23 Temmuz 2010 Cuma
Kürtler ve Tabiat: “Dağ Kavmi”nin Dağlanmış ‘Doğa’sından Bakmak
“Uzun zaman önce... Hiç kimse tarlaları sabanla deşmezdi.
Toprağı sınırlara bölmezdi hiç kimse
Ve suları kürekle yarmazdı
Kıyı dünyanın sonuydu. Ah doğuştan zeki insan, buluşlarının kurbanı
Öyle korkunç ki yaratıcılığın, Ne işe yarar şehirleri çevreleyen şu yüksek duvarlar
Ve niye savaşmak için silahlar?” [Ovidius – Amores]
Kürtlerin tarih kurgusunda en önemli mitlerden birini de doğayla kurulan organik bağın yaşamsal önemi oluşturur. Zağrosların eteklerine yerleşip her türlü istilacı ve sömürgeci baskın karşısında geçit vermez dağların kucağına sığınıp, doğanın bereketli nimetleriyle beslenerek direnmenin, varlıklarını bugüne taşıdığına inanılır. Kendilerini “dağ kavmi” olarak da adlandıran Kürtlerin mitolojisinde veya destanlarında barınak veya isyan ateşininin yükseldiği sembol olarak dağlar, özel ve baskın bir yer tutar. ‘Dağa çıkmak’ veya ‘dağa kaçmak’ ikilemi, tarihin Kürtlere reva gördüğü kaçınılmaz bir lanet veya hayatta kalmanın diyalektik yasası olarak okunur. Sürekli, tarihsel varlığını doğanın koruyucu şefkatine borçlu olduğunu vurgulayan bir halkın doğayla ilişkisi üzerine doğal olarak radikal bir sorgulayışın, toplumsal ekoloji bilincinin çok gelişkin olması beklenir. Oysa günümüzde beton mezarlığına dönüşmüş “kentsiz kentler”, altyapıdan ve projelerden yoksun belediyeler, kirletilmiş sular ve göller, terk edilmiş ve bir daha kimsenin dönmeyi düşünmediği ıssız köyler, yakılmış ormanlar, sürülemeyen tarlalar ve güvenlik güçlerinin çoktan kontrol sahalarına dönüşmüş yaylalar, söylemin sadece modern bir halk romantizminden ibaret olduğunu düşündürüyor.
Sözünü ettiğim romantik halk söyleminin kuşkusuz tarihsel dayanakları yok değil. Göçebe aşiret toplulukları şeklinde uzun süre tarımdan ve yerleşik kent kültürden uzak bir hayat biçiminin doğayla sıkı bir yaşam bağını ürettiğini söylemekte mümkün. Hayvancılığa dayalı geçim ekonomisi, doğadaki bir sürü yabani ottan hem yiyecek hem de belli hastalıklara yönelik ilaçlar niyetine yararlanılması, yerleşim sahalarına yakın suların hala önemli temizlik ve sulama kaynakları olması, çoğu köy sakini için kümes hayvancılığının et ihtiyacını önemli oranda karşılıyor olması, bu bağın önemli göstergeleri olarak görülebilir. Yıllardır yoğunluğundan hiçbir şey yitirmeden süregelen savaşın yarattığı doğal ve toplumsal tahribatların sonucu olarak, Kürtler’de doğayla uyumlu, planlı bir kent veya kır yaşamına yatırım yapma arzusu, savaşın bitmesiyle oluşacak siyasal statü sonrasının düşsel zamanına havale edilmiş durumda, adeta. Ekonomik durumu iyi ailelerin veya aşiretlerin yatırım sahalarına baktığımızda, Türkiye’nin büyük metropolleri, Akdeniz veya Ege sahillerindeki kentler ya da bölgedeki Van, Diyarbakır, Batman gibi ‘geleceği olan kentler’ ön plana çıkmaktadır. Geriye kalan kent veya köyler göç etmiş çoğu ailenin imgeleminde, ya köklerinden kopmak zorunda oldukları trajik olayların hatıra defteridir ya da kimi zaman akrabalarını ziyaret etmek için gittikleri anılarla yüklü, vuslatın gerçekleştiği uzak sıla diyarları.
“Emanet Yaşama” ve İkili Yerleşim Kültürü
“Hava su ve toprak kirlendi artık
Tuz ve ekmeğe karışıyor yüksek gerilim
Yeryüzünün bütün koordinatları
Barınacak bir yer arıyor
Haritadan silindi yüreğimin meskûn yerleri” [Hicri İzgören]
Kemalist modernleşme projesinin bölgedeki varlığını yavaş yavaş hissettirmeye başladığı 1950’lerde tarımda makineleşmeye bağlı olarak oluşan işsizliğin doğurduğu göç dalgası, aynı zamanda bölgedeki kırsal yerleşme sakinlerinin tarım ve hayvancılığın kısıtlı ekonomisi dışındaki sektörlerin hayallerine giden yolu kısaltacağını da keşfetmeye başladıkları dönemdir. Farklı coğrafyalardaki modernleşme aşamaları ve çeşitlenmiş iş sektörlerine yönelik malumatlar, kent merkezlerinin sosyal ve ekonomik çekiciliğinin ateşlediği hayaller, kırsaldaki dünyalarıyla kurdukları bağın gittikçe zayıflamasına yol açtı. Bu da verili yaşamlarını (kentlere yerleşmek için para ve güç toplayana kadar) bir süreliğine katlanılması gereken geçici bir hayat olarak görmelerini beraberinde getirdi. Yapılan evlere, açılan kuyulara, tarıma ve hayvancılığa yönelik yatırımlara, kısacası kırsalın tüm hayat döngüsüne bu ‘emanet yaşama’ duygusu damgasını vurdu.
Böylelikle, çift kimlikli yerleşim kültürü diyebileceğimiz özgün bir durum uç verdi. Kırsalla bağlarını tam olarak koparmak istemeyen kimi aileler, büyük yatırımlarını kendilerine en yakın veya gelişkin kentlere yapıp ailenin kimi fertlerinin köyde ikamet etmesini de sağlayarak “bir evleri kentte, bir evleri köyde” olmak şeklinde ikili bir yerleşim kültürünü devam ettirmekteler. Amaç kent merkezlerinde dükkân, ev ve işyerleri satın alıp hem yatırımların değer kazanmasını güvence altına alıp hem de okuyan çocukların eğitim hayatının devam etmesini sağlamaktı. Köydeki evin rolü, hafta sonlarının temiz havasını solumak için uğranılan bir dinlenme molasına mekân olmak veya yazın uğrayıp tarım ve hayvancılık faaliyetlerine yardım ederek kentteki ev ahalisinin temel yiyecek ihtiyaçlarını temin etmekti. Yani köy mekânı artık hayatlarının vazgeçilmez kozası değil, hiçbir yatırımın düşünülmediği gözden çıkarılmış bir yan kazanç deposu veya aidiyetlerinin dayandığı kökleri hatırlatmak için kimliklerine kazıdıkları bir geçmiş hanesidir.
Oysa benim çocukluğumun da düşlerine ve oyunlarına ev sahipliği yapmış geçmiş zaman köyleri, bir özgürlük imkânı, bir ekotopya diyarıydılar. Kimilerine lüzumsuz bir romantizm gibi görünse de ben bugünü beton sevdalılarına bırakarak şairin “orda bir köy yok uzakta” dediği o yok olmuş köy dünyasının kimi özellikleri itibariyle özgürlükçü politikaların ‘yitik cenneti’ veya bir ‘ekotopya’ olduğunu düşünüyorum. Yaz mevsiminde sarı başaklar içinde oyunlar oynayarak çalıştığımız tarlalar, türkü ve ıslıklar eşliğinde hayvanları otlattığımız serin yaylalar, sefere katılmak için adeta kavga ettiğimiz, un öğütmek için gidilen su değirmenleri, uzun kış gecelerinde sıcak sobanın etrafındaki minderlere kurulup Kürt divanlarının söz ve ses sultanlarından masallar ve dengbejler dinlemek bir esrime kaynağıydı. Baharda toplanarak kurutulmuş bitkilerden yapılmış yemekler, kışın açılan kavurma tenekeleri, yazın evlerin gölgesinde doğunun boş ve döngüsel zamanına teslim olup tütün içmek, doğal yoğurt ve peynirlerden doyasıya yemek, organik toplumsal ilişkiler, varlığı bizi heyecanlandıran ‘yabancı’ misafirler, köyler arasındaki futbol müsabakaları neyi yitirdiğimizi hatırlamak için yol gösteren bir geçmiş haritası olduğunu düşünüyorum.
Son otuz yıl içinde savaşın bölgedeki her şeyi belirler hale gelmesinin kent ve kır yaşamında çok köklü ve öngörülemeyen sarsıntılar yarattığını her yerde gözlemlemek mümkün. Kürt siyasal hareketinin lojistik destek sahaları olarak görülerek ‘zanlı’ ilan edilen çoğu köyün ve ormanların yakılması, bölge halkının büyük bir bölümünün temel geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılığın askıya alınması, kent merkezlerine yönelik yaşanan yoğun kitlesel göç, kent merkezlerinde görülen çarpık kentleşme, işsizlik, altyapı hizmetlerinin aksaması, kadınların ve çocukların kent merkezlerindeki istihdam alanının dışında kalmasının getirdiği sosyal izolasyon, köksüzlük duygusu, hırsızlık, fuhuş, uyuşturucu çetelerinin mantar gibi türemesi, hemşehrilik veya aşiret kültürünün yarattığı gettolaşmanın doğurduğu sosyal ve ekonomik çatışmalar bölgedeki demografik, sosyal ve ekonomik dengeleri tamamen yerinden oynatan gelişmelerin eksenini oluşturdu. Hareketin halkı mobilize etme başarısı genel olarak iki toplumsal olguya dayandırılmaktadır. Birinci etken hareketin Kürdistan’da en alttaki sınıflara yani mülkiyetsiz ve iktidarsız çoğunluğa yaslanması, ikincisiyse silahlı mücadeleyi kararlı bir şekilde yürüterek kökleşmiş “devlet korkusu” nu yıkmayı başarması ve devlet iktidarıyla hesaplaşabilecek bir iktidar potansiyeline sahip olduğunu fiili olarak göstermesidir, buna göre. Hareketin çıkış dönemlerinde dayandığı Marksist ideoloji ve sınıfsal argümanlar, hareketin özellikle topraksız köylüler, Türkiye metropollerine savrulmuş işçiler, işsizler ve yerel tahakkümün en büyük kurbanı konumunda olan kadınlar arasında sempati görmesini ve koşulsuz destek bulmasını sağladı. Zaman içinde belediye yönetimlerine talip olma ve bölgede politik bir hegemonya kurma doğrultusunda önemli bir yol kat edildiğini söyleyebiliriz. Şu an itibariyle 1 büyükşehir, 7 il, 51 ilçe ve 40 beldeyi kazanmış bir temsil gücünden söz etmekteyiz. Ancak bölgede oturtulmaya çalışılan yönetim kültürünün, doğayla, kent planlamasıyla, temizlik kültürüyle, bölgedeki akarsu ve göllerle ve alternatif enerji kaynaklarını kullanmayla kurduğu performansa baktığımızda durumun hiç de umut verici olmadığını hatta içler acısı bir manzara sunduğunu söyleyebilirim.
Bölgede doğaya ‘nasıl davranıldığına’, ekolojik gözlüklerle daha yakından bakalım.
Bir Tahribat Manzarası
"Doğa üzerindeki egemenlik, insan üzerindeki egemenliği getirir. Her özne sadece dışsal doğanın köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır." [Max Horkheimer]
Hakkâri gibi her tarafından kaynak sularının fışkırdığı, yanı başında Zap suyu bulanan bir kentin çoğu mahallesinde su sıkıntısının yaşanıyor olması ve musluklardan akan suyun içme suyu olarak kullanılmasının çok riskli olması tarihin bir şakası değildir. Bunun ardında, sürekli eski borçların arkasına sığınan, yerel yönetim anlayışının merkezine siyasal faaliyetleri oturtan projesiz ve nitelikli kadrolardan yoksun bir belediyecilik yatmaktadır. Bölge genelinde çoğu köyde içme suyu olarak kullanılan sağlıksız kuyu sularının hepatit hastalığına yakalanan insan sayısında ciddi bir artışa yol açtığını bölgedeki sağlık uzmanlarından öğrenmekteyiz. Hakkâri’de dikkat çeken durumlardan biri de kimi yabani bitkilere (Siyabo, Ribes, Kereng, Gulig) ve mantarlara et fiyatına paralar ödenmesi, insanların bunları toplamak için yanı başlarındaki dağ ve yaylalara çıkmamasıdır. Ekonomik gücü görece iyi aile sayısının fazla olduğu Yüksekova ilçesinin mimari yapısı tam anlamıyla bir beton çöplüğünü andırmaktadır. İlçedeki zengin ailelerin çoğunun yatırım merkezi Van olup, Van’daki yatırım kültürünü belirleyen de büyük pasajlar veya sinek avlayan otellerdir.
Zaten, Türkiye’nin en büyük gölünün kıyısındaki Van kentinin durumuna göz attığımızda durumun maalesef pek farklı olduğu söylenemez. Yüzme alanı olarak bugün sadece Edremit ilçesinin belli kısımları ve Molla Kasım köyü taraflarındaki kimi yerlerin kullanılabiliyor olması gölün kirlilik derecesi hakkında bir bilgi verecektir sanırım. Van Gölünü tehdit eden önemli kirlilik kaynaklarından birini hiç şüphesiz göle dökülen derelere atılan katı atıklar oluşturmaktadır. Su ortamına taşınan katı atıklar göl ekosistemini bozarak göldeki canlı yaşamını olumsuz etkilemektedir. Eski bir Ermeni yerleşim sahası olan Van’da geçmişe dair bütün kalıntıların köksüz bir kentleşme kültürüyle tamamen silindiğini, turizm potansiyeli taşıyan çoğu eser veya doğal alanın ilgisizlikten ve düzensiz yerleşme kültüründen ötürü yok olma eşiğine geldiği aşikâr. Van’da 12 kadar yabani gülün doğal olarak yetiştiği bilinir. Bunların en önemlileri Sarı gül, Sarı Kırmızı Gül, Nazarlık Gülü, Kuşburnu, Hoşab Gülü olarak isimlendirilir. Van’ın kimliğinde önemli bir yer tutan eski büyük gül bahçeleri zamanla sökülerek yerlerine apartmanlar dikildi. Van’daki hızlı ve dengesiz yerleşim kültürünün sonucu olarak yerel kültürün önemli bir parçasını oluşturan bu eski bahçe gülleri maalesef yok olmaktadır.
Yedi bin yıla uzatılan bir geçmişe sahip olan tarihi kent Bitlis’te, şehrin içinden geçerek birçok yerleşim yerine uğrayan, diğer ırmaklarla birleşerek, büyük tarım alanlarının sulanmasında kullanılan Bitlis Deresindeki kirlilik endişe verici boyutta. Çöp ve mikrop kanalına dönüşmüş derenin ıslah edilmesi için gözle görülür bir çalışma yok. Kentte halkın büyük bir bölümü çöplerini dereye atıyor. Yazın kokuya sebep olan dere, aynı zamanda mikrop yuvası haline dönüşmüştür. Bitlis belediyesinin 4 umumi tuvaletinin atıklarının da dereye akıyor olması olayın vahim tarafını oluşturuyor.
Dersim'de yapımı tamamlanan Uzun Çayır Barajı tam anlamıyla bir doğa, tarih, kültür ve canlı katliamıdır. Munzur gibi kar ile beslenen su üzerinde 8 barajın kurulmak istenmesi hiçbir bilimsel ve ekonomik bakış açısına uymuyor. Bin bir çeşit bitki ve bölgeye özgü çok sayıda hayvan türü ile müthiş bir doğa güzelliğine sahip olan Munzur Vadisinde kurulacak barajlar ile tüm doğa güzellikleri su altında kalacaktır. Yine ne Haçlı Seferleri, ne Moğolların saldırıları, ne de Timur’un kaçıramadığı Hasankeyf'in keyfini Türkiye Cumhuriyeti Ilısu Barajıyla, kaçırmaya çalışmaktadır. 50 yıldır yapımı gündemde olan Ilısu barajının hayata geçmesiyle birlikte aralarında köy ve mezraların da bulunduğu 199 yerleşim yeri sular altında kalacaktır. Hasankeyf halkına göre barajla birlikte su altında kalan sadece ‘tarih’ (Hasankeyf Köprüsü, Büyük Saray, Hasankeyf Kalesi, Küçük Kale, Zeynel Bey Türbesi, İmam Abdullah Zaviyesi, Kaledeki Ulu Cami, El-Rızk, Sultan Süleyman, Koç ve Kızlar Camii) olmayacak. Baraj turizmi bitirecek ve işsizliğin artmasına yol açacak.
Bölgede planlı ve vizyon sahibi tek belediyecilik örneği olarak gösterilen ve bu övgüyü hak da eden Diyarbakır’da durumun dikensiz bir gül bahçesi olmadığının yakın şahidiyim. Bütün cilalı yatırımların Ofis, Dicle Kent ve Dağ Kapı gibi semtlere yapıldığı; gittikçe gettolaşan Bağlar, Gürdoğan, Fatihpaşa, Huzurevleri-Peyas ve Körhat gibi yoksul semt ve mahallerin ise altyapı hizmetlerinin son derece kötü olduğu, daha alınacak çok uzun bir yol olduğunu göstermektedir. Mimar Çelik Erenzengin’in umut vadeden “Güneş Evi” projesinin toplu konut kapsamında geniş bir projeye dönüştürülmeyip, yoğun fosil yakıtı tüketimi dolaysıyla kış mevsiminde Ofis semtinde belli saatlerde kalorifer yakma yasağı uygulanması, acı bir tebessüme yol açıyor.
Kentlerin hinterlandı sayılan belde ve köylerde bir tek modern hayvan çiftliğinin olmaması, kenti besleyen tarımsal ve bahçe üretiminin tükenmiş hali, hormonlu sebze ve meyve tüketiminin çok yaygın olması, çoğu köylünün hiç hicap duymadan kentlerden yumurta ve tavuk alması kanıksanmış memleket manzaralarıdır artık. Etraftaki çöp bidonlarının varlığına karşın cadde veya yol ortasına okkalı bir tükürük sallamak, adabı muaşeretten... Bölgedeki en utanç verici ve son yıllarda gittikçe yaygınlaşan kara manzaralardan biri de, çoğu insanın canından olma pahasına bomba, suya elektrik akımı verme veya dinamitle balık avlamaya çalışmasıdır. Son beş yıl içinde Bingöl'ün Genç ilçesinde, Erzurum’un Çat ilçesinin Çimenözü Köyü'nde, Tunceli’nin Çemişgezek ilçesindeki Tağar Çayına, Adıyaman'ın Sincik İlçesi Kıran Köyü’ndeki Kıran Çayı’na elektrik akımı verirken veya Batman’ın Beşiri Garzan çayında dinamitle balık avlamak isterken ölen insanların (sekiz kişi) durumu kara mizaha sığmıyor. Kısacası bu bölgede de doğa, ‘doğal kaynaklar’ olarak görüldüğünden beri can çekişmeye ve her türlü kötü muameleye uğramaya devam etmektedir.
Ekolojik Bir Toplum Perspektifi
“Karşı çıkış, muhalefet artık kapalı odalarda ya da genel kurullarda hazırlanıp daha sonra alanlarda gerçekleştirilecek bir şey değil. Karşı çıkış, her bir durumun içinde ve yalnızca o duruma dayanarak doğacaktır” [Miguel Benasayag]
Kürt siyasal hareketinin İmralı okumaları sonrasında önüne koyduğu “Ekolojik Toplum Perspektifi” bölgedeki Kürt belediyelerinin konu etrafında seminer ve sempozyumlarla yoğun bir tartışma ve proje sürecine girmesini bir nebze de olsa sağladı. Ancak kent merkezlerindeki parkları düzenlemek, siyasal şov niyetine merkezlerdeki kimi çöpleri toplamak veya çevre yürüyüşleri düzenlemek durumu kurtarmaya ne yazık ki yetmiyor.
Modern yurttaşın kendi benliğini ve geleceğini belirlemede kentler her zaman önemli bir toplumsal alan oluşturmuştur. Max Horkheimer’in “bireyin geleceği her zaman kent toplumunun geleceğine bağlıdır” saptaması özgür bir cemaat örgütlenmesi bağlamında kentin önemine ilişkin önemli bir vurgudur. Ancak burjuvazinin görkemli ‘megapolisi’ insanlar arasındaki her türlü toplumsallığı çözerek onları kentin uzamı içinde bir sayısal çokluğa indirgemiştir. İnsanlar “nüfus” olarak nitelenmiş ve insan ilişkileri de ihtiyaçlar ve kent yaşamının zorunlu kıldığı kısıtlamalar etrafında örgütlenmiştir. Kent planlaması da bu toplumsal çözülüşün ideolojisi doğrultusunda şekillenmiştir. Antik Yunan’da pazar yeri kente tabi iken, burjuvazi kenti piyasaya tabi kılmış hatta kenti bir pazar yerine dönüştürmüştür. Kent merkezlerinin göz kamaştıran anıtları, kuleleri, devasa iş merkezleri insanlara ne kadar küçük olduklarını, varlıklarının ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu hissettirmeye yarıyor sadece. Bir zamanlar geleneksel toplumun tahakkümünden kaçan yabancıların sığınağı olan kent, şimdi yabancılaşmanın başlıca kaynağıdır. Artık herkes yabancı statüsüne, yani gerçek ya da potansiyel düşman olarak görülmeye başlamıştır. Yine bir zamanlar kenti barbarların talanından koruyan dış duvarlar, şimdi mutlu azınlığı gettolardaki “iç barbar”lardan korumaya çalışan sınıfsal konumların sınırlarını çizdiği semtler arası iç duvarlara dönüşmüştür. Yüzyıl önce Baudelaire’in aralarına karışmaktan zevk aldığı Paris’in neşeli kalabalığının yerini, korku, yüzeysellik, ölçülü nezaket kuralları ve içi boş bir kalabalık almıştır. Kent sakinini, isimsiz ve kişiliksiz kalabalıkların kuşattığı tecrit edilmişlik duygusu ve yaydıkları korku sarmış durumda. Murray Bookchin’e göre “zamanımızın kenti insani yakınlık ve cemaat ruhunun tek başına bir anonimliğe ve özelleşmiş bir atomlaşmaya kurban edildiği dünyevi bir sunaktır. Kültürü, aklın birikimle elde edilmiş bilgeliği değil, meta üretimi ve reklam ajanslarının değersiz bir yaratığıdır” (Ekolojik Bir Topluma Doğru – Ayrıntı Yayınları, s . 129) Oysa Aristo’ya göre kent bir yaşam tarzıydı, başarısı büyüklüğü, nüfusu ya da lojistik etkinliğiyle değil, yurttaşlarını faydalandıkları boş zamanlarında dengeli ve özgürce yaşatabilmesiyle ölçülürdü.
Bugün Kürt belediyelerinin geliştireceği, kent ve köylerde çoğullaşan doğal ve toplumsal çelişkilerin özgüllüklerine çözüm üretecek, kırla uyumlu bir kent planlaması, bireyin bilincinde kök salmış, her şeye kadir, adeta tanrılaştırılmış devlet mitini ortadan kaldırabilir. Bir mikro iktidar şebekesi şeklinde örgütlenmiş, ekonomik olarak kendine yeterli, hizmet faaliyetlerinin önemli bir kısmını gönüllü dayanışmalarla organize eden, mahallerdeki halk inisiyatiflerinin doğrudan demokrasi deneyimleriyle geliştiği, kadının siyasal ve sosyal yaşamda kimliğiyle görünür olduğu, bir öz-yönetim kültürü bölgede eko-cemaatlerin inşasına giden yolu kısaltabilir. Halihazırda devlet hedefinden vazgeçmiş, “Konfederalizm” gibi adem-i merkeziyetçi bir yönetim olgusunu ve ekolojik sorunları gündemine alan bir hareketin, devlet karşıtlığının belirlediği ve tüm siyasal motivasyonu kimliğe kilitlenmiş “politikasız politika”yı terk edip bölgede “ikili iktidar” perspektifiyle belediyeleri özgür otonomlara dönüştürme potansiyeli her zamankinden daha yüksektir. Devlet yalnızca asker ve polis teşkilatında cisimleşen bir mega makine veya bir egemen sınıf aygıtı değildir, her birimizin parçası olduğu, belli ihtiyaçlar ve gündelik ilişkiler içinde dolayımlanan bir değerler sistemidir. Kendimizle ve ötekiyle yeni bir ilişki türünü kurduğumuz anda devleti gerekli kılan veya yeniden üreten ilişkilerin toplumsal zemini de ortadan kalkar. Sanatın, kültür merkezlerinin, aşkın ve eğlencenin buluştuğu eşit ve özgür bir kamusallığı belediyeler aracılığıyla inşa edecek otonomların, kimlik ve dil üzerindeki devlet baskısına alternatif kurumlarla cevap olma şansı da fazladır. Ekolojiyi bir çevre kirliliği sorunu olarak değil de, insan-toplum-iktidar ilişkilerini hayatın her alanında sorgulama itkisi olarak kabul etmek farklı bir siyaset arayışının menziline girmeyi sağlayabilir. Mesihçi bir gelecek yanılsamasından kurtulup, yoğunlaştırılmış bir şimdiki zaman politikasına dönerek, düşünü kurduğumuz dünyayı “özgür toplulukların” bugünü içinde yaşamaya başlamamız mümkün. Hayatı ve dünyayı değiştirmenin, kendi kendini atamış bir grup otoriter öncünün veya parti bürokrasisinin tekeline bırakılamayacağını hayal kırıklıklarının tozuna bulanmış tarihi deneyimlerden öğrenmiş bir kuşağın çocuklarıyız ne de olsa.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder