18 Kasım 2019 Pazartesi

“Gelmesi Kesin Olan Tek Şey Ölümdür Albay'' - Ramazan Kaya



"İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır"

Gabriel Garcia Marquez Albaya Mektup Yok kısa romanını veya uzun öyküsünü 1956'da tamamlamış olsa da ancak 1961'de yayınlatabildi. Bu romanın, yazarın “sosyalist gerçekçi" ya da "yeni gerçekçi" (büyülü gerçekçi hiç değil) döneminin en başarılı eseri olduğu söylenebilir. Günümüzde birçok eleştirmen tarafından kısa bir şaheser olarak kabul edilmektedir. Gabriel García Màrquez’in 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmesinde, hiç kuşkusuz Albaya Mektup Yok’un da payı vardır. Yetmiş beş yaşındaki bir albay ile kronik astımlı karısı Kolombiya'nın kuzeyindeki ormanların derinliklerinde, nehir kıyısındaki ücra bir kasabada sefaletle boğuşmaktadırlar. Albay "Bin Gün Savaşı" sırasında liberal ordusunda yer almış , elli küsur yıl önce baskıcı ve demokrasi karşıtı muhafazakâr rejim güçlerine karşı çarpışmıştır verdikleri son on beş senedir yeni hükümetlerden birinin o katliamdan sağ kurtulanlara vaat ettiği emekli aylığının müjdesini beklemektedir. Yani neredeyse tam altmış yıldır beklemekten başka bir şey yapmamıştır albay. Beklemek, elbette, üçüncü dünya ülkelerindeki çaresiz insanların kaderine dönüşmüştür ancak bir albayın kabullendiği bir durum olarak düşünülmemektedir. Emeklilik mektubunu bekleyen albaya posta şefi şöyle der: "Gelmesi kesin olan tek şey ölümdür albay." Sömürgelerde, dünyanın safrası coğrafyalarda, ölüm yıldırım hızıyla ulaşan tek haberdir yoksul hanelere. Güzel olan her şey sonsuz bir bekleyiştir, umut, Kaf dağının ardına ertelenmiş bir masal kipidir. Şairin "bir sabır geleneğidir doğu'da akşam" dizesindeki “doğu”, tüm kimsesizlerin ülkesidir bir anlamda.

İhtiyar çift, beraber geçen bir ömrün ardından, hâlâ birbirlerine olan sevgi ve saygılarına rağmen birçok konuda ters düşmüşlerdir artık. Hikaye ilerledikçe, çiftin tek çocuğu olan ve terzilik yaparak ailenin geçimini sağlayan Agustin’in, “yasadışı” siyasi faaliyetlerinden ötürü dokuz ay önce askerler tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Albayın karısı haklı olarak: "Biz de oğlumuzun yetimleriyiz" der. Çünkü, sefaletten ve aşağılanmaktan ibaret yaşamlarının sebebini Agustin'in yokluğuna bağlamaktadır annesi. Agustin bir ekek çocuk olarak yaşıyor olsaydı şayet, bu sefil, yetim hayatı yaşamayacaklarına inanmaktadır. Devletin,  politik gençleri sistematik bir şekilde yok ettiği tüm coğrafyalarda olduğu gibi onların da ocaklarına ateş düşmüştür, en büyük yatırım kaynağı olarak gördükleri çocuklarının ellerinden alınmış olması, onları güvencesiz ve belirsiz bir geleceğe mahkûm etmiştir. Ünlü psikoterapist Irvin D. Yalom Aşkın Celladı kitabının "Yanlış Çocuk Öldü" öyküsünde bu konuda dikkate değer bir tespitte bulunur: “Anne veya babayı ya da çok eski bir arkadaşı kaybetmek çoğu kez geçmişi kaybetmektir: ölen kişi çok eski dönemlerin değerli olaylarının yaşayan tek tanığı olabilir. Ama bir çocuğu kaybetmek geleceği kaybetmektir: kaybedilen, kişinin yaşam projesinin ta kendisidir – ne için yaşadığı, gelecekte kendini nasıl tasarladığı, ölümü aşmayı nasıl umut edebileceğidir (insanın çocuğu aslında onun ölümsüzlük projesidir). Bu durumda, mesleki dilde, anne babanın kaybı “obje kaybı” (obje insanın iç dünyasının oluşumunda etkili bir rol oynamış kişidir) iken çocuğun kaybı "proje kaybı"dır (yaşamın yalnızca nedenini değil nasılını da ortaya koyan belli başlı, düzenleyici yaşam prensibinin kaybı). Bu durumda çocuk kaybının katlanılması en güç kayıp olmasına, birçok anne babanın yıllarca yas tutuyor olmasına, bazılarının hiçbir zaman kendilerine gelememesine şaşmamak gerekir". (syf,158)
Kadın hala oğlunun yasını tutsa da yaşam mücadelesi söz konusu olduğunda siyasetin bir kenara bırakılması gerektiğini düşünmektedir ve albaya bu konuda sürekli gerçekçi davranmasını telkin etmektedir. Yiyecek bir lokma yemekleri yoktur, oysa dövüş horozunu satmaları durumunda birkaç yıl kıt kanaat da olsa yaşamlarını idame ettirmeleri mümkündür. Horoz albaya göre oğlunun anısını yaşatan bir sembol iken, karısının gözünde erkek şiddetini ve sonu ölümle sonuçlanan siyaseti temsil etmektedir. Kadın, elinden beklemekten başka bir şey gelmediği için albayı aşağılarcasına, "Umut karın doyurmaz” der. Albaysa buna, "Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar" karşılığını verir. Albay, oğlunun katledilmesinden ötürü siyaseti unutmanın imkansız olduğunun, onur sahibi olmanın bu dış baskılara direnmekten geçtiğinin farkındadır. 


"Doğru,” diye içini çekti albay. Hayat şimdiye kadar icat edilen en güzel şey"

Romanın merkezindeki dram Agustin'in dövüş horozuyla ilgilidir, albay kendisine miras kalan ve şampiyonluk potansiyeli olduğu söylenen horozu istemeyerek de olsa evine alır. Agustin’in kendisi gibi terzi olan arkadaşları da yasa-dışı siyasetin özneleridirler, bu güçlü horozun geleceğini önemsemektedirler. Horoz hem onlar hem de kasabadaki herkes için bir direniş ve umut simgesine dönüşmüştür. Albay başta giderek büyüyen bu beklentileri görmezden gelmeye çalışsa da, Zamanla oğlunun anısını yaşatmak ve onun intikamını sembolik biçimde de olsa almak için kasabanın siyasi arzularını benimser. Bu uzun öyküde, Gerald Martin'in de dikkat çektiği gibi: “Garcia Marquze’in dönemin sosyalist ideolojisini benimsediği artık son derece belirgindir. Horoz aslında ümidi, güveni, direnişi, iyimserliği ve insanlık onurunu simgeler; hayatta kalışı "yanlış bilinç" kavramına katkıda bulunan iki faaliyet (spor ve kumar) aracılığıyla insanları bilinçlendirmektedir." (Gerald Martin, Gabriel Garcia Marquez'e Giriş, Can Yayınları, s.64) Çekilen ekonomik sıkıntılara temelli bir çözümün bulunmadığı hikâye, isimsiz albayla eşi arasındaki sert bir diyalogla bir çok gelişmeyi belirsizliğe terk ederek son bulur: Eşinin, bir kez daha öfkeyle "peki ama o arada ne yiyeceğiz'' sorusuna, albay: "Elinin körünü'' diye yanıtlar. Albayın bu keskin cevabı aslında bahtsız eşinin çenesini kapatmak arzusu taşımamaktadır, yıllardır ''elinin körünü yemiş" oldukIarı gerçeğini teslim etmekten ibarettir. Yaşamları baştan sona bir aşağılanmadır; samimi anlamda onurlu bir yaşam sürebilmelerinin yolu göstermelik davranmayı bırakarak gerçekleri dürüstçe kabullenmekten geçmektedir. 

Marquez, hikâyesini askeri diktatörlük atmosferi üzerinden kurgulamıştır. Sıkıyönetim koşulları hikâyenin her ayrıntısına sirayet etmiştir. Gece on birden sonra sokağa çıkma yasağı vardır, gazeteler sansürlüdür, seçimler yapılmamaktadır, filmler kendi arasında sınıflandırılmakta, rahipler sinema girişlerini gözetlemekte, kamusal alanlarda siyaset konuşulmamakta, doğru haberlere ancak el altından dağıtılan dağıtılan broşürler sayesinde ulaşılmaktadır ve çok risklidir. Faşizm ve korku ülkeyi kuşatmış durumdadır. Hikâyenin giriş bölümünde kasabanın davulcusunun cenaze törenine gitmeden önce albay, "Bu cenaze özel bir olay, yıllardır gördüğümüz ölümler arasında doğal nedenlere dayanan ilk ölüm bu'' der. Tasvir edilen atmosfer, Kürdistan'da yaşananlara ve yaşanmaya devam edenlere fazlasıyla benzemektedir. Ölüm şeklimiz yaşadıklarımızın aynasıdır. Sömürgelerde ve askeri diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde ölüm karşısında eşit olma ideali elbette ortadan kalkmıştır, onurlu insanlar açısından “doğal ölüm” bir lükstür. Hiç kimse adıyla, hayalleriyle, sevdikleriyle varolmuş bir birey olarak sıcak yatağında ölme imkanına sahip değildir. Onlar, barikatlarda, çapraz ateşe alınmış varoş evlerde, karanlık işkencelerde, sokak ortasında devlet kurşunlarıyla katledilenlerdir. Onlar, vahşice söndürülen ve hiçbir şekilde korunmayan yaşamlardır, yaşamları yaşam sayılmayanlardır. Onlar, isimsiz ve yüzsüz ölümlerdir. Onların adları, yüzleri, izleri ve kişisel tarihleri yoktur. Onlar, yası tutulmayanlardır, çünkü yaşamları yaşam vasfını taşımaz, kaydı tutulmaz. Yasları tutulmaz, çünkü zaten hep kayıptırlar, ya da hiç olmamışlardır. Yaşam ile ölüm arasında askıya alınmış hayatlardır. Onların varlığı egemen insan tanımına oturmaz, devletin ve kapitalizmin insanlık kategorisinden çoktan çıkardığı, ölü kabul ettiği, iktidar karşısındaki en çıplak, en korumasız ve en kırılgan hayatlardır. 

