“Milliyetçilik tipik olarak
erkekleştirilmiş hafızadan, erkekleştirilmiş aşağılanmadan ve erkekleştirilmiş
umutlardan doğmuştur” [Cynthia Enloe]
Kemalist modernleşme projesinin bir “kadın devrimi”
yarattığı iddiası uzun yıllar boyunca sorgulanmadan kabul görmüştür. Ancak 1980’lerden itibaren Türkiye’deki
feminist hareketin önemli bir kesiminin “devlet feminizmi”ni bütün boyutlarıyla
sorguladığını, bu feminizm türüyle yüzleştiğini ve bu alana ilişkin artık
tatmin edici bir eleştirel literatür bıraktığını söylemek mümkün. Devletin, milliyetçiliğin,
militarizmin, kapitalizmin ve muhafazakârlığın “eril tahakküm”le, cinsiyet
rejimiyle bağını çözümlemek artık eleştirel düşüncenin olmazsa olmazı haline gelmiştir.
“Feministlerin hem özel alana-anneliğe kapatılmaya karşı çıkarak kamusal
eşitlik talep eden hem de kadın bedeni üzerindeki eril iktidarı yok etmeye
yönelik cinsel özgürlük talepleri ikinci
dalga kadın hareketlerinden” bu yana siyasetin gündemini ve rengini belirlemeye
devam etmektedir. Serpil Sancar’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Türk
Modernleşmesinin Cinsiyeti, Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar” kitabı
Türkiye’deki bu “muhafazakâr modernleşme” projesinin cinsiyet rejimiyle olan
ilişkisini bütün tarihsel duraklarını dikkate alarak sorgulamaktadır. Serpil Hoca, öncelikle bu ülkede bir “kadın
devrimi” yapıldığını iddia eden iktidar elitlerine 2011 Yılı İstatistiklerine
dayanarak tokat gibi inen bir cinsiyet tablosuyla itiraz etmektedir: “33.443.008 okul yaşı ve üstündeki kadın
nüfus içinde hala 2.617.566 kadın okuma yazma bilmiyor. 7.342.881 kadın ise
okur-yazar olup hiç okul bitirmemiş. Yani 18.578.188 kadın (%55) ya hiç
okumamış ya da sadece 5 yıllık ilkokul bitirmiş. Eğitim görmesi gereken
kadınların %75’i en fazla 15 yaşına kadar okumuş ya da hiç okumamış. Sadece
%7,5 yüksekokul okumuş. Kadın istihdam
oranı, yani üretken bir işle uğraşan kadın oranı %25,6. Geri klan %74,6 ise “ev
kadını”. Tarımsal faaliyetlerle uğraşanların %85’ini kadınlar oluşturuyor. Kadınlara
yönelik aile içi şiddet üzerine yapılan araştırmalara göre eşi veya aile
bireyleri tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılanların oranı %39 ve
bunların içinde fiziksel şiddet sonucunda yaralananların oranı %25’tir. Kamu
kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen personelin %37’si kadın. Ama 193
büyükelçiden 23’ü, 81 validen 1’i, 458 vali yardımcısından 5’i, 861 kaymakamın
ise sadece 20’si kadındır”[1]. Günümüzde “kadın devrimi”
söylemi artık yerini “kadın mağduriyeti-kadın sorunları” söylemine bırakmış
durumdadır.
Modernleşmenin
Cinsiyeti
“Ulusun inşasını erkek
belirler, kadın arka perdeyi hazırlar”
[George Mosse]
Ulus-inşa süreçleri aynı zamanda “modernleşme” hedefini
de içeren bir doğrultuda olmuştur. Modern uluslar genel itibariyle aile
metaforlarıyla tahayyül edilmiştir. Milliyetçi modern ideolojilerin aile
metaforunu seçmeleri elbette bir rastlantı değildir. Ailenin “doğal” bir kurum
olarak görülmesi, kan bağına dayalı bir sınıra işaret etmesi ve temsil ettiği
ahlaki kodlar ulusal tahayyüllerin de politik çerçevesini belirlemiştir.
Milletin büyük bir aile ve aidiyet kaynağı olarak doğallaştırılması, toplumsal
cinsiyet rollerinin doğallaştırılmasıyla çoğu zaman el ele yürümüştür. Genel
olarak Ulus erkekle, vatan da kadınla özdeşleştirilmiştir. Ulusal kimliğin
inşasında ataerkil toplumsal cinsiyet rejiminin norm ve değerleri modernize
edilmiş haliyle devralınmıştır. Toplumsal cinsiyet ideolojisi her daim
milliyetçi ve militarist düşünce üretiminin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Modern milliyetçi ideolojiler, bir yandan toplumsal değişim ve ilerleme
hedefleri doğrultusunda kadının politik enerjisinden ve eşitlik-özgürlük ideallerinden
yararlanmaya çalışırken, diğer yandan ulusun kültürel özünü muhafaza etmek
adına verili cinsiyet rejimini korumaya gayret göstermişlerdir. Partha
Chatterjee’nin de dikkat çektiği gibi ulusal inşa süreçlerinde, erkek maddi
(dış) dünya olarak bilinen iktidar alanına ait pratiklerle özdeşleştirilirken,
kadın manevi (iç) dünya olarak görülen evin içinde ulusun özünü temsil etmek ve
ulusal kültürü yeni nesillere aktarmakla yükümlü kılınmıştır. “Ev, ulusal
kültürün manevi niteliğini yansıtan temel mekândı ve bunu koruyup
zenginleştirme görevi kadınlara düşüyordu. Kadınlar, dışarıdaki hayat koşulları
ne şekilde değişirse değişsin, özlerindeki manevi (kadınlık) erdemlerini
kaybetmemeliydiler”[2].
Erkek kamusal siyasetin aktif öznesi olarak yerini aldığında, kadın özel alanla
özdeşleştirilerek veya annelik rolüyle sınırlandırılarak eve kapatılmaya
çalışılmıştır. Nira Yuval-Davis’e[3] göre kadınların ulusal
inşaya dâhil olmaları beş farklı rol biçiminde mümkün olmaktadır. Yeni ulusun
biyolojik üreticileri, farklı uluslar karşısında ulusun kültürel sınırlarının koruyucu
muhafızları, ulusal kültürün öğreticisi, aktarıcısı ve yeniden üreticileri ve
son olarak ulusal farkların göstereni ve ulusal mücadelelerin katılımcısı
(yoldaş) olarak gerçekleşmektedir. Kısacası kadınlar “modern ve bağımsız
devletin göstereni, ulusun ‘uçmak’ için sembolik kanatları ya da modernleşmenin
öğretmenleri, eğitici anaları konumlarında erkeklerden farklı ama etkin
rollerde ulus inşasına dâhil edilmişlerdir”[4]. Devleti ve kamusal alanı
şekillendiren siyasi partiler, sendikalar, parlamentolar, bürokratik ve
militarist aygıtlar genel itibariyle erkeklerin kontrolünde ve erkek deneyimleri
üzerine kurulmuştur. Ayrıca üretim faaliyetinin ‘haneden ayrılması’ kadınların
aile içindeki konumunu değiştiren temel faktörlerden biri olmuştur.
Sanayileşmenin yoğunlaştığı coğrafyalarda kadın emeği ucuz, kolayca
sömürülebilen bir işgücü kaynağı olarak piyasaya dâhil edilmiştir. Kadının ev
içindeki emeği değersiz, üretken olmayan ve karşılığı ödenmeyen bir emek türü
olarak kapitalizme eklemlenmiştir. Hukuki yaptırımlar ve normlar cinsiyetçi
karakterini korumuş, evlilik, bekâret, namus, aile içi şiddet, çocuk ve
mülkiyet üzerindeki haklar konusunda erkeğin yararını gözeten eşitsizlikler
sürdürülmüştür. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürge deneyimi yaşayan
toplumlarda kadın hakları veya kadının özgürleşme deneyimleri farklı
güzergahlar izlemiştir.
Metropol ülkelerde feminizm, sol ve liberalizmle etkileşim
içinde daha özerk bir konumda etkin olur iken, sömürge ülkelerde milliyetçi
taleplere veya anti-sömürgeci ulusal inşaya eklemlenmiş bir mücadele bağlamında
gelişim gösterebilmiştir. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürgeler arasındaki
siyasal ve ekonomik eşitsizlikler, tahakküm ilişkileri ve kültürel gerilimler,
kadının konumlandırılma biçimlerine ve özgürleşme sınırlarına doğrudan
yansımıştır. “Batı’nın eril iktidarı, ‘Doğu’nun ezilmiş kadınları’nı Doğulu
barbar erkeklerin zulmünden kurtarma ve onlara ‘kadın haklarını’ verme
misyonunu üstlendi ve kendi sömürgeci emellerini bununla meşrulaştırdı. Öte
yandan Doğu’nun eril zihniyeti de Doğulu kadın kimliğini ‘Batı’nın
ahlaksızlığı’na bulaşmamış mazbut bir aile kadını olarak tahakkümü altında
tutmaya çalıştı”[5].
Irk, sınıf ve cinsiyet hiyerarşilerine dayalı olarak egemen bir dünya sistemi
haline gelen kapitalizm aynı zamanda egemen erkeklik anlayışlarını da
şekillendirmiştir. Kadın bedeni ulusal
stratejilerin adeta ideolojik savaş alanı haline getirilmiştir. Sömürgeci erkek
bakışı; “Üçüncü Dünya” kadınlarını ezik, sessiz, itaatkâr ve haklarının
farkında olmayan kurban kadınlar olarak görürken, anti-sömürgeci hâkim erkek
bakışı da iffetli ve masum yerli kadınının karşıt konumuna, aile ve namus
değerleri aşınmış, ahlaken düşük, hafifmeşrep Batı kadınını yerleştirmiştir. Yani
kadınların bedeninin denetimi, giyim kuşamı, doğurmak zorunda olduğu çocuk
sayısı, çocukların hangi etnik kimlikten olması gerektiği konusu ulusal bir
ödev olarak görülmüştür. Kadınlar ulusal siyasetler açısından “ya pasif
mağdurlar ya da aktif hainler” ikilemine sıkıştırılmışlardır. Milliyetçi
düşünce aynı zamanda heteroseksüel güçlü erkeklik imgesine yaslanarak ulusal
temsillerini üretir. Bu da başka uluslara karşı saldırganlığı ve şiddeti
meşrulaştırmakta, başka ulusları efemine güçsüz erkekler olarak konumlandırmakta,
kadını bir kuluçka makinasına indirgemekte ve militarist örgütlenmelerde
eşcinsel erkekleri dışlayan, aşağılayan bir hegemonik erkekliğin yeniden üretilmesini
sağlamaktadır.
Türk
Modernleşmesinin Cinsiyeti
Serpil Sancar, Türk modernleşmesini “aile odaklı
modernleşme” olarak kavramlaştırmaktadır. “Türk modernleşmesinin cinsiyet
rejiminin aile odaklı modernleşme olarak şekillendiğini ve bunun aile politikaları
aracılığıyla toplumu yönetmeyi sağlayan bir iktidar stratejisi olduğunu gördüm.
Bu şekillenme, benzer sömürge-karşıtı siyasi hareketlerde olduğu gibi,
erkeklerin devlet, kadınların aile kurarak modern bir ulus yaratma mücadelesine
giriştikleri bir tarihsel momentin ürünü”[6]. Aile, özel veya kişisel
bir alan olarak görülmekten çok modern kamuyu düzenlemekte işe yarayacak bir
ideolojik araç olarak değerlendirilmiştir. Çünkü devlet egemenliğinin eril
karakteri ailedeki egemenliğin eril karakteri ile birlikte var olur. Türk
modernleşmesi, milliyetçilik ve muhafazakârlıkla iç içe geçerek onların
deneyimleri üzerinden yükselen bir modernleşme projesidir. Türk modernleşmesi
bir anlamda “ideal kadın nasıl olur?” sorusuna verilen yanıtlar doğrultusunda pazarlık,
dışlama-içerme ve uzlaşma arayışı olarak şekillenmiştir. Bu eril modernleşme
deneyiminde, kadınların modernleşirken hangi “aşırı” davranışlardan kaçınması
gerektiğini saptama hakkı sürekli erkek elitlere ait olmuştur. Yani cumhuriyet
tarihi boyunca “aşırıya kaçmak” kadınlara mahsus bir “cinsel ahlak ihlali”
olarak kodlanmıştır. Modern kadının modernlik sınırlarının ne olması gerektiği
konusunda “kurucu irade” adına konuşanlar hep erkekler olmuştur. Sancar’ın etkili
bir şekilde vurguladığı gibi “erkeklerin yanlışını saptama erki devlette,
kadınların yanlışını saptama erki ise erkeklerdeydi”. Yaratılmaya çalışılan
“aseksüel kamu” hayatında kadınlık düzenlenmesi gereken bir toplumsal sorun
olarak görülmüştür. Kamusal temsili sağlayan örneklerde kadınlar cinsellik
sahibi özneler olmaktan çok toplumsal gelişime adanmış cinsiyetsiz bedenler
olarak konumlandırılmıştır. Kadınların kamusal yaşama katılım örnekleri
Batı’dan, annelikle ilgili örnekler Doğu’dan seçilmiştir. “Cumhuriyet’in asil
kızları”, alaturkalık ile iffetsizlik arasındaki hassas dengeyi koruma
kaygısıyla “siyah döpiyesleri içinde aseksüel öğretmenlere” dönüşmüşlerdir”[7]. Batı’nın cinsel ahlakı
veya kadın modelleri, Türk aile yapısını yozlaştıracak bir tehdit kaynağı olarak
görülmüştür, Kadının cinsel özgürlüğüne karşı sürekli teyakkuz halinde olan,
erkeklik korkularının yön verdiği bir modern cinsiyet rejimi yaratılmıştır.
Türk modernleşmesinin kadın hakları veya cinsiyet
eşitliği alanında gerçekleştirdiği reformlar (örtünme zorunluluğunun
kaldırılması, seçme, seçilme, eğitim ve çalışma hakkı) kadının özgürleşme
mücadelesinde kuşkusuz belli güçlenme araçları sağlamıştır. Ancak bütün bu
haklar, kadınların aile sorumluluklarını üstlenmesine öncelik veren bir biçimde
tanımlanmıştır. Kadın hakları, toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırma
ve bireysel özgürlükler çerçevesini genişletme temelinde değil, gelişme ve
uluslaşma sürecinin zorunlu bir parçası olarak ele alınmıştır. Devlet feminizmi,
Yaprak Zihnioğlu’nun tabiriyle “kadınsız kadın hakları inkılabı” şeklinde
gerçekleşmiştir. Kemalist iktidar, kadınları ulusun eşit vatandaşları veya
siyasi failler olarak görmemiştir. Osmanlının son döneminde başlayan kadın
hakları mücadelesi, kurulan kadın dernekleri, çıkarılan kadın dergileri ve bu
mirası yaratan kadınlar (Şair Nigar, Fatma Aliye, Halide Edip, Nezihe Muhittin,
Emine Semiye, Ulviye Mevla, Hayganuş Mark) bilinçli bir politikayla görünmez
kılınmıştır. Türkiye’nin bir sömürge geçmişinin olmaması, Batı’dan alınan belli
yasaların, gerçekleştirilen modern reformların daha kolay kabullenilmesini,
yerel ile modern arasındaki ideolojik gerilimin daha yumuşak olmasını
sağlamıştır. Sonuç itibariyle Cumhuriyet’in özgürlük nimetlerinden,
“kurtarılmış kadın” ayrıcalıklarından her kadın şüphesiz eşit derecede yararlanamamıştır.
Yaratılmaya çalışılan orta sınıf, beyaz, Türk, heteroseksüel kentli ve eğitimli
modern kadın kimliği, bu kimliğin sınırlarından taşan farklı etnik, sınıfsal, dinsel
ve cinsel kimliklere mensup kadınların (Kürt, Ermeni, Türbanlı, Yoksul, Lezbiyen,
Transseksüel) dışlanması ve izbe kıyılara sürülmesiyle sonuçlanmıştır.
“Kurtulmuş” ile “kurtarılması gereken” kadınlar arasındaki politik ayrım, kadın
mücadelesi içinde oluşan hiyerarşilerin, sınıfsal eşitsizliklerin, kültürel
deneyim farklarının üstünü örtmüş ve sömürgeci, liberal feminist yaklaşımları
meşrulaştırmıştır.
Dipnotlar
[1] Serpil
Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti - Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar,
İletişim Yayınları, s.14-15
[2] Partha
Chatterjee, Kadın Sorununa Milliyetçi Çözüm, s.115, Vatan, Millet, Kadınlar,
İletişim Yayınları
[3] Nira
Yuval–Davis, Cinsiyet ve Millet, İletişim Yayınları
[4] A.g.e,
s.74
[5] A.g.e,
s.49
[6] A.g.e,
s.306
[7] Meltem
Ağduk, Cumhuriyet’in Asil Kızlarından ‘90’ların Türk Kızlarına - Vatan Millet
Kadınlar, İletişim Yayınları, s.305
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder