyor olmasına, bazılarının hiçbir zaman kendilerine gelememesine şaşmamak gerekir". (syf,158)
Kadın hala oğlunun yasını tutsa da yaşam mücadelesi söz konusu olduğunda siyasetin bir kenara bırakılması gerektiğini düşünmektedir ve albaya bu konuda sürekli gerçekçi davranmasını telkin etmektedir. Yiyecek bir lokma yemekleri yoktur, oysa dövüş horozunu satmaları durumunda birkaç yıl kıt kanaat da olsa yaşamlarını idame ettirmeleri mümkündür. Horoz albaya göre oğlunun anısını yaşatan bir sembol iken, karısının gözünde erkek şiddetini ve sonu ölümle sonuçlanan siyaseti temsil etmektedir. Kadın, elinden beklemekten başka bir şey gelmediği için albayı aşağılarcasına, "Umut karın doyurmaz” der. Albaysa buna, "Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar" karşılığını verir. Albay, oğlunun katledilmesinden ötürü siyaseti unutmanın imkansız olduğunun, onur sahibi olmanın bu dış baskılara direnmekten geçtiğinin farkındadır. 


"Doğru,” diye içini çekti albay. Hayat şimdiye kadar icat edilen en güzel şey"

Romanın merkezindeki dram Agustin'in dövüş horozuyla ilgilidir, albay kendisine miras kalan ve şampiyonluk potansiyeli olduğu söylenen horozu istemeyerek de olsa evine alır. Agustin’in kendisi gibi terzi olan arkadaşları da yasa-dışı siyasetin özneleridirler, bu güçlü horozun geleceğini önemsemektedirler. Horoz hem onlar hem de kasabadaki herkes için bir direniş ve umut simgesine dönüşmüştür. Albay başta giderek büyüyen bu beklentileri görmezden gelmeye çalışsa da, Zamanla oğlunun anısını yaşatmak ve onun intikamını sembolik biçimde de olsa almak için kasabanın siyasi arzularını benimser. Bu uzun öyküde, Gerald Martin'in de dikkat çektiği gibi: “Garcia Marquze’in dönemin sosyalist ideolojisini benimsediği artık son derece belirgindir. Horoz aslında ümidi, güveni, direnişi, iyimserliği ve insanlık onurunu simgeler; hayatta kalışı "yanlış bilinç" kavramına katkıda bulunan iki faaliyet (spor ve kumar) aracılığıyla insanları bilinçlendirmektedir." (Gerald Martin, Gabriel Garcia Marquez'e Giriş, Can Yayınları, s.64) Çekilen ekonomik sıkıntılara temelli bir çözümün bulunmadığı hikâye, isimsiz albayla eşi arasındaki sert bir diyalogla bir çok gelişmeyi belirsizliğe terk ederek son bulur: Eşinin, bir kez daha öfkeyle "peki ama o arada ne yiyeceğiz'' sorusuna, albay: "Elinin körünü'' diye yanıtlar. Albayın bu keskin cevabı aslında bahtsız eşinin çenesini kapatmak arzusu taşımamaktadır, yıllardır ''elinin körünü yemiş" oldukIarı gerçeğini teslim etmekten ibarettir. Yaşamları baştan sona bir aşağılanmadır; samimi anlamda onurlu bir yaşam sürebilmelerinin yolu göstermelik davranmayı bırakarak gerçekleri dürüstçe kabullenmekten geçmektedir. 

Marquez, hikâyesini askeri diktatörlük atmosferi üzerinden kurgulamıştır. Sıkıyönetim koşulları hikâyenin her ayrıntısına sirayet etmiştir. Gece on birden sonra sokağa çıkma yasağı vardır, gazeteler sansürlüdür, seçimler yapılmamaktadır, filmler kendi arasında sınıflandırılmakta, rahipler sinema girişlerini gözetlemekte, kamusal alanlarda siyaset konuşulmamakta, doğru haberlere ancak el altından dağıtılan dağıtılan broşürler sayesinde ulaşılmaktadır ve çok risklidir. Faşizm ve korku ülkeyi kuşatmış durumdadır. Hikâyenin giriş bölümünde kasabanın davulcusunun cenaze törenine gitmeden önce albay, "Bu cenaze özel bir olay, yıllardır gördüğümüz ölümler arasında doğal nedenlere dayanan ilk ölüm bu'' der. Tasvir edilen atmosfer, Kürdistan'da yaşananlara ve yaşanmaya devam edenlere fazlasıyla benzemektedir. Ölüm şeklimiz yaşadıklarımızın aynasıdır. Sömürgelerde ve askeri diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde ölüm karşısında eşit olma ideali elbette ortadan kalkmıştır, onurlu insanlar açısından “doğal ölüm” bir lükstür. Hiç kimse adıyla, hayalleriyle, sevdikleriyle varolmuş bir birey olarak sıcak yatağında ölme imkanına sahip değildir. Onlar, barikatlarda, çapraz ateşe alınmış varoş evlerde, karanlık işkencelerde, sokak ortasında devlet kurşunlarıyla katledilenlerdir. Onlar, vahşice söndürülen ve hiçbir şekilde korunmayan yaşamlardır, yaşamları yaşam sayılmayanlardır. Onlar, isimsiz ve yüzsüz ölümlerdir. Onların adları, yüzleri, izleri ve kişisel tarihleri yoktur. Onlar, yası tutulmayanlardır, çünkü yaşamları yaşam vasfını taşımaz, kaydı tutulmaz. Yasları tutulmaz, çünkü zaten hep kayıptırlar, ya da hiç olmamışlardır. Yaşam ile ölüm arasında askıya alınmış hayatlardır. Onların varlığı egemen insan tanımına oturmaz, devletin ve kapitalizmin insanlık kategorisinden çoktan çıkardığı, ölü kabul ettiği, iktidar karşısındaki en çıplak, en korumasız ve en kırılgan hayatlardır. 

Gabriel García Màrquez’in yazdıkları, "içinde bir kıtanın ruhu titreşen" bir edebiyattır. 1967'de yayınlanan Yüzyıllık Yalnızlık, halen Latin Amerika'nın tarihî kimliğini ve çıkmazlarını en iyi özetleyen roman olarak görülür. Bu talihsiz kıtanın ardı arkası kesilmeyen darbeler ve devrimler tarihini, sömürgeciler tarafından talan edilen mirasını, kıtaya yönelik Avrupa-merkezci körlüğü, şiddet kültürünü, tropikal yağmurlarını, sahipsiz cenaze törenlerini, tutkulu aşklarını, hüznünü, yoksulluğunu onun kadar etkili anlatan ikinci bir Güney Amerikalı yazar bulmak neredeyse imkansızdır. Yazdığı her roman, dünya edebiyatının tarihine canlı bir bellek gibi kazınmıştır. Çocukluk deneyimlerinden harekette bir mekanı yeniden yaratmakta hünerinin sınırı yoktur. Her eserinde farklı bir özelliğini işlediği "Macondo" kenti, tüm okuyucularının hafızasında unutulmaz bir yer edinmiştir. Kıtanın tarihindeki belli dönüm noktalarını ve siyasi olaylarını ele almakla kalmamış, insan olmanın anlamını da geniş ve derinIemesine irdelemiştir. Sömürge geçmişi olan ülkelerde sayısız yazarı etkileyen referans bir isim olmuştur. 1982 yılında StockhoIm’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul ederken yaptığı konuşmada insanları, doğduğu yer olan ve artık kendini bir temsilcisi olarak gördüğü Latin Amerika kıtasıyla daha fazla duygudaşlık kurmaya çağırdı. Kıtanın halen doğru düzgün tanınmadığını ve görmezden gelindiğini, sahiden büyülü olsa da bu büyünün saçmalık seviyelerine varmadığını, koridorları mutsuz hayaletlerle, dolaplarıysa iskeletlerle dolu Avrupa'nın bin yılda ulaştığı seviyeye Latin Amerika'nın iki yüz yılda yetişmesinin beklendiğini, kıtanın kültürel ve siyasi açıdan çarpık bir biçimde sürekli Avrupa standartlarıyla değerlendirilmesinin yanlış olduğunu dile getirdi. Kıtanın diktatörlerine karşı gerçeği söylemekten, kıta halkına olan güvenini vurgulamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Başkan Babamızın Sonbaharı romanında tiran nihayet ölür. Durumun halkın gözünde nasıl göründüğünü şöyle aktarır: "Hayatın asıl yüzünü bilmeyen gülünç bir zorba, bizse sizin kanlı canlı ve geçici olduğunuzu aklınıza bile getirmekten ürktüğünüz hayatı doyumsuz bir tutkuyla seviyorduk."

García Marquez her fırsatta, “Yazar devrime ancak iyi yazarak hizmet edebilir" diyerek muhalif aydınları, kendini davaya adamış solcuları çileden çıkarttı. Ama o bu sözlerinde gayet samimidir. Ona göre, dünyanın gerçeklerini edebiyat yeteneğiyle birleştiren bir yazarın başka bir gerekçeye ve misyona ihtiyacı yoktur. Edebi inceliğin süzgecinden geçmiş bir gerçeklik tek başına fazlasıyla devrimcidir zaten. 

(Yazı, Kırık Saat Dergisi'nin 1. sayısında yayınlanmıştır)
x

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Kandan Adam: Diyarbakır'ın Bedenine Kanla Basılan Mühürlerin Bir Tarihi - Ramazan Kaya



"Büyük devletlerin büyük arşivleri ve yalnızlıkları olur"

Kürt edebiyatçıların Türkçenin sınırları içerisinde kazıdıkları minör edebiyat kuyusu gittikçe derinleşiyor, bu yazarların Kürdistan'ın kanlı tarihine, katı gerçekliğine, puslu belleğine dair yazdıkları romanlar, bu kuyudan fışkırmaya, bu çorak egemen dili, bu çölleşmiş kültürü sulamaya devam ediyorlar. Milan Kundera'nın dikkat çektiği gibi, insanın sadece ruhundaki canavarlara karşı mücadele ettiği son huzurlu zamanlar artık geride kalmıştır. Kahir zamanların romanlarında canavar dışarıdan gelmektedir ve adı da elbette tarihtir, tarihin hesaplaşılmamış yüküdür. Sömürgeci tarihsel koşulların iç dürtüleri, sevgiyi, geleceği hiçbir ağırlıkları kalmayacak biçimde ezdiği bir coğrafyada insanın önünde hâlâ ne gibi olasılıklar vardır? Edebiyat bu yüzyılda belki de yaklaşan sonu, kopan kıyametleri duyuran son çığlık olmak zorunda kalmıştır. Zaten roman tarihi bir bakıma kaçırılmış fırsatlar, işitilmemiş çağrılar mezarlığı değil midir? Ancak romanın, tarih veya bugün hakkında bir hüküm verme, el çabukluğuyla bir sonuca bağlama derdi yoktur. Onun derdi varoluş alanıdır. “Varoluş ise olmuş bitmiş bir şey değildir, insani olabilirliklerin alanıdır, insanın olabileceği her şey, yapabileceği herşeydir. Romancı ne tarihçidir, ne de peygamber. O varoluşun kâşifidir". (Milan Kundera, Roman Sanatı, syf.50) “Kandan Adam” romanının temel dertlerini ele alırken uzun bir zamandır üzerine mesai harcadığım ve roman sanatına bakışımı derinden etkileyen Kundera’nın sesi de bana dostça eşlik edecektir.

Abdullah Aren Çelik'in “Kandan Adam” romanı, kanla sulanan, katliamlarla yönetilen bir coğrafyanın hem dünü hem bugünü hem de sömürgeci devlet erkanının bu coğrafyadaki yabancı, hukuksuz, karanlık silueti hakkında çıplak bir metin. Aslında roman bir polisiye roman havasında da okunabilir. Devletin tozlu arşivlerine kaldırılan cinayetler, üstü örtülmeye çalışılan devlet suçları, görünmez kılınmaya çalışılan bir tarih, Diyarbakır’da cinayet masasında çalışan ancak artık süngüsü düşmüş, gözden çıkarılmış bir polis şahsında çözülmeye, aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Ahmet Boz, soyadı gibi boz bulanık yılların, faili meçhul cinayetlerin, işlence tezgahlarının, olağanüstü hallerin yani kısacası devletin kendini adeta tanrılaştırdığı 90'lı yıllarda Diyarbakır'da görevini yerine getirmeye çalışan, bu kentteki çıplak zulme, hukuksuzluğa ve sefalete onay vermeyen bir "iyi polis" tir. Eşi Gülhan'la yürüttüğü mutsuz evlilik, hiçbir duygu ve vaadin kalmadığı zamana yayılmış bir intihara dönüşmüştür, soruşturduğu cinayetin cumhuriyet tarihinin kuruluş aşamasındaki suçları ve sırları açığa çıkarma ihtimali barındırmasından ötürü görevden alınıp emniyetteki sıradan bir arşiv memuruna dönüşmesine yol açmıştır ve bütün bu sırların ve mutsuzluğun ortasında mutlu ve kudretli günlerine dönmek için çabalayan yalnız, mutsuz ve devletin karanlık gölgesini, soğuk namlusunu her an ensesinde hisseden bir polistir Ahmet Boz. Ahmet Boz'un iç dünyasında kopan fırtınalar, eşiyle yaşadığı sevgisiz ve güvensiz ilişki, kente uyum sağlama gayreti romanın ana eksenini oluştursa da, Diyarbakır’ın tekinsiz sokaklarına açılan kapılardan; bir kentin 90'lı yıllar boyunca yaşadığı bütün hukuksuzlukları, günlerce süren çatışmaları, kuşatılmayı, korkunun ve muhbirliğin egemen olduğu ilişkileri, sokak ortasında öldürülen insanları, her köşebaşından akan sefaleti görmek ve hissetmek mümkündür. 

Bütün sömürgelerde olduğu gibi Kürdistan'da da nekro-iktidar, yani öldürme hakkı/siyaseti hakimdir ve bu iktidar denetimsiz bir biçimde işler. Egemen öldürme hakkı, sömürgelerde hiçbir yasaya tabii değildir. Sömürgelerde, egemen herhangi bir zamanda ve herhangi bir nedenle öldürebilir. Sömürgedeki savaş durumu hukuki ve kurumsal yasalara tâbi değildir, görünmez bir biçimde işlemez; bütünüyle çıplak ve açıktır, göz göre göre yapar ve öldürür. 90'lı yıllarda Diyarbakır’da yaşamak zordur. Çelik'in romanda belirttiği gibi: "Meşakatli bir şeydi Diyarbakır’da yaşamak. Hayatı anlamsız kılan kötücül ne varsa orada bulmak mümkündü, zira insanın bu kadar çok ölümle sınandığı başka bir şehir bulmak mümkün değildi herhalde”. Roman bir yönüyle Kürdistan'ın yakın dönem tarihinin bir özetidir. 90'lı yıllarda aynı üniversitede aynı ortamı birlikte soluduğumuz yazar, bu yıllara yakından tanıklık eden bir canlı bellek olarak kalenin içinden, en ıssız köşelerinden konuşmaktadır. Ahmet Boz karakteri, devletin demir yumruğunu değil, çözülen, değersizleşen, kimliksizleşen egemenliğini sembolize eden silik bir karakterdir. Onun egemenlik aynasından bu toprakların nasıl yansıdığı, bir polis ailesinin bir sömürgeye nasıl ve kimler aracılığıyla entegre olduğu belki de anlaşılmaya değer bir mevzudur. 

Günün birinde bu romandan alınan ilhamla bu topraklarda devlet erkanını temsil eden aktörlerin ailelerinin ne yaşadığı, burayı nasıl anlamlandırdıkları, buralardaki dehşetin onların ve çocuklarının dünyasını nasıl biçimlendirdiği, hangi kimliklerle halkla iletişim kurdukları, okula devam eden çocuklarına her gün neler telkin ettikleri araştırılmaya değer verimli bir saha olabilir. Üstelik bugüne dek savaşın farklı cephelerinde aktif bir şekilde yer almış öznelerin anılarını, travmalarını ve "şehit ailelerini" aşan bir çalışma pek yürütülmedi. Devletin bu topraklarda hükümet binalarından, karakollardan, polis ve asker lojmanlarından ibaret kapalı devre dünyasının ardında neler yaşandığını bilmek, bu sömürgedeki egemenlik ilişkilerini tüm yönleriyle anlamanın önemli bir anahtarı olabilir. Bugüne dek bu konularda yazılmış romanların önemli bir bölümünün bu egemenlik ilişkilerini nefret edilen bir dünyanın basit bir suç dökümüne indirgediğini, egemen kişi ve durumları afiş yavanlığında ele aldıklarını hesaba katacak olursak bu romanın açtığı patika daha da önem kazanmaktadır. Ahmet Boz karakteri özellikle politik Kürt okuyucusunu muhtemelen öfkelendiren bir karakter, bir polis memurunu gereksiz yere sevimli gösteren bir çaba olarak görünecektir, "biz bu topraklarda böyle bir polise hiç denk gelmedik" şeklinde tepkilerine yol açacaktır. Ancak roman dünyası zaten ikili karşıtlıkların belirgin biçimde ayrılmasına izin vermeyen, çok anlamlı ve görece bir dünya üzerine kuruludur. Her romancı, tüm romanlarını birer fikir yürütme veya düşünsel sorgulama aracı olarak gördüğü için, belirsizliğin diline ihtiyaç duyar. Aksi halde roman, belli bir söylemin, ideolojinin tarafında olan, angaje romana indirgenir. Bir romanın tek varolma nedeni, ancak bir romanın keşfedebileceği şeyi keşfetmektir. Bir makale veya deneme aracılığıyla aktarılması, özetlenmesi mümkün bir gerçekliğe edebiyat asla alet edilmemelidir. "Dostum durumlar senin düşündüğünden daha karışık'' cümlesi, romanın ezeli gerçeğidir. Romanın tek varoluş nedeni, sadece romanın söyleyebileceği şeyleri söylemektir. Mutlak kötülüğün ve mutlak iyiliğin temsiline soyunmuş karakterlerin savaşımından roman çıkmaz, çıksa çıksa efsaneler çıkar, mitolojiler çıkar, kahramanlık menkıbeleri çıkar, dilden dile dolaşan kıssadan hisseler çıkar ama edebiyat çıkmaz. Üstelik dünya, iyi ve kötünün net biçimde tanımlanıp birbirinden ayrıldığı ve bu sabit ikili karşıtlık üstünden anlamdırılabiIeceği bir sahne değildir. İnsan hayatının bütün gizemi, iyilik ile kötülük arasındaki sınırla doğrudan temas halinde bulunmasında, bu sınırlar arasındaki mesafenin sanıldığı kadar uzak olmamasında yatmaktadır. Görünmez itkilerimiz, bilinçaltımız ve tesadüfler, yürüdüğümiz düz yaşam yolundan bizi saptırır, bambaşka yollara sapmamıza yol açar. Tek bir gerçek üzerine dayalı dünya ile romanın çok katmalı ve göreceIi dünyası birbirinden tamamen farklı bir hamurdan yoğrulmuştur. Dolaysıyla dünyanın totaliter gerçeklik anlayışı, göreceliği, kuşkuyu, sorgulamayı tanımaz ve romanın ruhu dediğimiz şeyle asla uzlaşmaz. Edebiyatın gücü, en uç özgürlük yoksunluğunda bile kapının çatlaklarından sızan ışığı görebilmesinden, ideolojilerin gözleri kör eden ışığının görünmez kıldığı karanlık sokaklara korkusuzca dalmasından gelmektedir. Kundera'nın dediği gibi: "Bu çağdan, girdiğimiz kadar budala çıkmak istemiyorsak, dava ahlakçılığının kolaycılığını bir yana bırakmamız, insan kimliğiyle insan ilişkin olarak bildiğimiz bütün gerçeklikleri yeniden gözden geçirmek pahasına olsa bile, onu sonuna kadar düşünmemiz gerekmektedir." (Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s.228)

"Tarihin gözyaşları olsaydı, şüphesiz insanlık sular altında kalmıştı"

Roman genel itibariyle Diyarbakır'da kurulan egemenlik tarihini üç ana kesit halinde bir cinayet bağlamında ele alan bir kazı çalışmasıdır aslında. Bu egemenliğin ilk ayağı Diyarbakır'ın İran'ın hegemonyasından çıkıp Osmanlının egemenliğine dahil olduğu dönemdir, ikincisi Cumhuriyet'in kuruluş aşaması, üçüncüsü de kanlı 90'lı yıllardır. Bu üç tarihsel kesit üzerinden ve sürekliliğini koruyan bu kanlı egemenliği bir sarkaç misali işleyen roman, unutuluş çölünden geçmiş bir halkın belleğini geri çağırmaktadır. Diyarbakır'daki sömürgeci tahakküm tarihinin aydınlatılmasında, romanın Diyarbakır'daki darağaçları ve toplu mezarlar silsilesi bağlamında andığı şair Bitlisli Kemal Fevzi, özel olarak incelenmeye değer bir tarihi şahsiyettir. Hizanizade Kemal Fevzi olarak da bilinen Kemal Fevzi, 1891 yılında BitIis'in Hizan ilçesinde doğmuştur. Babası Reşit bey Osmanlı döneminde uzun yıllar savcılık yapmıştır. 1912 yılında Balkan Savaşı'nın çıkmasıyla birlikte genç bir teğmen olarak savaşa katılmış, Yanya cephesinde bir şarapnel parçasıyla ayağından yararlanınca genç yaşında malulen emekliye ayrılmak zorunda kalmıştır. Savaşın ardından İstanbul'a dönen Kemal Fevzi'nin turancı, ittihatçı fikirlerinde köklü değişiklikler olmuş, Kürt dernek ve cemiyetleri ile yakın bir ilişki içine girerek bir Kürdistan aydınına dönüşmüştür. Kürdistan Muhibban Cemiyeti ve Hevî Derneği'nin bir dönem yöneticiliğini de yapan Kemal Fevzi, Jîn, Kürdistan ve Hevî dergilerinde yazılar yazar, Abdullah Cevdet Bey ile Hevî ve Jîn'in Türkçe sayfalarını hazırlar. Birinci Dünya Savaşı ve mütareke yıllarında Kürdistan Teali cemiyeti içerisinde çalışma yürütür. Kemal Fevzi'nin aynı zamanda Cibranlı Halit Bey'in kurucusu olduğu Azadî örgütündede yer aldığı biliniyor. Cumhuriyet döneminde 150'likler Iistesinde ismi yer alan Kemal Fevzi, Güney Kürdistan'a giderek Şêx Mahmudê Berzencî ile birlikte çalışma yürütür, ünlü Kürt isyancı Simko Axa ile de sıkı ilişkiler geliştirir. Burada İngilizler tarafından yakalanarak uzun süre tutuklu hayatı yaşar. Yoğun işkence ve baskıların ardından İstanbul'a kaçar, İstanbul'dan Avrupa’ya kaçmak isterken yakalanır. Şeyh Said isyanı nedeniyle kurulan istiklal Mahkemeleri'nde bölücülük suçundan yargılanan Kemal Fevzi, Mahmut Tevfik ve Seyyid Abdülkadir'in de içinde bulunduğu altı arkadaşıyla birlikte idama mahkum edilir. 24 Mayıs 1925 günü sabah 04:53'te Diyarbakır Ulu Camii önünde idam edilir. Kemal Fevzi'nin üçü yayınlanmış, ikisi yayınlanmamış toplam beş kitabı bulunuyor. Ordudan Bir Ses, Elem Çiçekleri, Kahraman Orduya Armağan, Ölmeyen Sevgi ve Kanlı Yurt (şiir) bilinen kitaplarıdır. Romanda Kemal Fevzi'nin delirmiş doktor kardeşi Law Reşit, halk arasında üryan dolaşarak Wilson' un "her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır" sözünü hatırlatmaktadır. 

Tarihi yazımı dediğimiz şey de belleğin toplumsal işlevinin bir neticesidir. Tarih yazımı toplumsal bellieğin neleri unutup neleri hatırlaması gerektiğine karar verilerek yapılan bir iktidar düzenlemesidir. Resmî tarihin neleri kaydedip neleri etmeyeceğine de toplumsal öncülerin ideolojisi, güç ilişkileri ve zaman ruhu karar verir. Dolaysıyla tarih, toplumsal belleğin dönüştürülmüş, yeniden kurgulanmış bir yazımıdır. Genel itibariyle egemen ulus tahayyülü, o ulusun tarihi suçlarını, sabıkalarını unutmaya dayalı bir tahayyül iken, ezilen ulus tahayyülü, maruz kaldığı vahşetleri, katliamları, sürgünleri ısrarla hatırlamaya dayalı bir tahayyüldür. Kısacası egemen ulus unutarak, ezilen ulus hatırlayarak ulus olur. Dolaysıyla roman, unutuşun yok edici gici karşısında karşısında belleğin korunaklı kalesidir. Bir romana giren her cümle ve detay kayıt altındadır, yazarın zamana var unutuşa karşı zaferidir. Milan Kundera'nın “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı” romanında Mirek karakterine söylettiği gibi: "Gelecek kimsenin umurunda olmayan alansız bir boşluktur, geçmiş ise yaşam doludur, kızdırır, başkaldırtır, yaralar; o kadar ki, bu yüzden onu yok etmek ya da yeniden yaratmak isteriz. Geleceğe egemen olmak istenilmesinin nedeni, geçmişi değiştirecek güce sahip olmaktan başka bir şey değildir." (s. 34) Şüphesiz hatırlamak geçmişin değil bugünün meselesidir. Kapanmayan yaraların, yarım kalmış hesapların, intikam arzularının, kefareti ödenmemiş günahların ve zaptedilmek istenen geleceğin bir meselesidir. Platon, hatırlamayı, "artık olmayan bir şeyin şimdiki zamanda yeniden temsili" yani eikon olarak tanımlar. Bu tanım belleğin imgelemle, hayal gücüyle, ve kurguyla ilişkisini ortaya koyar. Artık varolmayan bir şeyi, şimdiki zamanda yeniden temsil etmek demek, o şeyi imgelem yoluyla yeniden üretmek (reproduce) demektir. 

Tam da bu noktada roman tarihi insanlık tarihinden intikam almak değilse başka nedir zaten? İnsanlık tarihinin kişiliksizliği, zulmü, sevgisizliği karşısında insanın intikamıdır. Tarih denilen bu hiçbir hükmü ve geçerliliği kalmamış otoriteye güvenmek, tanıklığını istemek, hakkımızdaki hakikati sergileyecek kaynak olarak görmek için hiçbir nedenimiz kalmamıştır artık. Oysa, "Roman tarihinin Hegel'in insanlık dışı aklıyla hiçbir ilişkisi yoktur; ne önceden saptanmıştır, nede ilerleme düşüncesiyle özdeştir; tamamen insanidir, insanlar tarafından yapılmıştır, bazı insanlar tarafından oluşturulmuştur, tıpkı kimi zaman sıradan, daha sonra önceden kestirilemez biçimde davranan, kimi zaman dâhice, daha sonra da dehadan uzak işler yapan ve çoğu zaman eline geçen fırsatlardan yararlanamayan tek bir sanatçının gelişimi gibi... İnsanlık tarihinin insana ait olmamasına, insanın etkisini geçersizleştiren bir yabancı güç olarak kendini insana zorla kabul ettirmesine karşın, roman tarihi, 'insanın özgürlüğünden, tam anlamıyla kişisel yaratılandan, seçimlerinden doğmuştur.” (M.Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s.26)
Yüzyıllardır tüm yaşanılanlardan tek bir tarihsel bütünlük oluşturmaya çalışan insansız insanlık  tarihi, bu romanla ve roman sanatıyla tekrar tekrar parçalanmaya, kesintiye uğratılmaya, akıntıya karşı yüzmeye devam etmektedir. Soğuk tarihsel anlatıların karşısına sıcak insan hikayeleriyle çıkan roman tarihi, hala "ezeli mağlup" konumunda olsa da, tarihin görünmez kıldığı insanı ve tüm insani özellikleri gözler önüne seren “kutsal şimşek” olmaya devam etmektedir.

13 Haziran 2019 Perşembe

Uygarlığın Harabelerinde Dalgalanan Kaos Bayrağı - Ramazan Kaya

“Bütün büyük yapıtlar kaostan fışkırır ve bütün küçük yapıtlar düzenden doğar, varlığın hiçbir volkanizmasını üretmeyişleri de bu yüzdendir.”

Antoni Casas Ros, "Karanlığı Arşınlayanlar" (Sel Yayıncılık, 2019) romanında, bizi yine varoluşun karanlık sularında yüzdürüyor, tekinsiz diyarlarda yalnız ruhlarla yoldaş kılıyor, aşkın ve arzunun ateşini durmadan harlıyor, kanlı bir nekropole dönüşen uygarlığa karşı karanlığı arşınlayanların, duvarları tırmananların isyan bayrağını neşeyle dalgalandırıyor. “Estetik Araştırmalar Bürosu" isminde bir kuruluşun umutsuz bir yazar olan Antoni'yi işe almasıyla başlayan roman, yüksek ritmini hep koruyarak isyanın ve erotizmin dalgaları arasında meçhul limanlara ve topraklara yelken açıyor. "Estetik Araştırmalar Bürosu”nun temel amacı da bir hayli ilginçtir. Bir yıl boyunca finanse ettiği genç yazarlardan dünyayı salt estetik bir ölçüte göre betimlemelerini talep etmektedir. Hiçbir düzen yada ahlak kavramını dayatmayan bu kuruluş, temel amacını şöyle özetliyor: “İç dünyayı anlatan bir serüven bu. Biz gelecek kuşaklara bir iz bırakmak istiyoruz sadece: Sizin algıladığınız biçimiyle dünyanın bir dizi fotoğrafı ya da röntgeni, hiç kimseye yazılan uzun bir mektup” (syf,12). Antoni bu serüven dolu yolculuğa yalnız başına değil, özel araştırmalar sonucunda izini bulduğu Anca ile birlikte çıkar. Anca, Amerikan püriten ahlakına duyduğu nefretten ötürü geceleyin vajinasına kırmızı boya sürerek ip ve halkalı kancalar yardımıyla New York caddelerindeki duvarlara tırmanıp  organının baskısını duvarlara çıkaran ve bu eserlerini numaralandırarak imzalayan bir street sanatçısıdır. Anca’yla yollarının çakışması, hem tutkulu bir aşka vesile olur hem de kaosun estetiğini konu alan hikayeleri birlikte yazmalarını kolaylaştırır. Anca'nın bu yolculuğa dahil olmasının asıl amaçlaından biri de uzun zamandır kayıplara karışmış, görünmezliği seçmiş ve Meksika’da yaşadığı tahmin edilen Tòma Emin adında bir yazarla bir televizyon kanalı için kapsamlı bir röportaj yapmaktır.

Yolculuk tam anlamıyla bir sefahat âlemine dönüşüyor veya göğün maviliğine bir tür pike. Arzu dalgalarında yankılanan esrik bir çığlık. Sözcüklerin müziğinde dans ediyorlar, bedenleri gelecekteki bir yapıta gebe kalacakmışçasına her yerde uzun uzun sevişiyorlar. Şeytanın ve cinselliğin inine giriyorlar. Düşlerinde dünyayı havaya uçuruyorlar. Gecenin koynunda, okyanus kıyısında uzun yolculuklara çıkıyorlar, hazzın verdiği nefis duyumla daktilo başına geçip, uygarlığa musallat olan olaylardan, mitolojilerden, canavarlardan ve insanlardan hikayeler devşiriyorlar. Amerika toprağını aidiyet hisettikleri bir ülke olarak değil, birbirlerine karıştırdıkları yaratımların efsanevi mekanı olarak deneyimliyorlar. "Riayet zehrinin ve istila paranoyasının panzehiri olarak!” Hindistan’da bir halk ezgisinde şöyle bir dize geçer: Uçmak istiyorum, ama kader kanat vermiyor bana.'' Ross, her romanında olduğu gibi bu romanında da karakterlerine kanatlar veriyor, sonsuzluğun göğünde uçmalarını sağlıyor, kaderin soldurduğu hayatlarına çalım atmalarını çoşkuyla selamlıyor. Ancak bu roman alışık olduğumuz anlatı tekniklerinin dışına çıkarak, anlatının doğrusallığını ve yapay süreklilikleri bertaraf ediyor. Belli bir olay örgüsü veya bazı karakterler doğrultusunda takip edilmesi mümkün olmayan zor bir metindir. Metinlerarasılığa, dadacılığa ve gerçeküstücülüğe kanat çırpan, gerçekle hayallerin iç içe devindiği, yamyamların, zombilerin, tanrıçaların ve modern uygarlığa nefret kusan kimi yazarların, devrimcilerin, manifestoların yardıma çağırıldığı, sahne aldığı, yapıtlarından kısa alıntılarla ışık saçtıkları çok katmanlı bir metinle karşı karşıyayız. Yazarın zaten "gerçekçi" olmak gibi bir derdi olmadığı gibi, onun için "gerçeklik, sözcüğün gölgesidir. Bu çağda gerçekle kurmaca arasında artık bir sınır kalmamıştır. Hakikat yoktur, uydurduğumuz her şey gerçektir. Hakikat, defalarca tekrarlanmış Yalan’dır.”

Yolculuk tüm görkemiyle devam ederken kendilerini “Görünmezler” veya "Kozmik Yıkım Merkezinin Görevlileri'' olarak nitelendiren anarşist bir hareketin şiirsel terörizm eylemleri de dünyayı her gün sarsmakta, soluğu kesik uygarlığı bir kan tufanına boğmaktadır. Bu hareketin somut bir yeri, adresi olmadığı gibi, uygarlığın tüm yapıları ve uyuşturduğu kitleler hedef kapsamındadır. "Büyük Devrim" hedefine bağlı olan bu hareketin pek çok ülkede temsilciliği vardır. Ana hedefi bütün yapıların nihai patlamasını hızlandırmak, uluslararası para sistemini çökertmek, küresel finans mekanizmasını yerle bir etmek. Devrimci yapılar görünmez nitelikte, iletişim sadece sözlü ve doğrudan yapılmaktadır. "Akıl yürütmezler, eyleme dönüktürler. Kalabalık fikrinden hareket etmezler. Çünkü kalabalık reflekslerine hâkim değildir. Gösterdiği tepkiler cesurca ya da canice, kahramanca ya da korkakça olabilir ama her zaman buyurucu niteliktedir. Kalabalık önceden tasarlamaz. Tepkilerin hoyratlığı ve beklenmedik niteliği ile önderlerin elinde tehlikeli bir silaha dönüşür. Kalabalık psikolojisi, bilinçdışı bir kişilik lehine bireyin bilinçli kişiliğinin geçici olarak silinmesidir.” Hareketin çağrısı ve uyarıları keskin bir vahiy niteliğindedir: “Katılacağınız yıkım kozmostan geriye sadece kömürleşmiş bir atom bırakacak. Tanıdığınız dünya sözcüklerden beslenen Iarvamsı varlıklarla dolu. Cesaretin, yalnızlığın ve sessizliğin yokluğunda icat ettiniz iyi ile kötüyü. Doğan, hareket eden ve mutlak olana uIaşmadan ölen kuklalarsınız sadece. Boşluk içinize işlediğinde yıkım gerçekleşecek. Her şeyden vazgeçin, son dem yaklaşacak. Zihinleriniz çok geçmeden deliliğin hücrelerini tanıyacak.” Öldürülen yüzbinlerce insan, yıkımın habercisi, yaklaşmakta olan kaotik dünyanın kıyamet alametleri olarak görülmektedir.

Peşine düşülen gizemli yazar Tòma Emin, aslında yıllardır görünmezlik perdesine sarılı şekilde yaşayan, dolaşımda tek bir fotoğrafı bile bulunamayan, cilalı uygarlık çağını, gösteri dünyasını reddeden Antoni Casas Ross'un bizzat kendisidir. Haliyle mülakat süresince söylediği her şey yazarımızın da anarşist fikirlerinin kristalleşmiş bir halidir. Emin, uzun bir zamandır gömüldüğü yalnızlıktan korkmamaktadır. Onu korkutan şey, insanların taktığı maskeler, bu sahte tebessümler ve ikiyüzlülüktür. Bu çağda anlaşılmanın zorluğundan, yazınsal ve toplumsal kalıplardan, insanlar arası ilişkileri idare eden egoizmden, her şeye bulaşan BEN kirliliğinden kaçıp kendi iktidarını kurduğu küçük dünyasında yaşaması bir gönüllü tercihtir. Vakti zamanında ABD'deki akademik dünyaya dahil olma isteğinin sebebini, öğrencilerine kaosun güzelliğini, sonsuz mayalanmalarını, organik kuvvetini keşfettirmek olarak açıklar. Ona göre, "Kaos korkusu Amerika’da kültürün öyle bir parçası ki her şey kaostan sakınmak üzere yapılmıştır.” Çünkü “başkalarının topraklarını çalanlar istilacıdan daima korkar." Etkisiz dogmatik sol hareket de yazarın keskin dilinden nasibini alır. "Her türden gelecek hayalinin hezeyan ya da sahtekârlık gibi göründüğü, dermansız kalmış çağların ortasında dogmaların borazanlığını yapmak pespayeliktir. Yakaya bir çiçek takıp hikâyenin sonuna doğru yol almak zamanın akışında tek onurlu davranıştır." Amerikan edebiyatını uzun bir gevezelikten ibaret gören ve yazarların televizyona çıkmasını da büyük bir utanç olarak değerlendiren gizemli yazarımız için tek istisna heybetinden ve saygınlığından hiçbirşey kaybetmeyen Cortàzar’dır. Cortàzar’'ın yapıtlarının bugün hâlâ bizi etkileyen özelliği, “dili sonsuzluğun bir tezahürü olarak gören ve kişiyi kendini keşfe götüren bitimsiz bir mücadele” olarak ele almasıdır. Daha bir çok konuda yazarın ışıldayan zekasından, keskin gözlemlerinden fışkıran çarpıcı analizler okumak mümkün. Bu röportaj, romana hayat veren, yazarın önemli konulara ilişkin fikirlerini (iktidar, medya, piyasa, edebiyat, yalnızlık) özetleyen çok keyifli bir parantez oluşturmaktadır. Ayrıca roman, yazarın etkilendiği, varlığına şükranlarını sunduğu yazarların ve yapıtların heybetli bir edebi geçidi gibidir.

Milan Kundera “Roman Sanatı" isimli (Can Yayınları, 2002) deneme kitabında: ''Romancı ne tarihçidir, ne de peygamber: O varoluşun kaşifidir” der. Antoni Casas Ros, günümüzde bu tanımın en lâyık karşılıklarından biridir şüphesiz. Onun eserleri (Almodovar Teoremi, Enigma, Son Devrimin Güncesi, Karanlığı Arşınlayanlar) bir benlik genişletme deneyimidir, farklı tanıma biçimlerine davettir. Kendimize farklı bir ışık altında bakmamızı sağlar, çoğul kimlikler arasındaki sürtünmesiz, pürüzsüz yüzeyi aşındırır, kurmaca karakterleriyle bir-oluş, güçlü bir bilişsel yeniden düzenlenmenin eşlik ettiği bir yakınlaşmayı mümkün kılar. Benliğin diyalojik ve ilişkisel bir tarzda kurulduğunu, herhangi bir kimliğe değişmez bir öz atfetmenin temelsiz olduğunu, o çoşkuyla ötekiliğe teslim oluş deneyimleriyle serimler. Çünkü tanımak sadece bilmek değildir; aynı zamanda bilme ve bilinebilirliğin sınırlarıyla, kendini algılamanın nasıl ötekinin dolayımıyla gerçekleştiğiyle ve ötekiliğin benlik tarafından algılanışıyla da ilişkilidir. Ayrıca siyaset teorisyenlerinin de dikkat çektiği gibi, tanıma salt kamusal düzeyde bir kabul edilmekten ibaret değildir, aynı zamanda bir varoluşun değerinin onaylanmasıdır. Kadınlar, azınlıklar, LGBTİ hareket, zorbalık ve marjinalleşme tarihine karşı çıkarken, kendi ayrısılıklarını olumlama ve bunun başkaları tarafından olumlanmasını sağlama amacı da güderler. Tanınmak, bu anlamda, kişinin kendi farklılıklarının fark edilmesini sağlamak anlamına değil (zira bunlar daima farkedilmiştir), bu farklılıkların arzu edilir ve değerli addedilmesini sağlamak anlamına gelir. Edebiyatın sihirli güçlerinden biri de, bütünüyle yalnız olmadığımızı, bizim gibi düşünen, hisseden ve yaşayan başkalarının da olduğunu doğrulayarak, belki de başka hiçbir yerde bulunamayacak bir teselli ve dinginlik sunmasıdır. Bu yakın ilişki kurma deneyimiyle kendimizi kabul görmüş hissederiz, görünmezlik korkusundan, görünmüyor olmanın dehşetinden kurtuluruz. Ros’un romanlarının temel özelliği, "Ben''in o ana kadar olduğundan başka bir şeye dönüştüğü ve daha önce düşünebildiğinden başka düşünceler içine girdiği kendine has bir töz-değişimidir. Casas Ros'u okumak, ihlal edici bir ürperiştir.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Bir Direniş Masalcısı: Eduardo Galeano - Ramazan Kaya




"Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil. Ve hâlâ aynı taraftayım"...
Eduardo Galeano





Bugün Eduardo Galeano da göçmüş bulutlar ülkesine. Bu hayatta tanışmayı, elini sıkmayı, doya doya sarılmayı istediğim ender güzel insanlardan biriydi. Hiç tanışmadığım bir insan için en yakınımdaki birini kaybetmiş kadar üzüldüm, gerçi bize ondan daha yakın kim vardı ki bu hayatta? Her kitabını, her satırını yıllarca şifalı bir su gibi içtim, her sözünü bir muska gibi taşıdım boynumda. Onun yaşam dolu külliyatının bahçesinde büyüdü umutlarım, hayallerim. Galeano, denildiği gibi baltayla yazan yazarlardan biriydi. Onun satırlarında uzlaşmaya, muğlaklığa, sözü eğip bükmeye ve riyakarlığa asla yer yoktu. O gerçekten de dünyanın vicdanıydı, Güney Amerika'nın en tavizsiz, en cesur anti-sömürgeci yüreği ve bütün ezilenlerin en güçlü belleklerinden biriydi. 74 yaşında akciğer kanseri tedavisi gördüğü Uruguay’ın başkenti Montevideo’daki bir hastanede yaşama veda etti. 1940’ta Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğan Eduardo Galeano, genç yaşlarından itibaren fabrika işçiliğinden banka memurluğuna kadar çok çeşitli işlerde çalıştı. On dört yaşındayken El Sol dergisi için politik bant karikatürler çiziyordu. Çocukluğundan beri en büyük aşkı futboldu ama spordaki başarısızlığı onun sahaları uzaktan izlemesine yol açtı. (Belki de bu güzel kitapları onun futbolcu olamamasına borçluyuz.) 60’ların başlarında başladığı gazetecilik kariyeri Galeano’nun yazarlık yaşamının da dönüm noktası oldu. Kitaplarındaki akıcı üslubunu, tarih denizinde yüzerken az kelimeyle çok şey anlatabilme becerisini de gazetecilik mesleğine borçlu olduğunu söyler. Neredeyse her ülkenin makus talihi olan askeri darbe 1973’te Uruguay’ı sarstığında, bir süre Arjantin ve İspanya gibi farklı ülkelerde yaşamak zorunda kaldı. Geride bize şu eserleri bıraktı: Ateş Anıları,  Latin Amerika'nın Kesik Damarları,  Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri,  Biz Hayır Diyoruz, Tepetaklak, Zamanın Ağızları, Yürüyen Kelimeler, Kucaklaşmanın Kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol, Söz Mezbahası Görüşmeler, Gözlemler, Görünümler  Aynalar, Ve Günler Yürümeye Başladı.

O, "herkes" için yazmıyordu elbette. "Ben okumayanlar için yazıyorum, ezilmişler için, yüzyıllardır tarihe geçebilmek umuduyla kuyrukta bekleyenler, kitap okuyamayanlar ve kitap alacak parası olmayanlar için". Ve, piyasanın tiranlığında okumanın kolay olmadığının da farkındaydı, "Devletin kitap yasaklamasına gerek kalmadı, kitapların fiyatları, yasaklanmasına yetiyor" demişti. Galeano, bir direniş masalcısıydı, sabırla ve inatla bize ezilenlerin, meydan okuyanların hikayelerini anlatıyordu. Bu kıssalardan hisseler dağıtıyordu bize, çünkü ona göre bu ruhsuz dünyada "Artık hisseler kıssadan değil, borsadan alınıyor"du.
Latin Amerika'nın Kesik Damarları'nın tarihsel sebeplerini o devasa kitabında bir cümleyle özetlemişti: "Brezilya’da köylüler sordu: İnsansız bu kadar toprak varken, neden topraksız bu kadar insan var? Onlara kurşunla cevap verildi". O, her zaman kaybedenlerin, sömürülenlerin ve lanetlilerin tarafını tuttu. Peki, şu lanetli "biz", Eduardo Galeano için tam olarak kimleri kapsıyordu? Cevabını ondan dinleyelim: 

"- Hiç kimseler, hiç kimsesizler, tavşan gibi kaçanlar, yaşarken ölenler
- Olabilecekken olmayanlar
- Dil değil lehçe konuşanlar
- Din değil kör inanç sahibi olanlar
- Sanat değil süs eşyası yaratanlar
- Kültürleri değil folklorları olanlar
- İnsan değil insansal kaynak olanlar
- Yüzleri değil çalışmak için kolları olanlar
- Adları değil numaraları olanlar
- Dünya tarihinin sayfalarına değil de yerel gazetelerin zabıta sayfasına geçenler
- Canlarını alacak kurşuna bile değmeyen hiç kimseler.."

Dayanışma kültüründen zekat ve sadakayı anlayan ve sürekli aşağılayan egemen zihniyeti reddediyordu. Eduardo Galeano ısrarla: "Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder" diyordu. İçinde bulunduğumuz sinik ve karanlık çağı şu sözlerle özetlemişti: "Eğlence endüstrisi yalnızlık pazarından, güvenlik endüstrisi korku pazarından, yalan endüstrisi aptallık pazarından geçinir". Ama o asla umutsuzluğu kabullenen bir yazar olmadı. "Hayal kırıklığının hüzünlü cazibesine hayır derken, geceyi yırtarak gelen isyankâr umuda evet" dedi her zaman. Sistemin tümüne çomak sokmaya, en keskin sözIerini söylemeye devam etti. Ona göre, "görevliler görevini yapmaz, politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler, seçmenler oy kullanır, ama seçmezler, okullar cahillik öğretir, yargıçlar, kurbanları cezalandırır, ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır, polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamazlar ve devlet, bir nutuk fabrikasıdır." Galeano, kapitalizme tüm öfkesiyle karşı olduğu gibi devletçi sosyalizm geleneklerine de bir değer biçmiyordu. "Kapitalizmde: verimlilik tanrısının sunaklarında özgürlük adına adalet kurban edildi. Devletçi Sosyalizmde: verimlilik tanrısının sunaklarında adalet adına özgürlük kurban edildi." Hiyerarşik, güç merkezli ve yoldaşlarını öğüten siyasal örgütlenmelere mesafeliydi. O, dayanışmaya, ütopyaya inanmaya ve  tüm isimsiz, sıfatsız ve kefensiz kahramanları son nefesine kadar anlatmaya devam etti. "Kucaklaşmanın Kitabı"nda unutulmaz bir olay anlatmıştı: "Nikaragua'da dövüşmüş olan Kolombiyalı Gabriel Caro, bana, yanı başındaki bir İsviçrelinin, bir makineli ateşiyle delik deşik olarak düştüğünü, ama adını kimsenin bilmediğini anlatmıştı. Güney cephesinde olmuştu bu, San Juan Irmağı'nın birkaç gece kuzeyinde, Somoza diktatörlüğünün yenilgiye uğramasından kısa bir süre önce. İsviçrelinin adını bilen yoktu, ta uzaklardan gelip Nikaragua uğruna, devrim uğrana, ayın fethi uğrana ölen o sarışın milisle ilgili olarak hiç kimse bir şey bilmiyordu. Bu İsviçreli düşerken kimsenin anlamadığı bir şeyler bağırmıştı. "Bin yaşa Bakunin!" diye bağırarak ölmüştü"..


Yalnızlığın ve aşkın en güzel tanımlarını yapmaktan da geri kalmadı usta. "Aya havlayan bir köpek kadar yalnızım" demişti. Aşkın gökyüzünden inen bir mucize olmadığını şu sözlerle hatırlatmıştı: "Aşk, bir fincan kahveye, bir içki bardağına ya da çorbaya, çaktırmadan bir tutam sev beni katmakla oluşturulabilir"... Güle güle kocaman yürekli insan, metropollerin göbeğindeki isyan alanlarında, gettolarda yanan ateşlerde, anti-sömürgeci direnişlerde, çocuklara okunan güneşli masallarda, kahveye atılan her tutam sevgide yaşamaya devam edeceğinden zerre kadar kuşkum yok..

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Post-Politika Çağında Devrimci Fanatizm - Ramazan Kaya


Egemenlerin Fanatizmi ve Fanatizmin Egemen Tasavvuru


“İnsanların canları pahasına savunacakları cepheler olduğu sürece fanatizm de olacaktır” [Arnold Ruge]

“Yaşamlarını tehlikeye atanlar genelde ölüm, acı veya hastalıklı kibir üzerinden değil, yaşam üzerinden düşünürler”
[Gilles Deleuze]

İçinden geçtiğimiz zamanların barındırdığı egemenlik biçimleri, üretim ilişkileri, yönetim teknikleri ve özneleşme süreçleri farklı politik kuramlar çerçevesinde ele alınmış, analiz edilmiştir.  Antonio Negri ve Michael Hart’a göre dışarısının olmadığı bir imparatorluk, Giorgio Agamben’e göre istisnanın kural haline geldiği bir bio-politika çağı, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’ye göre disiplin toplumundan denetim toplumuna geçiş, Jean Baudrillard’a göre toplumsalın ve temsilin yok olduğu bir simülasyon dünyasında yaşamaktayız. Bütün bu teşhislerin belli oranda doğru ve belli bir toplumsal gerçekliğe tekabül ettiğini varsaymakla birlikte paylaşılan en yaygın kanaat, siyaset-sonrası bu toplumun temel antagonizmaları gizlemeyi başaran depolitize bir toplum olmasıdır. Eleştiri veya muhalefet, pragmatik müzakerelere ve stratejik uzlaşma oyunlarına indirgenmiş durumda, yani toplumsalın radikal biçimde sorgulanması anlamında siyaset bir nevi ortadan kalkmış görünmektedir. Her türlü kuşatıcı özgürleşme tasavvurundan vazgeçmek, her türlü binyılcı vizyon veya felaket imasıyla ve “ayaklarıyla ölüme gidenlerin maneviyatı”yla alay etmek bu siyaset-sonrası çağın en belirgin özelliği sayılabilir. Toplumsal adalet fikrinin yontula yontula bir insan hakları kapsülüne dönüştüğü, sinizmin kör karanlığında “söyledim ve ruhumu kurtardım” tavrının muhalefet sanıldığı bir çağ. “Radikal değişimi hayal edemeyen siyaset-sonrası bir toplum bizimkisi, siyasetin hiper-siyasete dönüştüğü ‘tek boyutlu’ bir toplum. Her şeyi siyasallaştırmakta, her şeyi eleştirmekte özgürüz ama sadece tersyüz edilmiş bir biçimde, herhangi bir görüşe sadık kalmadan elbette; tam anlamıyla fetişist bir biçimde, eleştirimiz var olan olanla sınırlı kaldığı ölçüde.”[1] Post-politika, güvenlik birimlerini ve parlamentoyu temsil eden aktörler dışında hiç kimseye verili olanı dönüştürme kudreti isnat etmemektedir. Siyasi aktörler, insanlığın ete kemiğe bürünmüş en güçlü temsili olarak insanlığa gerekli olanı zaten sunmaya çalışmaktadır. Nihai felaket kapıda olsa bile gündelik işlerinize devam etmeli ve gerisini hükümete bırakmalısınız. Kısacası, endüstriyel kapitalizmde politika "iyiliklerin paylaşımı" meselesi iken günümüzde "kötülüklerin ve risklerin paylaşımı" meselesi olmuştur artık. İdeoloji sonrası dönemin bu siyasetsiz yönetim âleminde kitleleri seferber edebilen tek şey korkudur (göçmen korkusu, komşu korkusu, bulaşıcı hastalıklar korkusu, aramızda dolaşan “azılı teröristlerin” veya suçluların yarattığı korku). Sistem bir taraftan kimsenin denetlemediği ve kapsamını kestiremediği meçhul bir güç tarafından örülmüş görünmektedir, diğer taraftan sistem, bu devasa egemenlik ve sömürü çarkı içinde bir dişli olarak görevini yapan herkestir. Kısacası bu liberal demokrasilerde; militan coşkulara, toplumsal seferberliklere, bir ideolojiye olan tutkulu bağlılıklara yer yoktur, bu tür hareketler ya totalitarizmin hortlaması olarak kodlanmaktadır, ya da hiçbir amaç veya değer gözetmeyen nihilist bir fanatizm türü olarak değerlendirilmektedir. Liberalizm için siyasi tutkular yoktur, ekonomik çıkarlar vardır, yurttaşların ruhsuzlaştırıldığı bu pasif nihilist sistemde, siyasal fanatizm yerini ekonomik fanatizme bırakmıştır. Liberalizmin kolektif belleğinde, “20 yüzyıl, soyut ilkelerin somut felaketlere yol açtığı, topyekûn dönüşüm arzusunun emsalsiz katliamlara tercüme edildiği, bir yandan koca bir idealler mezarlığı, bir yandan da bu ideallerin öldürdüğü sayısız insanın yattığı engin bir mezarlık”[2] olarak hatırlanmaktadır/hatırlatılmaktadır. 20. Yüzyılda komünizmle olan savaştan muzaffer taraf olarak ayrılan liberalizm, soğuk savaş yılları boyunca ölü komünizm atını kırbaçlamaktan geri durmamış, her türlü hak mücadelesini veya toplumsal adalet talebini bastırmayı demokrasiyi totaliter hayaletlerden veya siyasal fanatizmden arındırmak mücadelesi şeklinde göstermeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır. Dünyanın komünizmden sonraki halini Alain Badiou harika bir şekilde özetlemişti: “Kötülük dediğimiz şeyin Kötülüğün enkazı üzerinde dans ettiği karmakarışık bir durum.”[3] Kısacası modern tarihinin bize öğrettiği temel hakikatlerden biri de, düşünsel ve siyasal bakımdan en şanlı zamanlarında dahi, liberalizmi desteklemekle köleliği bir biçimde mazur göstermek hep el ele gitmiştir.

Egemenlerin siyasal dağarcığında fanatizm her zaman uğursuz bir kelime olmuştur. Eşitlik mücadelelerini itibarsızlaştırmak, özgürleşme çabalarını aşağılamak için egemenler tarafından tarih boyunca en çok başvurulan, sicili en kötü terimlerden biridir fanatizm.  Alberto Toscano’nun da vurguladığı gibi, “Fanatik, siyasi söz dağarımızdaki en ağır yaftalardan biridir. Hoşgörü sınırlarını aşan ve iletişime kapalı olan fanatik, siyasi rasyonalite çerçevesinin dışında durur; hiçbir argümana tahammül edemeyen ve ancak kendine rakip gördüğü her türlü hayat görüşü veya tarzı ortadan kalktığında yatışacak olan azılı bir inancın boyunduruğu altındadır. Fanatik ayrıca değişmez, uzlaşmaz, iflah olmaz bir öznedir.”[4] Fanatikler, çoğunlukla patolojik karakterler olarak yansıtılmış, bireysel veya toplumsal eylemleri de kriminalize edilerek insanlığı tehdit eden canavarlıklar olarak sunulmuştur. Binyılcı dini hareketler, köleliğe ve ırkçılığa karşı mücadeleler, sosyalist devrimler, anarşist suikastlar, anti-sömürgeci şiddet, savaş-karşıtı, anti-militarist, feminist ve eşcinsel grupların eylemleri her daim fanatik sapkınlıklar olarak mahkûm edilmiş,  bu hareketlerin bünyesinden fışkıran kimi fanatik figürler de aşırılığın peygamberleri olarak resmedilmiştir. Kısacası mülküzleştirmeye direnen, evrensel hakları hiçbir hiyerarşi ve ayrıma tabi kılmadan herkes için isteyen ve evrensel bir insan doğasını kayıtsız şartsız olumlayan kimseler fanatik addedilmiştir. Fanatizmin emperyalist ve sömürgeci kullanımları da bu minvalde önemli bir sayfadır. Bu kullanım biçimlerinde 19. ve 20. Yüzyılın sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı mücadeleleri kuşkusuz önemli bir rol oynamıştır. Sömürgeciliğe ve ırkçılık karşıtı mücadelelerin tetiklediği beyaz korkular, şiddetin ve fanatizmin belli bir ırka mahsus kılınmasını sağlamış, “yobaz Müslümanlar” ve “medeniyetten nasibi almamış siyahlar” şeklinde üretilen bu ırkçı fanatik kalıplar, “yobazlara” ve “vahşilere” yönelik her türlü sömürgeci şiddeti doğallaştırmıştır. Fanatizmin, Arap aklının, Asyalı despotizmin, İbrani teokrasisinin bir tezahürü olarak kültürelleştirilmesi bu sömürgeci geçmişin ve Avrupa merkezli kibirli medeniyet algısının bir ürünüdür. Günümüzde komünizmin tehdit edici bir siyasal rakip olarak sahneden çekilmiş olmasından ötürü bütün fanatik yaftaların yapıştırıldığı özne konumunda köktenci islamcı hareketler vardır. İslam, Allah adına binlerce kurbanın kanlarının sunakları doldurduğu, modern uygarlığın bütün değerlerine karşıt, “eylem halindeki hurafe” olarak kodlanmaktadır. Kısaca bugün fanatizm denince akla İslam kaynaklı bir dinsel delilik gelmektedir. Özellikle 11 Eylül olaylarından bu yana İslam dinini doktriner ve yekpare bir şekilde ele alan Oryantalist yaklaşımın şahikası denilebilecek bir siyasal algı hâkim olmuş durumdadır. Uzaktaki müslüman fanatik, ABD’nin emperyal politikalarını meşrulaştırması ve muhafazakâr neo-liberal iktidarını perçinlemesi adına bütün korkularını yansıttığı yeni “Büyük Öteki”dir. Düşman her zamanki gibi bireysel patoloji veya şer semptomlarına indirgenmekte, “terörizme karşı savaş” adı altında sonsuz bir savaşla geçecek belirsiz bir geleceğe mahkûm edilmeye çalışılıyoruz. ABD, dünyayı kötülüklerden arındırmaya çalışan yeni bir Leviathan olmaya soyunmuş durumda. “Arap baharı” olarak nitelendirilen isyanların, “kaderine razı Arap” imgesini yok etmesiyle birlikte emperyal-liberal söylem, “özgürlüklerimizden nefret ettiklerini için bizi öldürüyorlar”dan “özgürlüklerimizi istedikleri için isyan ediyorlar”a evrilmiş durumda. Sömürgecin kibrin şaha kalktığı liberal medya, el çabukluğuyla ayaklanmaları totaliter Şark’taki ebedi demokrasi eksikliğine bağladı. Çünkü emperyal Batı’nın zaten devrimlere veya isyanlara ihtiyacı yoktu, ne de olsa takı takır işleyen ve herkesin hoşnut olduğu bir demokrasiye sahiptiler. Devrim, azgelişmiş toplumların bir alametiydi. Sözün özü, günümüzde fanatizm karşıtı ideolojik seferberliğin anlamı, küresel kapitalist köleliği muhafaza etmek, eşitlikçi radikal siyasetleri itibarsızlaştırmak ve liberal demokrasi idealini tarihin nihai evresi olarak pazarlamaktan ibarettir.



Devrimci Fanatizm


“Radikal olmak meselenin kökenine inmektir. Ancak insan söz konusu olduğunda, meselenin kökeni de bizzat insanın kendisidir” [Karl Marx]

 “İsyan duygusu bulaşıcıdır, her bilinci aşar ve gururlu hale getirir” [Antonio Negri]

Dini bağnazlıktan, köktenci milliyetçilikten, nasyonal sosyalizmden, birer “ideokrasi” devleti olarak tanımlanan reel sosyalizm deneyimlerinden kaynağını alan ve yıkımla, din savaşlarıyla, faşizmle, soykırımlarla ve toplama kamplarıyla sonuçlanan, kısacası yeryüzünde insan yapımı bir cehennem inşa eden fanatizm örnekleri elbette yok değildir. “Püriten baskının, Fransız devrimindeki terör döneminin, Stalin’in yaptığı temizliğin, Yahudi soykırımının, çağdaş milliyetçi katliamlarla tehcirlerin geçmişte de bugün de hep tutkuyla yanıp tutuşanların eseri olduğunu kim inkâr edebilir ki? Onların tutkuları en berbatıdır: dogmatik netlik, öfke, haset, hınç, yobazlık, nefret.”[5]  Ancak fanatizmin bir siyasi mecaz olarak kullanılmasının egemen güçler açısından en kullanışlı tarafı bütün ayrımları ve farkları silen, her türlü analojiye, teşbihe ve homolojiye elverişli bir kavram haline getirilmesidir. Thomas Müntzer, Hasan Sabbah, Hitler, Lenin, Nelson Mandela, Bakunin, John Brown, Louise Michel, Usame bin Ladin, Ulrike Meinhof, Mazlum Doğan, Daniel Cohn-Bendit kolayca aynı fanatik fotoğraf içinde gösterilebilmekte, her türlü siyasal coşku veya partizan bağlılık fanatizm olarak damgalanabilmektedir. Oysa özgürleşme çabalarını aşağılayan bir terim olarak fanatizmin uzun tarihinden haberdar olan bizler, coşkunun, tutkulu bir bağlılığın, soyutlamanın ve evrenselliğin herhangi bir özgürleşme siyasetinin vazgeçilmez unsurları olduğunu çok iyi biliyoruz ve hakiki bir insani kazanımın veya tarihsel edimin her zaman devrimci bir fanatizmi gerektirdiğinin farkındayız. Fanatik, siyasetin ufkuna esrarengiz, uzlaşmaz ve yabancı bir düşman gibi giren kişidir, tehlikeli bir yenilik merakıdır, belli ideallere duyulan ödünsüz inançtır. Ödün vermenin reddedilmesi, ilkenin ve tutkulu partizanlığın olumlanması ve statükonun radikal bir dönüşümünü hedeflemek özgürlükçü bir siyasetin temel uğrakları olmuştur. Özellikle ödünsüz partizanlık fanatizmin en devrimci özelliği olagelmiştir. Devrimci fanatizm, yasa ve yasal olarak belirlenmiş her türlü eşitsizliğin mutlak reddidir. Devrimci fanatizm çoğunlukla krizlerden, aciliyetten ve şoktan doğmuştur. Tutkulu ve koşulsuz bir inanç siyaseti olan devrimci fanatizm, siyasi pusulanın şaştığı, ekonomik istikrarın ve adalet duygusunun dibe vurduğu ve “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmediği” tarihsel uğraklarda militan bir irade olarak baş göstermiştir. Böyle koşullarda devrimci fanatizm, yine de pratik saiklerden ziyade devrimci idealizme dayanan örgütlenmeler sayesinde ayakta kalmıştır. Krizler mücadelelere istek katar, ama aynı zamanda “normale dönme” arzusu da uyandırırlar. İşte bu “normale dönme” arzularını daha radikal bir beklentiye tercüme etmek, devrimci örgütlenmeler sayesinde mümkün olmuştur. Fanatizm hakikatin yörüngesinde dönerek onunla hemhal olur, bireye yoksun olduğu ikna gücünü ve cesareti aşılar.

Gerek kurumsal semavi dinlerin hükümranlığında gerekse modern kapitalist köleliğin tarihi boyunca egemenlerin uyguladığı dini terör, cadı avları, sömürgeci katliamlar, milliyetçi soykırımlar, emperyalist dünya savaşları fanatizm türleri olarak görülmekten ziyade tarihi yol kazaları veya insanlığın olgunlaşmadığı zamanlara ait münferit ilkellikler olarak geçiştirilmiştir. Ancak bu zulüm ve kölelik çarkına meydan okuyan tüm direniş tarihi “fanatik çılgınlıklar” olarak egemen tarihe kaydolmuştur. Fanatizmin veya fanatiklerin ilk beslenme kaynağı kuşkusuz din ve dini yorumlar olmuştur, egemenlerin siyasal gazabına ve lanetlenme merasimlerine ilk maruz kalanlarda haliyle dini hareketler ve dini figürler olmuştur. On birinci yüzyıl ile on altıncı yüzyıl arasında Avrupa coğrafyasında binyılcı Hristiyan devrimciler ve İslam coğrafyasındaki heretik mezhepler temelinde ortaya çıkan devrimci figürler, tehlikeli haydutlar, kana susamış fanatikler ve tanrının emirlerini çiğneyen zındıklar olarak yansıtılmışlardır. Tancheln, İmparator Frederic, Sahte Baldwin, John Ball, Hans Böhm, Thomas Müntzer, Jan Bockkelsen, Hasan Sabbah, Baba İshak, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal vb. nice tutkulu ve asi ruh, fanatik düşüncelerin sapkın porteleri olarak her türlü karalama ve aşağılama propagandasından nasiplerini fazlasıyla almışlardır. Ortaçağın devrimci binyılcılığı devrimci gücünü toplumun çeperlerine itilmişlerden, kırdan şehre taşınan yersiz yurtsuzlardan, mülksüzleştirilenlerden ve ağır vergilere tabi tutulan köylülerden almıştır. Çoğu zaman bir felaket, veba ya da kıtlık yaşandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Mesih figürü, peygamber veya Tanrı’yı içinde taşıdığını iddia eden din adamları suretinde ortaya çıkan bu devrimci önderler, mevcut düzeni Deccal ilan ederek isyan etmişler ve eşitlikçi komünist bir toplum idealini savunarak, birey ile Tanrı arasında aracı olduğunu iddia eden bütün kurumları, sınıfları, halifeleri ve doğuştan günahkâr insan doğasını reddetmişlerdir. Yönetici sınıflara duyulan nefreti körükleyen bu hareketler, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna yönelik isyancı tutkuları da her zaman kamçılamışlardır. Tanrı’nın krallığını bu dünyada kurmaya yönelik bu devrimci arzular, “Allahsızlara kafa tutan bu Allahlın kulları” dünyanın baştan sona değiştirilebileceğini bütün ezilenlere göstermişilerdir.  Binyılcılık veya Mesihçi devrimcilik, ancak yüzyıllar sonra gerçek bir ihtimale dönüşecek olan sınıfsız ve devletsiz toplum tasarısının büründüğü biçimdir. Guy Debord haklı olarak, “Binyılcılık -son defalığına konuşan devrimci sınıf mücadelesi-  kendisinin sadece tarihsel olduğunun bilincine henüz sahip olmayan modern bir devrimci eğilimdir. Binyılcılar kaybetmeye mahkûmdular, çünkü devrimi kendilerinin yapacağı bir şey olarak görmüyorlardı”[6] demiştir. Çağdaş devrimlerin birer öncüsü ve ilham kaynağı olan bu hareketlerin hayaletleri hiçbir zaman tam olarak gömülememiş, 68 Mayıs’ında konsey komünizmiyle, anarşizmin liberter ruhunu birleştiren Sitüasyonist Enternasyonal başta olmak üzere birçok radikal devrimci eğilime, hazzı ve esrimeyi amaçlayan komünal oluşumlara ve karşı-kültür gruplarına esin kaynağı olmayı sürdürmüştür. Birçok tarihçinin ortak kanısı Batı tarihini başlatan şey, “duygulanımların sekülerleşmesi”dir. Yani tutkuların insanlara sahip olduğu bir durumdan, insanların tutkulara sahip olduğu bir duruma geçiş. Modern devrimci hareketler, bu binyılcı komünist geleneklerin ve özgürleşme ütopyalarının varisidir, bu radikal düşünce selinin bir parçasıdır.

19. yüzyılda devrimci düşüncenin seküler bir çehre kazanması egemenlerin fanatizm tanımını ve fanatizm algısını şüphesiz değiştirmiştir. Fanatizm mefhumunun siyasi ve sosyoloji biliminin kriminolojisine ilk kez Paris Komünü’nün tetiklediği olaylar sayesinde girdiği tahmin edilmektedir. O güne kadar bütün toplumsal aşırılıkların dini fanatizmden beslendiği iddiası bu olayla birlikte değişmeye başlamıştır. Seküler siyasetleri oluşturan siyasi figürler bundan böyle patolojik figürler olarak ele alınmaya başlanmış, suçun kaynağı etnik köken, sınıfsal kimlik, kültürel yapılar gibi öğelerde aranmış, toplumsal sapkınlığı biyolojik kökenlere bağlama eğilimi güçlenerek siyasal eylemciler bir nevi “doğuştan suçlu” konumuna indirgenmeye başlanmıştır. Paris komünü ve onu izleyen devrimler tarihi boyunca anarşist ve komünist figürlerin büyük bir bölümü yozlaşmış kimseler veya “siyasi isteri ve epilepsiden muzdarip” kişiler olarak ele alınmıştır. 19. ve 20. yüzyıla ait itibarsızlaştırma politikaları her coğrafyada farklılıklar arz etmekle birlikte, radikal hareket ve örgütleri düşman kabul edilen devletlerin ajanları ilan etmek, anti-semitist önyargıları kullanarak Yahu olduklarını iddia etmek, halkın her türlü dini ve manevi değerlerine düşman insanlar olduklarının propagandasını yapmak ve masum insanları katleden şiddet fetişti caniler olduğunu vurgulamak en çok başvurulan karalama yöntemleri olmuştur. Egemen sınıflar ve iktidar blokları tarafından devrimci fanatizmin en çok kriminalize edilen özelliği kuşkusuz şiddetle olan ilişkisi olmuştur. Devletin bir şiddet örgütlenmesi, hukukun temelinin kurumsal şiddet olduğu gerçeği her zaman es geçilmiş, devletin askeri ve polisiye şiddetine yönelik silahlı direnişler “terörizm” veya kana susamışlık olarak mahkûm edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda şiddetsizliği aşkın bir değer, bir soyutlama, bir ilke, ya da kategorik bir buyruk haline getirmek egemenlerin kurumsal şiddetini meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Robert Young’ın belirttiği gibi, “Şiddet sömürgeleştirilenler için asla soyut bir kavram değildir.” Sömürgeleştirilen halklar, mülksüzleştirilen sınıflar, dışlanan ve eşit kabul edilmeyen bütün cinsel ve etnik kimlikler iktidarın kurumsal şiddetini her gün bedenlerinde ve ruhlarında taşımaktadırlar. Şiddet, elbette yüceltilecek bir değer veya mutlaklaştırılacak bir araç değildir ancak Frantz Fanon’da çürütülemeyen hakikat, şiddetin, yeryüzünün lanetlilerinin günbegün yaşadıkları aşağılanmaya neden olan, canlı, tarihsel bir mülksüzleştirilme ve aşağılama deneyimi olmasıdır. Devletin kanlı şiddet döngüsünü kırmak, devlet iktidarının dayandığı meşru şiddet tekelini ortadan kaldırmak ve kurumsal şiddetin varlığı sayesinde süregelen toplumsal eşitsizliklere, adaletsizliklere son vermek kuşkusuz bir karşı-şiddeti yani devrimci şiddeti çoğu zaman gerektirmiştir ve gerektirebilir. Devrimci şiddet, şiddet karşıtı bir şiddettir, Benjamin’in tabiriyle “yaşayanlar için şiddettir.” Kuvveti kuvvetle tamamlama arzusudur, iktidarın ölümcül savaşına karşı bir varolma kavgasıdır. Dolaysıyla “nereden ve kimden gelirse gelsin” şiddete karşı olmak retoriği, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların ve tüm toplumsal eşitsizliklerin, baskıların üzerini örtmekte, bireyi toplumsal mücadele ve çatışmalarda etik ve politik bir tavır almaktan alıkoyarak, bireyi ahlaki bir mutlakçılığa mahkûm eden bir tutuma dönüşmektedir. Ayrıca günümüzde küresel kapitalist iktidarı korkutan şey aslında fanatiklerin uyguladığı şiddet değil, uğruna ölmek pahasına direndikleri ideallerin hala devam eden varlığıdır. Çünkü “büyük ideolojilere inançsızlık üzerinden temellenen bir toplumun gözünde terörist, hala uğrunda kendi hayatını feda etmeye razı olduğu bir ideolojiye inanan bir kişinin dehşet verici gerçekliğini sunar” (Renata Salecl 2014: 19). Devrimlerin başarısız olmuş olması, çocuklarını yiyen birer canavara, bir savaş aygıtına dönüşmüş olmaları, ortaya çıkış gerekçelerine, bağlı oldukları haklı davalara ve verdikleri zorunlu bedellere halel getirmez ve insanların devrimci olmasını da asla engellemez. Devrimler yenilgiye uğradığında bile verili durum değişir, problemler dönüşüme uğrar. Bugün küresel kapitalizmin üzerinde tepindiği ve tek tek geri almaya çalıştığı hakların büyük bir bölümü geçmişteki devrimci mücadelelerin ve mücadelelerin yarattığı korkunun kazandırdığı haklardır. Geçmişin devrimci muhasebesi elbette yapılmıştır ve yapılmaya devam edilecektir. Günümüzdeki anti-kapitalist toplumsal hareketlerin ortaya koyduğu direniş biçimleri, örgütlenme tarzları, otoriteye ve her türlü hiyerarşiye yönelik ödünsüz tavır, radikal bir nihilizme dönüşme potansiyeli taşıyan şiddet biçimlerine karşı mesafeli tutum, geçmişten alınan “derslerin” bir göstergesidir. Ancak bu toplumsal hareketler devrimci fanatizmden, tarihten keskin bir kopuşu yaratan bir olay olma niteliğinden, sitemi bir bütün olarak ezilenlerin lehine dönüştürme kudretinden ne yazık ki şimdilik yoksundur.



Apokaliptik Bir Devrime Doğru mu?


“Devrim yaşayan Dün’ü işgal edip yeniden vaftiz etmedikçe bu hep böyle sürecek”
[Ernst Bloch]

“Bizler beklemekte olduğumuz kişileriz” [Hopiler]

Günümüzde sınıf ve ulus teleolojileri tam anlamıyla krizdedir, gerçekliği yerle bir edecek Arşimet noktası olmaktan uzaktırlar. Siyasal deneyim biçimlerini tarihsel bir gelişmenin ürünü olarak gören ve evrensel bir kapitalizmin birliğini ve sürekliliğini esas alan bütün devrimci anlatılar iflas etmiş durumdadır. 1870’te olası bir devrim kapıdayken Engels’e “Ben şu Das Kapital’i bitirene kadar birkaç yıl daha beklese ya,” diye şikâyetlerde bulunan Marx’ı vakti zamanında bile dinleyen çok az kimse olmuştu. Kapitalizm, komünizme giden yolu açmadığı gibi, insanın onuruna ve öz-saygısına uzanan bütün yolları bile tıkadı. İnsanlık, Marx’ın tarihsel zorunluluklarla hareket eden devrim lokomotifine binmek beklentisinden tamamen vazgeçmiş, dünya ölçeğinde felakete koşan Tarih trenini durduracak Benjamin’in “el freni olarak devrim” fikrine daha fazla sarılmış görünmektedir. Benjamin için devrim, tarihin “acil durum frenini” çekip bu belirsiz akışa bir dur demek, tarihselci konformizmden kurtulmaktı. Uçuruma doğru hızla ilerleyen bu trenin el freninin tam olarak ne olacağı ve kim tarafından çekileceği kuşkusuz kestirilememektedir. Belki de ekolojik krizlerin yarattığı bir aciliyet duygusu bu el frenini çekecektir veya bir tekno-iktidar’a dönüşen bu uygarlığı bir siber saldırı paralize edecektir veya her türlü aşağılanmaya maruz kalan mülksüz göçmenlerin arı sürüsünü andıran bir “barbarlık saldırısı” bu ücretli kölelik sistemini ateşe veren “fren” olacaktır. Bilebildiğimiz tek şey, radikal bir devrim adına ufukta hiçbir devrimci alametin görünmemesidir. György Lukacs’ın, “yeni bir dünyanın umutlarımızdan başka habercisi yok mu?” sorusuna gönül rahatlığıyla “evet yoktur” diye cevaplayabiliriz. Ancak “umut ilkesi” ve devrimci bir iman, radikal siyasetlerin her zaman vazgeçilmez harcı olmuştur ve tarihin treninden umudumuzu kestiğimiz ve nereye gideceğini kestirilemediğimiz bu çağda bel bağlayabileceğimiz yegâne silahlarımızdır. Bizim buradaki görevimiz Badiou’nun Ebedi Komünizm Fikri adını verdiği şeye sadık kalmak ve Sparataküs’ten, Thomas Müntzer’e, Şeyh Bedrettin’den, Paris komünarlarına, Sovyet devrimcilerinden, İspanyol anarşistlere ve sömürgeciliğe karşı savaşan militanlara varıncaya dek bin yılık başkaldırıların, ütopyacı rüyaların ve radikal hareketlerin hayat verdiği bu eşitlikçi ruha bağlanmaktır. Deleuze ustadan öğrendiğimiz gibi, “devrim oluştur ve oluş tarihe indirgenemez, tarih açısından bakarsak hep zamansızdır” (Deleuze 1995:171). Bilimsel Marksizm’in determinizminden ya da aşkın bir dinden türeyen bir devrim tahayyülü yerine “dinsiz bir binyılcılığı” veya “imansızların imanı”nı esas alan bir devrim tahayyülüne ihtiyacımız var belki de. Gershom Scholem’in sözleriyle “tarihi perişan eden bir davetsiz misafir” olarak devrim.

Aydınlanmacı Marksist anlatıların, ilerlemeci devrim öngörülerinin eleştiresinde Ernest Bloch ve Walter Benjamin çok önemli ve istisna komünist düşünürlerdir. Hıristiyanlığın yeraltı akımlarını, heretikleri, Yahudi Mesihçiliğini, Kabala düşüncesini ve plebyen ütopyaları inceleyerek toplumsal devrimi apokaliptik arzuların sekülerleşmesi olarak geliştirmeye çalışmışlardır. Onlar için radikal bir özgürleşme anlayışı her şeyden önce geçmişin kurtarılmasını gerektirmekteydi. Ernest Bloch, Thomas Müntzer’i çağdaş devrimlerin tutkulu bir öncüsü olarak selamlar, “devrimin teoloğu” olarak nitelendirdiği Thomas Müntzer üzerine yazdığı kitabında ve birçok eserinde apokaliptik teoloji, mistik maneviyatçılık ve devrimci siyaset arasında bağlantı hatları örmüş ve apokaliptik mitlerin faşist siyasetlere terk edilmemesi gerektiğini ve devrimci bir siyaset için önemini sürekli vurgulamıştır. Bloch’un heretik Marksizmine göre, binyılcı komünist hareketler hiçbir geriliği temsil etmiyorlardı tam aksine siyasal üst-yapının çok ilerisinde olan hareketlerdi. Bloch’un gözünde Marksizm, ütopik yanılsamaların cenazesini kaldırmak işini üstlenmemiştir tam aksine bu binyılcı komünizm soyunun gerçek varisidir ve bu ütopyanın gerçekleştirilmesinin içkin araçlarını sunmuştur. Bloch şöyle der: “Marx’ın amacı dünyaya, tam da bu dünyanın bilgeliğine uygun olarak girişilmiş zorlu bir mücadele aracılığıyla, rasyonel sosyalizmin gerektirdiği cennetvari düzeni dayatmaktır; bu düzen kökten binyılcıdır, ama bugüne kadar hep fazlasıyla pastoral bir şey, bir tür öte düzen olarak düşünülmüştür[7].” Hakeza Benjamin’in Mesihçi devrim anlayışına göre de, “Devrim, tarihin sonucu değil, tarihin sonu olacaktı. Kurtuluş, tarihin sonucu ya da hedefi değildi; tarihle kesin bir kopuşu içeriyordu. Bugünden geleceğe, sürgünden özgürlüğe ancak bir sıçramayla, tarihin sona ermesiyle geçilebileceği varsayımına dayanıyordu”[8]. Benjamin için devrimin zamanı “şimdinin zamanı”dır. O, boş ve sahte olaylar yığını olan kronolojik zamana değil, kairolojik zamana inanmaktaydı. Klasik zaman kavramı içinde, kairos andır, yani kronolojik zaman döngüsünden kopuş ve başlangıç anıdır. Kairos şimdi fırlatılmış oktur. Devrim, mesiyanik bir müdahaleyle tarihin homojen ve çizgisel zaman akışından kopartılması, kısacası “Mesihin açıp girebileceği dar bir kapıdır”. Benjamin’in devrim arzusu, “köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil”. Bu bağlamda onun için devrimin önemi tüm mazlum kuşakların ve yenilmişlerin intikamını alacak bir kefaret devrimi olmasıdır.

Marx’ın din eleştirisi aynı zamanda dinin eleştirisinin de bir eleştirisidir. Marx dini hem “gerçek ızdırabın dışavurumu hem de gerçek ızdıraba karşı bir itiraz olarak tanımlamıştır, dini sadece devletin veya kilisenin bir sömürü aracı olarak görmemiş, “ezilenin iç çekişişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olabilen rolünü de hesaba katmıştır. Din yerine göre egemenlerin afyonu, yerine göre de güçsüzlerin vitaminidir. Tarih boyunca kurumsal dinlerin baskısına, sömürüsüne, aşağılamalarına, hiyerarşik ve eşitsiz bir dünyayı dayatmalarına ve her türlü özgür düşünceye yönelik sansürlerine karşı ortaya çıkan sapkın mezhepler (Anabaptistler, Quakerler, Familistler, Beşinci Monarşistler, Hariciler, Karamatiler, İsmailliler, Aleviler) ezilenlerin başkaldırı ve direniş sancakları olmayı başarmıştır. “Aydınlanmanın işaret ettiği tarihsel kopuşun Hıristiyan mesihçiliğinden ilham aldığı, Jakobenizmden Bolşevizme ve Anarşizme kadar bütün bir devrimci geleneğin erken dönem Hıristiyan inançlarının seküler bir cisimleşmesi” olduğu iddiası, yabana atılacak bir iddia değildir. Komünist devrim geleneklerinde dine indirgenmeyecek bir mesihçilik damarı vardır. Bu dini olmayan mesihçiliğin indirgenemez tarafı yeniye dair bir çağrı, bir “özgürlük vaadi” deneyimi olmasıdır. Komünist devrimdeki devrim anıyla, mesihçi binyılcılıktaki kıyamet anı aynıdır ve her ikisi de kairolojiktir, yani salt tekrarı, kronolojik zaman akışını bozarak zamanı değiştiren ana yatırım yapmaktır. Kişi anı ele geçirmelidir, an da kişiyi. Kairolojik zamanda, kişi hem karar veren hem de karara tabi olandır. Mesihçi kıyamet fikrinde önemli olan bu dünyayı diğer dünyaya bağlayacak “kıyamet anı” değil, kıyamet anı öncesinde herkesin eşit, özgür ve günahsız yaşayacağı bin yıllık cennetin krallığı vaadidir. Bu mesihçi kıyamet fikri zamanla üç semavi din tarafından asimile edilerek bir felaket imgesi veya dünyanın sonu haline getirilmiştir. Adaletin tikel arzulardan ve belirli grupların menfaatlerinden soyutlanması, evrensel bir arzu haline getirilmesi komünist devrim fikriyle, eskatolojik kıyamet fikri arasındaki bir başka önemli benzerlik noktasıdır. Mevcut kötü dünyanın toptan reddi ve başka bir dünyaya yönelik tutkulu özlem, binyılcı hareketlerle modern devrimci ütopyaların ortak özellikleridir. Yani verili olana yönelik keskin negatiflik ve yepyeni bir dünyaya yönelik “imkânsız arzu”, siyasal motivasyonu ve kitlesel seferberliği belirleyen ortak vizyonlar olmuştur. Apokaliptik siyasetin ayırt edici özelliği temsil ve dolayımın reddidir, içsel çatışmalardan muaf, total ve mutabık bir topluluğu hedeflemektir. Çağdaş komünist entelektüellerin aniden ortaya çıkan, tarihi askıya alan ve toplumsal gidişatın yönünü değiştiren devrimleri açıklamak için geliştirdikleri olay kavramı da mesihçi devrimcilikle benzer bir tahayyüldür. Badiou için olay, eşitliği ortaya koymak suretiyle toplumsal adaletsizlik ve eşitsizlikten ibaret olan genel durumla köprülerin atıldığı o yeni, kısa, yerel ve komünal kopuştur. Aniden ortaya çıkan olağanüstü yoğunluktur. Günümüzde artık bir komünist devrim tahayyülü, binyılcı dinsel vizyonları, köylü ayaklanmalarını, heretik mezhepleri kaçınılmaz hezimetler çöplüğüne atmaktansa bu asi ruhları yeniden vaftiz edip, devrimci tarihin şanlı uğrakları ve güncel kaynakları olarak geri çağırmalıdır.

Devrim, yüksek perdeden yürütülen bütün tartışmaların aksine belki de bir dinsel devrim görünümüne bürünmek, hatta bir din haline gelmek ve devrimin dili de ahit peygamberin diline dönmek zorundadır. Tanrısız, ritüelsiz, ölümden sonra yaşam vaat etmeyen, yeryüzünde özgürlüğün ve eşitliğin krallığını kurmayı amaçlayan bir din. Devrim, ruhlara fısıldayan, meleklere emanet edilen ve her gün okunan bir şükran duasına dönüşmelidir. Özgürlük teolojisinden etkilenen ve kendilerini “Anti-Kapitalist veya Devrimci Müslümanlar” olarak tanımlayan grupların sentezci devrim fikirlerinden, modern siyaset dillerinden ziyade bu toprakların sahih bir devrimci anakronizme ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. İslam tarihindeki bütün heretik mezhepleri ve devrimci figürleri görünür kılacak bir tarih analizi ve Benjamin’in “Din Olarak Kapitalizm” vurgusu bağlamda bir sistem okuması eminim çok daha etkili olacaktır. Hikmet Kıvılcımlı’ın belli eserleri bu ülkede hala önemli bir referans kaynağıdır, Marksizmin bir dine dönüşmesi gerektiğine yönelik isabetli analizleri bu bağlamda yeniden değerlendirilmeyi hak etmektedir. Yaşadığımız bütün eşitsizlikleri ve adaletsizleri bu Deccal ya da Nemrut iktidarına (Kapitalizm) bağlayacak, Kabil’in bu soysuz soyuna karşı bir gazap olarak devrim. Marksistlerin ağır kapitalizm analizlerinden istifa etmenin, Kuran ayetlerini zorlama yorumlara tabi tutmanın ve çağdaş anti-kapitalist hareketlerin benzer gündemleriyle hareket etmenin gerekli devrimci istenci yaratması çok zor görünmektedir. Kuşkusuz her konuda derin entelektüel tartışmalar yürütmek önemlidir ve elzemdir ancak sokaktaki insanın yaşadığı dünyayı keskin bir şekilde olumsuzlayacak, devrimi yalın bir dille “eski dünyanın ateşteki parşömen gibi tutuştuğu” bir gereklilik, bir yeryüzü cenneti olarak sunacak bir politika diline muhtacız. Sosyalistlerin yıllarca düştüğü aydınlanmacı tuzaklara düşmek, Kabil soyunun zulmünü uzatacaktır. Bilinçlerden çok duygulara hitap edecek, hiçbir ek sıfatın gerekmediği, ortak kararları ve devrimci arzuları eksen alan bir politik hattın inşa edilmesi gerekiyor. Antonio Negri’nin haklı olarak vurguladığı gibi: “Ortak istenç, ortak akıldan daha fazla bir şeydir, ortak karar, ortak isimden daha fazla bir şeydir; ortak olay, aşkın olan herhangi bir şeyden daha fazla bir şeydir.” [9] Cem Uzan’ın bile birkaç ayda faşist bir korporatizm diliyle yarattığı mobilizasyonu, yaklaşık elli yıllık mücadele deneyimi ve devasa bir düşünce mirası olan devrimci akımların bu topraklarda bunu hiçbir zaman başaramamış olması (Kürt hareketi hariç) çok manidardır. Sistem-karşıtı Müslümanlar, kimi Müslümanlara Komünizmin, Anarşizmin, Feminizmin ve Queer teorilerin “kötü” bir şey olmadığını anlatmak yerine Baba İshak’ın Şeyh Bedrettin’in, Börklüce Mustafa’nın, Pir Sultan Abdal’ın niçin isyan ettiklerini, otoriteyi ve özel mülkiyeti neden reddettiklerini, Zenc devletinin nasıl kurulduğunu anlatmaları ve apokaliptik bir dilin içinden günümüzle bağını kurmaları çok daha etkili bir siyaset olacaktır. Bu toprakların belleğine kazınmış bütün devrimci ve eşitlikçi mitleri yardıma çağırmak, modern sol siyasetlerin soğuk rasyonel dilinden uzaklaşmak, bütün toplumsal bölünmeleri kesecek bir çağrı dilini üretmek ve özgürlük havarilerine dönüşmek belki de devrimi görünür kılacaktır. “Ne zaman ki insanlar arzularını devrimci oluşlara yatırır, bir olayı ele geçirmeyi ve kendilerini olaya kaptırmayı arzular, işte o zaman devrimin anlamı/hissi ortaya çıkar ve insanlar devrimi görebilir. Heyecan yoksa dramatizasyonda yoktur. Sarhoş olmadan, isyan diye bir şey de olmaz.”[10] İhtiyacımız olan şey devrime olan inanç değil, devrimci “iman”dır. Çünkü yeryüzünde yeterince devrimci inanç var. İman, hayatı ortaya koyan, icra eden bir ilan, bireyi harekete geçiren içe dönük bir karardır. Ayrıca Simon Critchley’in de dikkat çektiği gibi iman, teist düşüncelerin temellük ettiği bir kavram değil ve Tanrı gibi metafizik bir gerçekliğin mevcudiyetini de gerektirmez. “İmansızların imanı, imanın hakiki mahiyetini ortaya çıkarır: herhangi bir güvenceye bel bağlamadan her an kendini var ilan eden ve aşkın sonsuz talebine riayet etmeye çalışan öznenin sıkı faaliyeti. İman, gücümü aşan, ama yine de benim tüm gücüme ihtiyacı olan sonsuz bir talep karşısında benliğin kendini ortaya koymasıdır, yeni bir şeyin doğabilmesi için eski benliği ortadan kaldırmaya kalkışan manevi bir cesaret edimi”dir.[11] İman, örgütlü siyasal koşulların içinde filizlenen imkânlara konmak değil, siyasal iradeyle, çileyle, azim ve sabırla elde edilen bir zirvedir. Simon Critchley’in o muhteşem tabiriyle: “İman eşitlerin ektiğini biçme ilişkisi değil, ekmediğini biçme asimetrisidir” (Critchley 2014: 268). Devrim, kuşkusuz bir örgütlenme iradesi, siyaset de, insanın kendisine yoldaş seçmesidir. Biz ve örgütlü gücümüz hazır olmadığı sürece devrim hayaleti bize kendisini hiçbir zaman göstermeyecektir. Ne demişti Ernest Bloch? “Mesih ancak bütün misafirler masaya oturduğunda gelebilir”.


Kaynakça

  • Fanatizm - Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Alberto Toscano, Çev: Barış Özkul, Metis Yayınları
  • İmansızların İmanı - Siyasal Teoloji Deneyleri, Simon Critchley, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları
  • Devrimin Zamanı, Antonio Negri, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları
  • İsyan, Devrim, Eleştiri, Bülent Diken, Çev: Can Evren, Metis Yayınları
  • Komünizm Fikri, Hazırlayanlar: Slavoj Zizek - Alain Badiou, Metis Yayınları
  • Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin, Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları



Dipnotlar


[1] Bülent Diken, İsyan, Devrim, Eleştiri, Çev: Can Evren, Metis Yayınları, s.14
[2] Alberto Toscano, Fanatizm – Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Çev: Barış Özkul, Metis Yayınları, s.55-58
[3] Slavoj Zizek, Somut Evrensel Olarak Komünizm Fikri,  Komünizm Fikri içinde – Metis Yayınları, s.250
[4] A.g.e, s.11
[5] A.g.e, s.55
[6] Aktaran Alberto Toscano, s.71
[7] Aktaran Alberto Toscano, s.115
[8] Nurdan Gürbilek’in Sunuşu, s.19, Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları
[9] Antonio Negri, Devrimin Zamanı, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, s.181
[10] Bülent Diken, s.25
[11] Simon Critchley, İmansızların İmanı-Siyasal Teoloji Deneyleri, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları, s.26-29