Radikal entelektüellerin önemli bir kesimine göre ‘solun uzun gecesi’nin
artık bittiği, komünizm’in bir idea olarak[1] yeniden
güncellik kazandığı ve yeni bir tarihsel dönemin başladığı yönündedir. Pazar
ideologlarının durmadan ölümünü ilan ettikleri komünizm, farklı renklerde ve
suretlerde kapitalizmin karanlık semalarında bir özgürlük hayaleti olarak
dolaşmaya devam etmektedir. Komünizm, artık ne bir devletin resmi ideolojisi,
ne bir partinin stratejik hedefi ne de bir uluslar bloğunun adı olarak vardır.
Komünizm, özgürlüğe dolaysız ve kesintisiz varmanın önadı olmuştur. Radikal
siyasetlerin; aydınlanmacı yüklerinden, otoriter tahayyüllerinden ve modern
örgütlenme modellerinden kurtulmaya çalıştığı günümüzde, “komünizm” radikal
özgürleşme projelerini yeniden ifade eden o tılsımlı sözcük veya vazgeçilmez
idea olarak belki de geri dönmüştür. Mülkiyeti, otoriteyi ve bütün
hiyerarşileri reddeden bir hipotez olarak devletin gücünden alabildiğince
çalan, disiplinsiz bir toplumsal pratik ve bitmeyen bir devrim arzusu olarak
yeniden formüle edilmektedir.“Komünizm” bir radikal felsefe ve politika ideası
olarak, devletin ve iktisadın mayınlı yollarından saparak, radikal eylemin yol
işaretleri ışığında yirmi birinci yüzyılın politik deneyimlerinden
beslenerek özgürlük hattını belirlemeye çalışmaktadır. Ufku gittikçe melezleşen,
politik özneleri zenginleşen, reel sosyalizmin tarihine düşürdüğü lekelerle
cebelleşen bir komünizm vardır. Jacques Ranciére göre, “komünizm sadece
geçmişte kalmış şanlı hareketlerin ya da adı kötüye çıkmış devlet güçlerinin
adı değildir; kahramanca ve tehlikeli bir görev olan onu diriltme görevini
üstleneceğimiz bir kalıntı ya da lanetli bir isim de değildir. Komünizm, basit
işçilerin, sıradan erkek ve kadınların, herhangi birinin herkese eşit olmasının
gücünü kolektifleştirerek kendi ve herkesin hakları için mücadele etme ya da
fabrikaları, şirketleri, idareleri, orduları, okulları vs. yönetme yetkilerini
kanıtladıkları, çok bilinen ya da bilinmeyen birkaç anın etrafında yaratılmış
bir gelenek”tir.[2] Tarihin
önemli figürler veya aziz mertebesindeki kahramanlar etrafında döndüğü
(Felsefeciler, Krallar, Jakobenler, Öncü Parti) çalışmanın sürekli kutsandığı,
politikayı devletin belirlediği bir düzenleniş, bir iş bölümü olarak gören
modern siyasetlerin kapanan dönemiyle birlikte modern sol, kudretsiz ve her türlü vaadini tüketmiş ve siyaset-dışı bir siyaset
olarak tortulaşarak yok olmuştur. Geçmişten alınan derslerden hareketle
biliyoruz ki özgürleşme ne tarihsel bir zorunluluğun gerçekleşmesi ne de bu
zorunluluğun kahramanca diriltilmesidir. “Özgürleşmenin zamansızlığından yola
çıkarak düşünülmesi gerekir ve bu da iki anlama gelir: bunlardan ilki,
özgürleşmenin varoluşu için tarihsel bir zorunluluğun olmamasıdır; ikincisi
ise, özgürleşmenin zamanın hâkimiyetiyle yapılandırılmış deneyim biçimleriyle
ilgili olarak heterojenlik göstermesidir. İncelenmeye değer tek komünist miras,
dün ve bugün, herhangi birinin yetisinin denenme biçimlerinin çoğulluğudur.
Mümkün olan tek komünist zekâ biçimi, bu denemelerde inşa edilmiş zekâdır.”[3] Ayrıca
özgürleştirici siyaset artık özel bir sosyal sınıfın veya öncü kuvvetin
kendinden menkul eylemi olamaz, farklı faktörlerin ve tüm dışlanmışların
“patlayıcı bir bileşimi” olabilir ancak. Devrimci geçmişin en değerli
sayfalarını oluşturan sovyetlerin, işçi konseylerinin, özerk sendikaların, kent
meclislerinin ve köy komünlerinin geride bıraktığı özgürlük mirasının yeniden
filizlenmesi için toplumun özerk örgütlenme kapasitesinin açığa çıkmasını
mümkün olduğunca desteklemek gerekmektedir. Anarşizmle ortak noktası bir
sistem, bir anayasa, belli bir siyasal ereğe uygun yapılar ve modeller
geliştirmeyi reddederek, insanların kendi kendini yönetebildiği, ortak varlığı
olumlayan eşitlerin eşitliğini sağlamaktır.
Dünyanın Bütün
Proleterleri, Çalışmayı Bırakın!
“Bugünün siyasal, etik, toplumsal ve felsefi
sorunu, bireyi ekonomiden kurtarmak değil, kendimizi hem ekonomiden hem de
ekonomiyle ilişkili olan bireyselleşme tarzından kurtarmaktır. Bize birkaç
yüzyıldır dayatılmakta olan bu bireyselliği reddetmek suretiyle yeni öznellik
biçimleri geliştirmeliyiz” [Foucault]
“Ne
kapitalizmin özel mülkiyeti ne sosyalizmin kamusal mülkiyeti; komünizmin
komünü” [Michael Hart]
Günümüzün tahakküm dünyasında, dışarısı diye bir yer kalmadığı gibi,
önceden kurulmuş bir içerinin güvenli cenneti de yoktur. Kapitalist sömürü rejiminin
“imparatorluk”, direniş öznesinin “çokluk” biçiminde karşı karşıya geldiği
toplumsal yaşam arenasında her mücadele kendi varoluş sebeplerine, tikel
öznelliğinedayanarak varolmaktadır. “Çokluk toplumsal dünyamızın gerçek üretici
gücüyken, İmparatorluk yalnızca çokluğun hayat damarlarını kurutan bir
kapandır, ya da Marx’ın söyleyeceği gibi, ancak canlıların kanını emerek
hayatını sürdürebilen, ölü emeğin biriktirilmesinden beslenen birvampir
rejimdir.”[4] Bu
‘imparatorluk’ rejimi içinde ne üretim ilişkilerinin belirlediği sömürülen bir
sınıfa ne de sömürgeci baskının ayağa kaldırdığı ezilen bir halka dayanmak
mümkündür. Sanayi üretiminin ekonomide merkezi konumunu yitirdiği, yerini gayri
maddi ya da biyo-politik üretimin almaya başladığı, fikirlerin, enformasyonun,
imgelerin, bilgilerin, kodların ve dillerintoplumsal ilişkileri ürettiği,
politik hâkimiyetin ulus sınırları, güvenlik duvarlarını kevgire çevirdiği
“post-modern kapitalizm” dedikleri bir tarihsel eşikten geçmekteyiz. “Günümüzde
birey yalnızca bir emek-gücü satıcısı olarak değil, diğer pek çok toplumsal
ilişkiye katılışı yoluyla da sermayeye bağımlıdır: kültür, boş zaman, hastalık,
eğitim, seks ve hatta ölüm. Neredeyse,
kapitalist ilişkilerden kurtulan hiçbir bireysel ya da kolektif hayat alanı
yoktur”[5].
Toplumsal sömürü ve tahakkümün tüm yaşam alanlarına yayılan merkezsiz işleyişi,
belli tarihsel özneleri ( işçi sınıfı, ezilen halklar, sömürge uluslar)
merkezileştiren siyasal söylemleri ve örgütlenme modellerini de geçersiz hale
getirmiştir. Direnişin yeni sahası mümkün olan her yerdir.Emeğin ve devrimin
öznesinin temelli değiştiğini savunan Hardt ve Negri’ye göre, yeni durumda
proletarya, emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından
doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi
kapsayan geniş bir kategoridir. Bütün
toplumsal ilişkilerin fabrikaya dönüştüğü, sanayi işçisinin yerini “toplumsal
işçi”nin aldığı bu dönemde, ne emek-sermaye çatışması fabrikanın dar duvarları
arasına hapsedilebilinir ne de belli bir sınıfsal özneye sınıfsal öncülük ya da
merkezi bir konum atfedilebilinir. Sermayenin merkezsiz bir eğilim şeklinde
işleyen sınıflaştırma ilişkisine direnen bunu reddeden bütün öznellikler
sınıfsızlaşma politikasının bir bileşenidir artık. Marx’ın bize öğrettiği temel
ders; komünizm doğrudan doğruya sınıf çatışmasından, ister sosyalist ister
burjuva usulü olsun, hem çalışmanın hem de çalışmanın örgütleniş biçiminin
reddedilmesinden doğacaktır. Reel sosyalizmin özel mülkiyetin karşısına koyduğu
kamusal mülkiyet; devletin ortak emeği çaldığı, üreten insanların üretim
üzerindeki kontrolünü yitirdiği, kızıl bürokrasinin üretim üzerindeki komuta
sistemini ve sınıflaşmayı yeniden ürettiği bir tahakküm rejimiydi.Yani reel
sosyalizm bir nevi ilkel birikim sürecinin hızlandırılmış ve genişletilmiş bir
biçimiydi. Komünizm ceza yasaları ve gulag sisteminin şemsiyesi altında
ütopyacı güzergâhından saptırıldı. Sosyalizmi bir ekonomik kalkınma projesine
dönüştüren, çalışmayı kutsayan, sınıflaştırmayı yeniden üreten tüm toplumsal
örgütlenmeler artık komünizme engeldir. “Çalışmak ideolojisi”nin seferberlik
çağrısı, yaşam enerjilerini son damlasına kadar emmek, üretime ayak uyduramayan
“sorunlu bireyleri” ayıklamak ve devasa makinelere bağımlı, itaatkâr özneler
yaratmak çağrısıdır. Marx’ın “proletaryanın bir sınıftan ziyade tüm sınıfların
çözülüşü olduğu” önermesi, işçi sınıfını belli bir deneyim içinde köklenen bir
kimlik, bir kültürel form olarak kurgulayan siyasetlere karşı bir uyarı
fişeğidir. Muhalif siyasetlere içkin olan
“işçisin sen işçi kal” felsefesine cepheden meydan okuyan ve 19. yüzyıl
işçi sınıfından insanların seslerini onların adına konuşanların etkisinden
kurtararak yeniden duyurmaya çalışan en ayrıksı düşünürlerden biri de şüphesiz
Jacques Ranciére’dir. Proletaryayı, sömürünün ortak deneyiminde köklenen,
evrensel içerimleri olan ve tarihsel bir mantık üzerine kurulmuş bir soyutlama
olarak ele alan tarihçilerin aksine Ranciére proletaryayı dengesizlik, uçuculuk
ve kararsızlıkla işaretlenmiş bir yaşam biçimi olarak görüyordu. Ayrıca proletarya
yerine, sınıflar arasındaki sınırlarda gezinen göçmenleri, maddi yaşamlarını
iyileştirmek yarasız görülen yeteneklerini güçlendiren ve maddi kaygıları
küçümseyen bireyleri ve grupları öne çıkarıyordu. Hatta 19. Yüzyıl radikal
hareketinin öncülüğünü “sanayi ordusunun dirençli erleri”nden ziyade hoşnutsuz
zanaatkârların yaptığını ileri sürmektedir. “Militanlığın en yüksek düzeyi
zayıf ilişkiler içerisinde, bir dönüm ya da çıkış noktası olan işlerde
bulunabilir. Örneğin, şapkacılar arasında değil de terziler arasında; sepiciler
arasında da değil de ayakkabıcılar arasında; marangozlar arasında değil de
doğramacılar arasında; entelektüel dünyayla ilişkisi olan dizgiciler arasında.
Bunlar aynı zamanda dışlanmışlardır”[6] El
emeği ile düşünsel emek arasındaki bariyerleri yıkmaya çalışan düşünür, “işçi
hareketinin tüm bireysel tarihlerini anonim kolektif bir kimliğin, bir sınıf
kimliğinin genel özelliklerine indirgemek suretiyle proleterleri belli türde
bir yazgıya ve bir öze bağlayan tarihçilere ve sosyologlara karşı çıkıyordu”[7]. Jacques
Ranciére,işçi sınıfının kendi adına konuşan ve eyleyen politik öznelere
dönüşmesinin üretim ilişkileri içindeki rolünden doğmadığını tam aksine bu rolü
ihlal etmeye başladığında yani kendisini olumsuzladığında (şiir yazarak,
aylaklık yaparak, geceleri dergi ve gazete çıkarmak için arkadaşlarıyla
buluşarak) mümkün olduğunu gösterir. Kısacası işçilerin “gündüz işe gitme, gece
ise öteki gün yine işe gitmek üzere dinlenme ve uyuma” döngüsünden kopuş
yaptıkları, kimliklerini reddederek düşünmeye başladıkları anda özneleşme
başlar. İşçilerin özgürleşmesi geceleri uyumak yerine kendilerini var ettikleri
etkinliklere kendilerini adamalarıyla, kendilerinden alınmış dünyalara
girmeleriyle yani sınıflarını yitiren “işçi olmayan işçilere”e dönüşmeleriyle
imkân haline gelmektedir.“Ranciére militan işçilerin işçilikten çıktığına
(sınıflarını yitirdiklerine) ya da militan feministlerin kadınlıklarına
yabancılaştığına karar veren polis mantığının
aslında tamamen haklı olduğunu söyler. Zira işçi özgürleşimlerinde gördüğümüz
gibi zaten her özneleşme bir kimliksizleşme, bir yerin ya da konumun
doğallığından uzaklaşmadır”[8]. Özetle
politik özneleşme verili bir kimliği reddetmek veya bir azınlık konumundan
çıkış anlamına gelmektedir.“Ranciére’e göre politik özneler toplumsal grupların adı
değil, sayılmayanların hesabının kayda geçiş biçimleridir. ‘Nüfusu kendi
kendisinden ayıran fazlalık’ olarak demos, topluluğun bütününü, sayılmayan ya
da ‘hiçbir payı olmayanlar’ ile özdeşleştirmeyi mümkün kılar”[9].
Ranciére, herkesin ait olması gereken yere ve uğraşa göre temellendirilmiş hiyerarşik
toplum yapılanmasına police (polis) adını verir. “Polis”, herkesin ait olduğu
yerde olması için, insanların belli bir işlev, statü, zaman ve mekâna göre
organize olma biçimidir. Yani “polis”, Aristoteles ve Platon’un siyasi mantığı içindenkonuşacak
olursak, kimin rasyonel söz söyleme kapasitesine sahip bir politik özne, kimin
sadece anlamsız gürültüler çıkaran bir yaratık (köle) olduğunu saptayan; kimin
boş zamana sahip bir entelektüel, kimin atölyede çalışmak zorunda üretici bir
zanaatkâr ya da işçi olduğunu niteleyen paylaşım mantığıdır. Ranciére göre politika,toplumda,
“polis” mantığının konsensüsle belirlemiş olduğu yerleri ve işlevleri eşitlikçi
olarak yeniden dağıtma; kimin toplumun ortak işleriyle ilgili söz söyleme
kapasitesine ve bunun için gerekli zamana sahip olduğunu yeniden özgürce
belirlemektir. Bu anlamda “polis” mantığı özdeşliktir, politikanın ki ise
başkalaşımdır. Yerlerin, rollerin ve payların eşitsiz dağıtılmasının adı olan polise karşı yerlerin ve rollerin
dağıtılması veya bozulması olan politika son
tahlilde bir arkhe yokluğudur veya polis denilen toplumsal düzenin askıya
alınmasıdır. Özgürleşmek; normların, sınıfların, kimliklerin ve yerlerin
dağıtımını bozmak suretiyle ancak mümkündür.Endüstriyel gelişmeyi gelişmiş bir
uygarlığa açılan yegâne kapı olarak görenlerin gulag kampını, sömürgeciliği ve
soykırımları eleştirmeye veya lanetlemeye hakkı yoktur.Komünizm, zamanın
çalışmak üzerinden tanzim edilmediği, insanları belli bir işlev, statü, zaman
ve mekâna göre organize eden tüm yapıların yıkıldığı, maddi üretimin hayatın
diğer etkinlikleriyle eşdeğer bir etkinlik olduğu ve bireyin özerklik alanını
sürekli genişlettiği bir toplumsal hayattır.
Bütün İktidar Komünlere!
“Devletin
sona erdiği yerde insan başlar” [Alain Badiou]
“Bütün
devrimler, şimdiye kadar devlet makinesini yalnızca daha da mükemmelleştirdiler;
oysa aslolan onu yıkmaktır” [Karl Marx]
Solun tarihsel geleneği içindebelki de en çok ıskalanmış, sınıf
siyasetinin en kör noktalarından biride şüphesiz iktidar meselesi olmuştur.
İktidar ya egemen sınıflardan devralınması gereken nihai hedef ve tüm toplumsal
dönüşümlerin mucizevi aracı olarak görüldü ya da tüm toplumsal kötülüklerin
yüklendiği ve her şeyi kuşatan aşkın bir güç olarak konumlandırıldı. Oysa
“İktidar, kitlelerini ya da avam tabakasını yukarıdan ezen canavarımsı bir
Leviathan ya da baskıcı bir Gulag değildir; direniş de mücadele için dışsal bir
eklemlenme noktası olarak en zayıf halkaya dayanmak zorunda değildir. Bunun
yerine, iktidar ile direniş tek bir Möbius şeridinin ön ve arka yüzü gibidir. Mesele
birinin diğerine gizlice dönmesini sağlayacak kadar şeridi zorlamaktır.[10] İktidarın,
yaşamın bütün sahalarını kesen özelliği iktidarı belli şiddet merkezleriyle,
belli yönetim organlarıyla özdeş bir aygıt olarak görmeyi zorlaştırdığı gibi,
gündelik hayatın belli sahalarında yürütülen mücadelelerin de iktidarın
toplumsal ölçekte işleyen ve belli merkezlerde düğümlenen makro işleyişini
görmesini gerektirmektedir. Artık ne geçmişin şanlı rüzgârlarından ne de
geleceğin “büyük gün”ünden medet ummak mümkün. İktidar ve mülkiyet
ilişkilerinin değişen dünyasına “bugün”den karşı koyan, doğrudan eylemin öznesi
ve çaresi yine kendisi olan bir direniş fırtınası, bir isyan kuşağı
doğmaktadır.Proletarya diktatörlüğünün proletarya üzerinde bir diktatörlüğe
dönüştüğü, özgürleşme arzularının devletin buzlu sularında boğdurulduğu,
kapitalist ablukaların militarist örgütlenme yarışını meşrulaştırdığı, her
türlü özerklik talebinin kızıl postallar altında ezildiği bir sosyalist
geçmişin muhasebesi birkaç kuşağın yok olması bedeliyle ödenmiştir. Leninist
parti aracının devletleşmenin bir provası, “kızıl bürokrasi”ye giden yolun
enkısa güzergâhı olduğunun sınanmış bilgisi, otorite ve hiyerarşi karşıtlığını
yeni toplumsal hareketlerin vazgeçilmez sancağı haline getirdi.Geçmişin Maoist
Alain Badiou’su bile, mülkiyet-karşıtı, otorite-karşı ve hiyerarşi-karşıtı
olmayı günümüzde radikal siyasetin vazgeçilmez “komünist sabitler”i olarak
görmek zorunda kaldı. Parti-devlet figürünün miadını doldurduğunu vaaz eden Badiou,
partisiz ve otoritesiz siyasetin tarihte en ilham verici örneklerini sunmuş Anarşizm’e anlaşılması
zor saiklerle saldırmaya devam etmektedir. “Bugün her türlü özgürleşme
siyasetlerinin parti veya partiler modelinden vazgeçmek zorunda olduğunu
biliyoruz. Ancak komünist partilerin salt içi boş bir eleştirisi hatta ikizi ya
da gölgesi olan anarşist biçimlere gömülmeden yani kızıl bayrağın ikizi/gölgesi
olan kara bayrağa sarılmadan “partisiz” bir politika izlenmesi gerektiğini de
biliyoruz”[11]
diyen Badio aynı eserin bir başka bölümünde “parti aynı zamanda devlet
iktidarının ele geçirilmesine yönelen merkezileşmiş ve disipline edilmiş bir
kapasitenin düzenleyicisidir” diyerek tutarsız söylemini sürdürmektedir. Oysa
mesele hangi ideolojik bayrağın özgürlüğün temel güvencesi olduğundan çok,
tarihin ıskartaya çıkardığı yol ve yordamları sorunsallaştırmak ve ne
istemediğini artık çok iyi bilen bir kuşağın özgürlük mücadelesine cevap olabilecek
örgütlenme aparatlarını yaratmaktır. Bunun yolu belki de Deleuze ve Guattari’nin
vurguladığı gibi devletin sınırlarından sürekli olarak kaçan
yersizyurtsuzlaşmış göçebe savaş makinelerine dönüşmekten geçmektedir. Deleuze
ve Guattari’nin özgürlükçü bir politikanın göçebe, moleküler ve rizomatik
özelliklerine yaptıkları vurguların günümüzün çağdaş anti-kapitalist
hareketlerinde billurlaştığını söyleyebiliriz. “Merkezileştirilmemiş, lider
yoksunu, şebekelenmiş çok sayıda anti-kapitalist hareket kesinlikle rizomatik
yapıdadır. Dünya Sosyal Forumu’nun, manifestosu olan bir parti için bir temel
oluşturmak yerine bir açık alan süreci olarak sürdürülmesinin, otoriter yapılar
ve temsilci mekanizmalara karşı olan şüpheden kaynaklandığı aşikârdır ve bu da
Deleuze ve Guattari’nin sosyal ve politik yaşamın moleküler boyutlarına ve
yeryurt edinmenin tehlikelerine yaptığı vurguyla yakından ilişkilidir”[12].
Platon’da bu yana süregelen hâkim düşünce eğilimi, dünyayı varsayılan bir
ideale ne kadar uyuştuğuna bakarak anlamlandırmaya ve yargılamaya çalışmıştır
yani maddi gerçekliği, aşkın idealin bozuk, eksik ve düşük seviyeli bir
uyarlaması olarak görmüştür. Aşkın ideale uymayan toplumsal parçalar
törpülenmeye, düzeltilmeye veya son kertede kesilerek atılmaya çalışılmıştır. Deleuze
ve Guattari’nin geliştirdiği rizom ile ağaç arasındaki farkların analizi
düşünme türleri veya örgütlenme modellerinin geliştirilmesinde sürekli
başvurulan önemli bir mecaz olmuştur. Rizomlar, yeraltından başlayarak kökleri
ve sürgünleri boğumlarından itibaren çevrede geniş bir alan kaplayan yatay bir
ağa yayılacak şekilde büyür. Ağaçlar ise dikey şekilli olup kökleri dipte açık
bir şekilde belirlenmiştir. Gövdeleri, dalları ve yaprakları tepe kısmındadır.
Ağaç benzeri ya da “ağaç tipinde” sistemler; hiyerarşi, düzen ve durağanlık
özellikleriyle karakterize edilirken, “Rizomatik” sistemler, yataylık ve farklı
boğum ve noktalar arasındaki çoklu ve karmaşık bağlantılarla karakterize
edilir. Ağaç tipi düşünce, dünyaya aşkın bir pencereden bakarak nesnelere bir
Tanrı gözüyle yaklaşırken rizomatik düşünce, dünyaya yerden bakar.
Bütün Leninist tahrifatlara rağmen Marx için devrim, kapitalist devlet
aygıtını ele geçirmek değil, tam aksine onu kırmak ve parçalamak anlamına
geliyordu. Marx, ezilenlerin ilk liberter devrimi sayılan Paris Komünü için,
“ücretli emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayacak nihayet bulunmuş
siyasal biçim” demişti. Paris Komünü, farklı konsey, komün ve özerk örgütlenme
biçimlerinin yan yana varolduğu,emekçilerin öz yönetimine dayanan farklı
milletlerden militanların yönetim organizasyonunda görev aldığı enternasyonal
bir yönetim biçimiydi. O, mülksüz yığınlar açısından artık baskı ve
dayatmaların bittiği, doğrudan demokrasinin hayat bulması demekti. Komün, bir
anlamda devletin anti-teziydi. Kentin çeşitli ilçelerinden genel oyla seçilmiş
belediye üyelerinden oluşmaktaydı. Bu üyeler sorumluydular ve her an geri
alınmaları olanaklıydı. Parlamentarizme karşı olan komün, yasama ve yürütmeyi kendi
varlığında cisimleştirdiği gibi, ilk kararnamesi sürekli ordunun ortadan
kaldırılması ve yerine silahlı halk milislerinin konması olmuştu. Marx,
“Fransa'da İç Savaş” adlı yapıtında "Paris Komünü, özellikle bir şeyi,
işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi amaçlar için
kullanmakla yetinemeyeceğini' kanıtlamıştır" demektedir. Yine aynı Marx, “18.
Brumaire”de devlet aygıtına atıfta bulunarak “Bütün devrimler, şimdiye kadar
devlet makinesini yalnızca daha da mükemmelleştirdiler; oysa aslolan onu
yıkmaktır. Dönüşümlü olarak iktidar mücadelesi veren partiler bu devasa devlet
yapısının ele geçirilmesini, kazananın en önemli ganimeti saydı” değerlendirmesini
yapmaktadır. Marx için gelecekteki toplumsal devrimin hedefi, geçmiş
devrimlerin örneğinde olduğu gibi,
devlete –“bir ganimet gibi” – sahip olmak değil, devletin bürokratik
/askeri aygıtının yıkımıdır. Paris komününün güncel önemi ve özgürlükçü değeri
“burjuvaziye karşı uzlaşmaz mücadele, devletçilikten kopuş, anti-bürokratiklik,
doğrudan demokrasi ve politik çoğulculuk ile kendi tarzında biricik olan bu
devrimci deneyim içinde birleşmiş güçlerin çeşitliliği”[13]
özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Kısacası Marksist teoriye içkin kimi
özgürlükçü damarları genişleten okumalar yapmak her zaman mümkün olduğu gibi,
başka bir siyasal meşrebin kendi politik stratejileri doğrultusunda, bir dizi
otoriter, bilimci, Avrupa-merkezci ve cinsiyetçi destekler bulması da şüphesiz
mümkündür. Bu günümüzde komünizmin, devletin ötesinde ve eşit bir yaşamın ufku
ve arzusu olma özelliğinden hiçbir şey kaybettirmez. Bütün bir sol tarihin
yaşanmış derslerinden çıkarılan temel ve belki de en önemli sonuçlardan biri
komünist olmanın her türlü devlete karşı olmak anlamına geldiğidir. Çünkü
devlet, her koşulda emeği ve dışlananları normal veya istisnai yöntemlerle
sermayeye tabi kılan ve toplumsal çatışmaları disipline eden egemen sınıfların
veya siyasi elitlerin kırbacı olma özelliğini koruyacaktır. Devlet, artık
disipliner düzenlemeler yerine çeşitli kontrol şebekeleri aracılığıyla
hükmediyor olsa da devletin en katıksız özü hala polistir. Sömürü, baskı ve
ırkçılık köprüsünden geçmeyen hiçbir devlet yoktur ve tarih boyunca da
olmamıştır. Her devlet, kurulu düzeni koruyabildiği ve kurumlaştırabildiği
oranda var olur. Günümüzün postmodern liberal devleti, Marx’ın deyimiyle
“bizzat büyüyle çağırdığı yeraltı dünyasının güçlerini artık kontrol edemeyen
bir büyücü gibidir”. Devleti ve diğer yerleşik düzenleri en çok tehdit eden
eylem, başka bir hiyerarşik yapı kurmayı reddeden ve kodlanmasına izin vermeyen
eylemdir. Bütün mesele bu eylemi yaratmaktan geçmektedir.
Ne Kibirli Evrenselcilik
Ne de Baskıcı Kültürcülük!
“Tarihsel ilerleme anları hiç kimseye ait
değildir çünkü herkese aittir” [Susan Buck-Morss]
Belli bir siyasal özneyi ve coğrafyayı esas alan “evrensel” tarih
anlatılarının içerdiği ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi ve sömürgeci örüntülerin radikal
eleştirisi, Batı dışı dünya’yla eş zamanlı olarak gelişen “öteki” modernleşme
süreçlerinin de keşfedilmesini veya daha görünür olmasını beraberinde
getirmiştir. Marksizmin içine doğduğu Aydınlanma felsefesi, ilerlemeci tarih
anlayışının iyimser öngörüleri ve Marksist tarih anlatısının Avrupa-merkezli
karakteri Marksizmin başka coğrafyalardaki ırk, cinsiyet, din ve etnik temelli
toplumsal mücadelelere bakışını ve bu mücadelelerin sınıf mücadelesiyle
bağlarını, tarihsel düğümlerini anlamayı sürekli sorunlu kılmıştır. Foucault’un
veciz ifadesiyle “Marksizm balığın suda yaşaması gibi 19. Yüzyılda yaşamıştır”
Marx’ın kapitalizm öncesi veya Batı dışı toplumlara ilişkin bilgileri teorisine
uygun seçmeci bir nitelikte olup ve çoğunlukla oryantalist ve sömürgeci
seyyahların yazdığı kaynaklara, raporlara dayanmaktaydı.Marx’ın Doğu toplumları
hakkındaki tezlerinin kaynaklarını ayrıntılı ve belgelere dayanarak ortaya
koyan Lütfi Sunar bu kaynakları: ”Aydınlanma düşünürleri ve özellikle İngiliz
ekonomi politikçiler, başta Hegel olmak üzere Alman düşünürleri,
seyahatnameler, sömürge görevlilerinin raporları ve eserleri ve 1870 sonrası
etnolojik çalışmalar”[14]
olarak sınıflandırmaktadır. Marx, Batı’nın aktif ve değişimci, Doğu’nun ise
pasif ve durağan olduğuna inanmaktaydı. Marx, Ernest Mandel’in tabiriyle
“Batı’da gelişme çizgisine Doğu’da gelişmeme çizgisine” bakmaktaydı. Marx’ın
Doğu toplumlarına yönelik temel tezi: Şark despotizminin damgasını vurduğu
merkezi, bürokratik devletin varlığı, özel mülkiyetin ve dolaysıyla sınıfların
yokluğu, kırdan ayrışmış şehirlerin yokluğu, devlet karşısında gelişmiş bir
sivil toplumun yokluğu ve sonu gelmez bir durağanlığa mahkûm toplumlar olmaktan
ibarettir. Marx, Hegel’den ödünç aldığı kavramla Doğu toplumlarının bir tarihi
olmadığına inanmaktaydı. Hegel, toplumlar tarihini insanın biyolojik gelişim
aşamalarına benzeterek, “Doğu’yu çocukluk aşaması, Antik Yunanı ergenlik
aşaması, Batı toplumlarını da olgunluk aşaması” olarak ele almıştır. Marx’a
göre kapitalizm sömürgecilik aracılığıyla Doğu’yu içinde bulunduğu durgunluktan
kurtaracak ve tarihe katacaktır. Bu bağlamda en çok tartışılan “Hindistan’da
İngiliz Egemenliği” adlı makalesinde Marx, İngilizlerin toplumun iktisadi
temellerini sarsarak Hindistan’da ilk ve biricik toplumsal devrimi
gerçekleştirdiğini ve onları yarı-barbar durumdan çıkararak uygarlığa doğru
ilerlettiğini söylemektedir. Marx’ın Doğu toplumlarına atfettiği siyasi, sosyal
ve iktisadi özelliklere göre bu toplumların kendiliğinden bir ileri aşamaya
geçmesi mümkün değildir. Marx, Avrupa’da kapitalizm yolunda çekilen sefalet ve
acıyı tarihsel gelişmenin doğal bir yasası olarak gördüğü gibi sömürgeciliği de
bu çerçevede değerlendirmektedir. Marx, Batılı sömürgecilerin ilerici rolüne
olan inancı dolaysıyla sömürgelerde Batılı kapitalist güçlere karşı verilen
bağımsızlık mücadelelerini onaylamamış, İngiltere’yi toplumsal devrimin
temellerini atan “tarihin bilinçsiz aleti” olarak görmüştür. Emperyalist tahakküme
ve sömürgeci işgallere karşı “Üçüncü Dünya”da baş gösteren ulusal kurtuluş
hareketleri ve Avrupa kıtası dışında gerçekleşen sosyalist devrimler “Kapitale
karşı” devrimler veya mücadeleler olarak görülmüş zamanla Marksist teorinin
gerçeğe göre yeniden bükülmesini zorunlu kılmıştır.“Siyah Marksizm”, Marksizmin Batı’da gelişen kapitalizm
ile dünyanın öteki bölgelerinde gelişen emperyalizm ve köleliğin küresel
sistemi arasındaki bağlantıyı anlamakta başarısız olduğunu ısrarla
vurgulamıştır. Bu bağlamda Robert Young daha da ileri giderek Marksizmi Batı
sömürgeciliğini meşrulaştıran “beyaz mitolojiler” den biri olarak görür: ”Marksizmin,
rasyonel bir dünya tarihi sisteminin açılımı doğrultusundaki evrenselleştirici
anlatısı Avrupa emperyalizmi tarihinin negatif bir biçiminden başka bir şey
değildir. Sonuçta Afrika’nın tarihinin olmadığını ilan eden Hegel ve İngiliz
emperyalizmini eleştirse bile, İngiliz sömürgesi oluşunun nihayetinde Hindistan
için en iyisi olduğunu, çünkü İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’a Batı
tarihinin evrimsel anlatısını getirdiğini söyleyen de Marx’tı”[15]. Kısacası
Marx, kapitalizm öncesindeki ve dışındaki her şeyi kapitalizmden hareketle ele
almış ve kapitalizmle sonlanacak şekilde kurgulamıştır.Bu miras yıllarca
komünist hareketin ulus mevzusunda özgün bir politika üretememesine ve
sömürgelerdeki eşitlik talepleriyle, ırkçılık karşıtı politikalarla özgürlükçü
bir bağ kuramamasına yol açmıştır. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ilk
kez 1896’da Londra’da toplanan İkinci Enternasyonalin dördüncü toplantısında
ele alınmış ve 1903’te Rus Sosyal Demokrat İşçi Parti’sinin ikinci kongresinde
de programa alınmıştır. Ancak Marksizm’in ulusal sorunlara yaklaşımı ideolojik
bir destek olmaktan ziyade başından itibaren pragmatik ve taktiksel bir
çerçevede olmuştur. Lenin, Sovyet Rusya’ya yönelmiş kapitalist dev ulusal
ittifaklar karşısında yeni doğan ulus-devletlerin desteğini kazanmak, kapitalist
bloka karşı yeni mevziler elde etmek ve “halkların hapishanesi” olarak bilinen
Rusya’da halkları bir arada tutmak adına “ezilen uluslar”ın mücadelesini
desteklemek zorunda kalmıştır. Reel sosyalizm dönemi boyunca anti-emperyalizm
adı altında yıllarca otarşik devlet yapılarını destekleyen, yörüngesinden çıkan
devrimleri bastıran, yurtseverlik ideolojisiyle sola her türlü milliyetçi
virüsü taşıyan, Rus ve Çin şovenizmine ve sosyal emperyalizmine ideolojik
kılıflar hazırlayan bir resmi sosyalist politika izlenmiştir. “Üçüncü Dünya”
ülkelerinde sosyalizm adı altında uygulanan “kalkınma modelleri” daha fazla
bağımlılık ve daha fazla sefalet üretmekle sonuçlanmıştır.
Marksizme yönelik eleştiriler sadece sömürgeler ve ırk bağlamındaki
eleştirilerlesınırlı olmayıp tarihin merkezine oturtulan modern prens
“proletarya”nın toplumsal cinsiyet ideolojisiyle olan bağı dafeminist hareket
tarafından yoğun eleştirilere tabi tutulmuştur. 1970’leden itibaren “tarihten
saklanmış” kadınların sınıfsal bakımdan olduğu kadar cinsiyet bakımından da
ezilen ve sömürülen bir cins olduğunu görünür kılmak feminizmin önemli mücadele
alanlarından biri olmuştur. Sömürü mekânı olarak fabrikayı, devrimin öznesi
olarak ta sanayi proletaryasının güçlü, pazulu erkeğini
görenMarksizmin,kapitalizmdeki cinsiyetçi işbölümüne ve sınıfsal
eşitsizliklerin küresel bir cinsiyet rejimi şeklinde işleyen niteliğine yönelik
körlüğü ve kadının ev içi emeğini “üretken emek” olarak görmemesi
sosyalist-feminist eleştirilerin sürekli odağında olmuştur. “Patriyarkal
kapitalizmin” üretim dünyasında, kadınların dünyadaki toplam işin üçte ikisini
yapıp dünya gelirinin sadece onda birini kazanıyor olması ve dünyadaki üretim
araçlarının sadece %1’i üzerinde kontrol sahibi olması küresel cinsiyet
rejiminin tartışmaya yer bırakmayan somut bir fotoğrafını sunmaktadır. Claudıa
Von Werlhof, “Kapitalizmin doğuşuyla yaratılan “doğa” kavramının, maliyetlerden
muaf ekonomik bir doğa tanımınaoturduğunu, yani sınırsız biçimde ele
geçirilmesi serbest olan herşeyin “doğa” olarak görülmeye başlandığını ve
“doğa” kavramının kadınları, dünyayı, suyu ve diğer “doğal kaynaklar” ile yerli
halkları, toprağı ve sömürgelerdeki halkları da içerdiğini”[16]
vurgulamaktadır. Ayrıca kadınların ev-kadınlaştırılması, kadınların sahip
oldukları kaynakların çalınması, sosyal ağlarının yıkılması ve ücretsiz bir
hizmetçi konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir. Kadınların erkeklerin
fiziksel mekânına hapsedilmeleri, kadınların erkeklerin kavramsal evrenine
kapatılmasını da beraberinde getirmiştir. Ev-içi sömürü, hane ile sınıf
arasındaki ilişki toplumsal mücadelenin önemli bir alanı olmuştur. Ev, emek
gücünün kapitalist üretimin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik düzenlenmesi ve
kuşaklararası biçimde yeniden üretilmesinin kilit mekânıdır. Kapitalizm ve
patriyarka, toplumsal yaşamın her alanında birbirleriyle etkileşim içinde
bulunan toplumsal ilişki sistemleridir; toplumsal cinsiyet dolaysıyla “üretim
ilişkilerinin” bir parçasıdır. Kısacası ucuz, güvencesiz ve düzensiz kadın
emeği kapitalizmin can suyu haline gelmiştir. Kapitalizmin en büyük yedek
ordusu ve yeni proletaryası artık “kadınlar sınıfı”dır. Feminist politika,
kapitalist endüstriyel sistemin kadın emeğini sömüren ve değersizleştiren
yapısını etkili bir şekilde görünür kıldığı gibi, sistemin kadın bedeni
üzerindeki disipline edici tekniklerini, kadın bedenini metalaştıran arzu
politikalarınıda açığa çıkarmadaönemli bir yol kat etmiştir. Çünkü kapitalist
pazarda erkeklerin sadece işgücü meta haline gelirken, kadının bütün varlığı
meta haline gelmiştir. Kapitalizmin özel yaşam alanlarını kolonileştiren ve bu
alanlardan beslenen özelliklerinin bir analiz ünitesi, bir politik ödev haline
gelmesi yine feminizmin kararlı politikası sayesinde mümkün olmuştur. Radikal feminizm, kapitalizmi hiçbir yerinden
su sızdırmayan bütünsel bir dünya sistemi şeklinde kavramak yerine, bin bir
çeşit kapitalizm sureti olduğundan hareketle kapitalizmi parçalı ve
çatlaklarında başka türlü bir politikaların da her daim mümkün olduğu[17]
şeklinde ele almıştır.
Sonuç
Günümüzde özgürlük söyleminin artık “evrensel” sınıf ve öznelerin
içinden konuştukları sıcak yuva epistemolojileri veya meta anlatıları temel
alması mümkün olmadığı gibi bütün toplumsal bölünmeleri birleştiren ve
sabitleyen “evrensel” söylemlerin yerini indirgenemez kimlik ve söylemler
aracılığıyla kuran çeşitli politik öznelere bıraktığını söyleyebiliriz. Kahramanca
sınıf mücadelesi çağı yerini bir sınıf çözülmesi çağına bırakmış durumdadır.
Kapitalist ideologların vazettiği gibi ölen “sınıf” değil, sınıfa yüklenen
misyondur. Sınıfı, toplumsal ilişkilerin merkezi faili olarak kuramlaştıran tüm
teoriler krizdedir. Toplumu endüstriyel ekonomi merkezli homojen veya hegemonik
bir kapitalist oluşum, sınıfı ise bu merkezden kaynaklanan bir toplumsal ilişki
olarak kuramlaştırmanın özgürlük siyasetine bir alet çantası olması artık
mümkün değildir. Afrika ve Asya’daki
eski kolonilerin, Avrupa-merkezli anlatılardan sökmeye çalıştıkları tarihleri
ve kendi, ‘öteki’ modernizmlerini keşfetmeye başlamalarıyla ortaya çıkan
post-kolonyal eleştirilerden radikal teoriler de fazlasıyla nasibini almıştır.
Özellikle “Maduniyet Çalışmaları”; “evrensel sınıf anlatısı”nın Batı dışındaki
halkların, siyah ırkların, kadınların, madun sınıfların ve eşcinsellerin
tarihte oynadığı rolü görünmez kılarak bu özneleri tarihin kıyılarına ittiğini
bunun sebebinin de sınıf anlatısının Avrupa-merkezci ve diyalektik bir tarih
anlayışının ürünü olmasından kaynaklandığını ortaya koymuştur.Bu bağlamda
Geleneksel Marksizmin sınıf siyasetinin en önemli başarısızlıklarından biri de,
öznelerin cinsiyetlendirilmiş ve ırksallaştırılmış bütünsel kimlikler içinde
konumlandırılmasını görememesi olmuştur. Birlik ve dayanışmanın temelini
aynılık olarak kuramlaştıran her yaklaşım, farklılıkların çözücü ve bölücü
zaferine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Çözüm; ne salt yerelden türetilen ve
başka hiçbir yere genişletilemeyen ve taşınamayan kategoriler üretmektir, ne de
tarih ve mekândan bütünüyle soyutlanmış kategorilere sığınmaktır. Kavramların
evrenselci kullanımını çürütmenin yegâne yolu, başka bir evrenselci iddiaya
başvurmaktır; yani, her tarihsel bağlamın kendine özgü eleştirel kavramlar
kümesi olduğunu göstermektir.
Devrimci bir kurucu politikanın kimlik mücadelesinden kaçmak yerine bu
mücadelelerin taşıdığı dönüşüm ve özgürleşme potansiyelinden öğrenmeyi tercih
etmesi zorunludur. Kimlik bir “boş gösteren” değildir. Kimliğin keşfi yalnızca
farklılığın keşfi değildir, aynı zamanda kolektif bir boyunduruğun ve vahşetin
de keşfidir.Kimlik politikaları çeşitli alanlardaki toplumsal eşitsizlikleri,
ayrım ve dışlama mekanizmalarını, toplumsal yaraları ve en önemlisi toplumsal
tahakküm haritasını açığa çıkarmada ve görünür kılmada fazlasıyla etkili
olmuştur. Her minör kimlik çoğu zaman iktidara karşı bir “göçebe savaş
makinası” olabilmiştir. Ancak kimlik politikası,
mağduriyet ve hınç duygularıyla bir araya gelen grupların özdeşlik kurduğu bir
aidiyet mağarasına dönüştüğünde veya sadece bir kimliğin kurtuluşu olarak
düzenlendiğinde kimlik bir “savaş makinası” olmaktan çıkıp bir egemenlik
aracına dönüşür. Kurtuluş ile özgürleşme asla aynı anlama gelmemektedir.
Kurtuluş, gerçekte olduğun şey olma özgürlüğü için çabalarken, özgürleşme, ne
olabileceğini belirleme özgürlüğünü hedefler. Kimlik politikalarının radikal
özü, eşitsizliklerin, ayrımcılıkların ve köleleştirmelerin kökenlerine
saldırmak olduğu kadar varolduğu kimlikten de bir özgürleşme arayışıdır. Fanon,
“benim önerim renkli insanın kendisinden özgürleşmesinden başka bir şey
değildir” der. Sadece ırksal hiyerarşinin yıkımını değil, aynı zamanda ırkın da
ortadan kaldırılmasına işaret eden bu “kendinden özgürleşme” Fanon’un
terimleriyle yeni bir insanlığın da yaratımıdır. Asıl amaç, madunun egemen
üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak değil, bu ikiliğin kendisini yıkmak ve
bozmaktır. Qeer teorinin, yerini pekiştiren ve duvarlarını güçlendiren
kimlikleri istikrarsızlaştırması ve kimlik kategorisine getirdiği eleştirilerin
tamda bu noktada can alıcı önemi ortaya çıkmaktadır. Beyaz ırkın, egemen
sınıfın ve toplumsal cinsiyetin yarattığı kimliklere karşı savaşırken aynı
zamanda ırksallaştırılmış, cinsiyetlenlendirilmiş ve sınıfsallaştırılmış
düşünce ve performanslardan da özgürleşmeyi sağlamamız gerekmektedir. Kimliği
sabit veya eşsiz bir öz yerine heterojen ve açık uçlu bir performans, bir
akışkanlık alanı olarak düşünmeliyiz. Kimliksizleşme politikası, toplumsal
hiyerarşiler üretmeyen farklılıkları, tekillikler çoğulluğunu çoğaltmamıza
engel değildir. Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini
özgürleştirebilir. Ne olabileceğimizi keşfetmek için olduğumuz şeyi reddetmek
zorundayız.
[1]Bu
konuda Mart 2009’da Birbeck İnsani Bilimler Enstitüsü tarafından düzenlenen
“Komünizm İdeası” başlıklı konferansta sunulan tebliğler için: Bir İdea Olarak
Komünizm – Derleyen: A. Badiou& S. Žižek – Ayrıntı Yayınları
[2]Jacques
Ranciére, Komünizmsiz Komünistler mi? s.192-199, A.g.e
[3]Jacques
Ranciére, s.202
[4]
M.Hart ve A.Negri, İmparatorluk, syf.218
[5]
Ernesto Laclaou – Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim
Yayınları, s.247-248
[6]
Sınıf Mücadeleleri, Dennıs Dworkın, İletişim Yayınları, s.184
[7].Ranciére’in
Politik Olanı Yeniden Düşünme Girişimi: Sınıfsızlaştırma Mücadelesi Olarak Sınıf
mücadelesi, Özgür Soysal, Toplum ve Bilim dergisi, Sayı: 116, s.89
[8]A.g.e
s.106
[9]A.g.e
s.108
[10]
Solcu Hipotez: Terör Çağında Komünizm, Bruno Bosteels syf.62, A.g.e
[11]
Komünist Hipotez, Alaın Badiou, Encore Yayınları, s.126
[12]Antikapitalizm
ve Kültür, Jeremy Gilbert, Ayrıntı Yayınları, s.205
[13]
Marx’ı Okumak, Versus Yayınları, Çeviri: Işık Ergüden, s.100
[14]
Marx ve Weber’de Doğu Toplumları, Ayrıntı Yayınları, s.74
[15]Robert
Young, Beyaz Mitolojiler, Bağlam Yayınları
[16]
Son Sömürge Kadınlar, İletişim Yayınları, s.20
[17]J.K.
Gibson-Graham, Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu, Metis Yayınları
1 yorum:
Hani oralarda bir ata sözü vardır.'' nerde çokluk orda bokluk'' Ne zaman Negri kelimesini okumasam ne hikmetse bu deyiş aklıma gelir.
A. Badiou'da beni nedense hep şaşırtır. Söyleminin komikliği soyutun soyutlanmasından değil anlamsızlığında gibidir. Kendine materyalist diyen bir insan bir ideale nazaran şeyleri konumlamaz. nadide bir incisini alıntılamışsın
“Devletin sona erdiği yerde insan başlar” daha saçma bir şey söyleme cesareti olan varsa söylesin!!!
ben deneyeyim,
Tanrının sona yerdiği yerde insan başlar.
Devlet hiç bir şey yapmaz devleti devlet yapan insandır. neyse
ne insan ne devlet ihsan değillerdir.
gelecekte gerçek ve harbi ideale yaraşır insanlar olacagımız fikri komünizmin en aslı düşmanlarından biridir... sanırım sevgiler
Yorum Gönder