Gabriel García Màrquez’in yazdıkları, "içinde bir kıtanın ruhu titreşen" bir edebiyattır. 1967'de yayınlanan Yüzyıllık Yalnızlık, halen Latin Amerika'nın tarihî kimliğini ve çıkmazlarını en iyi özetleyen roman olarak görülür. Bu talihsiz kıtanın ardı arkası kesilmeyen darbeler ve devrimler tarihini, sömürgeciler tarafından talan edilen mirasını, kıtaya yönelik Avrupa-merkezci körlüğü, şiddet kültürünü, tropikal yağmurlarını, sahipsiz cenaze törenlerini, tutkulu aşklarını, hüznünü, yoksulluğunu onun kadar etkili anlatan ikinci bir Güney Amerikalı yazar bulmak neredeyse imkansızdır. Yazdığı her roman, dünya edebiyatının tarihine canlı bir bellek gibi kazınmıştır. Çocukluk deneyimlerinden harekette bir mekanı yeniden yaratmakta hünerinin sınırı yoktur. Her eserinde farklı bir özelliğini işlediği "Macondo" kenti, tüm okuyucularının hafızasında unutulmaz bir yer edinmiştir. Kıtanın tarihindeki belli dönüm noktalarını ve siyasi olaylarını ele almakla kalmamış, insan olmanın anlamını da geniş ve derinIemesine irdelemiştir. Sömürge geçmişi olan ülkelerde sayısız yazarı etkileyen referans bir isim olmuştur. 1982 yılında StockhoIm’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul ederken yaptığı konuşmada insanları, doğduğu yer olan ve artık kendini bir temsilcisi olarak gördüğü Latin Amerika kıtasıyla daha fazla duygudaşlık kurmaya çağırdı. Kıtanın halen doğru düzgün tanınmadığını ve görmezden gelindiğini, sahiden büyülü olsa da bu büyünün saçmalık seviyelerine varmadığını, koridorları mutsuz hayaletlerle, dolaplarıysa iskeletlerle dolu Avrupa'nın bin yılda ulaştığı seviyeye Latin Amerika'nın iki yüz yılda yetişmesinin beklendiğini, kıtanın kültürel ve siyasi açıdan çarpık bir biçimde sürekli Avrupa standartlarıyla değerlendirilmesinin yanlış olduğunu dile getirdi. Kıtanın diktatörlerine karşı gerçeği söylemekten, kıta halkına olan güvenini vurgulamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Başkan Babamızın Sonbaharı romanında tiran nihayet ölür. Durumun halkın gözünde nasıl göründüğünü şöyle aktarır: "Hayatın asıl yüzünü bilmeyen gülünç bir zorba, bizse sizin kanlı canlı ve geçici olduğunuzu aklınıza bile getirmekten ürktüğünüz hayatı doyumsuz bir tutkuyla seviyorduk."

García Marquez her fırsatta, “Yazar devrime ancak iyi yazarak hizmet edebilir" diyerek muhalif aydınları, kendini davaya adamış solcuları çileden çıkarttı. Ama o bu sözlerinde gayet samimidir. Ona göre, dünyanın gerçeklerini edebiyat yeteneğiyle birleştiren bir yazarın başka bir gerekçeye ve misyona ihtiyacı yoktur. Edebi inceliğin süzgecinden geçmiş bir gerçeklik tek başına fazlasıyla devrimcidir zaten. 

(Yazı, Kırık Saat Dergisi'nin 1. sayısında yayınlanmıştır)
x

Hiç yorum yok: