9 Ağustos 2007 Perşembe

"Kutsal Aile"















“Aile, nevroz'un yayıldığı bir kapan, yani kişinin kendi özgürlük bilincini yadsıması, bir ömür boyu bir yalanı yaşamasıdır”

Aile kurumu özel mülkiyetin, ekonomik ve sosyal güvencelere kavuşturulma sözleşmesidir, 'ben'in bastırılma ve normalize edilmesinin döl yatağı veya devlet çekirdeğidir. İktidar ilişkilerinin yeniden üretildiği ve pazara uygun özneler yetiştirmenin, toplumsallaşma evrelerine uyum virüslerinin aşılandığı bekleme salonudur. Dinin kutsadığı, toplumun tabulaştırdığı, ahlakın fetişleştirdiği ve devletin resmileştirdiği tahakküm fotoğrafıdır. Her iktidar pratiği kendini ailenin korunaklı dünyasında perçinler, özgürlüğünden feragat etmiş bireyler üzerinden "topluluk tini"ni inşa eder. Aile kurumunun asal işlevi bireyi, ataerkil ideolojinin rol, mizaç ve statü kategorilerince öngörülen tutumlar içinde toplumsallaştırmaktır. Toplumsallaşma, tekrar yoluyla alışkanlık yaratarak, zamanın akışına ve gündelik rutine uymasıdır kişinin. Tarihsel ve toplumsal şartların gerekliliklerine uygun biçimde farklı formlara bürünmesine rağmen aile kurumunun değişmez niteliği "kaçış çizgi"lerinin otorite adına silinmesi ve hayal gücünün dışarıdaki uğultuya yenilmesidir. Aile, sadece yoğun duygusal deneyimlerin yaşandığı bir ilk yardım sığınağı değil, "çok çeşitli kültürel değer ve pratiklerin nesnelleştiği ve yeniden üretildiği bir toplu yaşam ortamı, küçük bir çıkarlar dünyası ve kültürel/biyolojik yeniden üretim kurumu, hatta mini bir siyasal evrendir”.

Feodal üretim ilişkilerinin en korunaklı mevzilerinden biri olan aile kurumu, kan aidiyetinin mikro iktidar ilişkilerini tesis etmesinin arkaik onay mekanizmasıdır. Ahlakla kol kola yürüyen aile, kutsal haleler edinme dayanaklarını da ahlaktan alır, özgür eğilimlerin ailenin su geçirmez duvarlarına sürekli toslaması, bireyin aile cenderesinde kronik boğuntular yaşaması, ailenin yaslandığı ahlakın baş edilmez meşru(!) gücünden kaynaklanmaktadır. Biyolojik üretimin kaçınılmaz yasasının evlilik kurumunu zorunlu kıldığı savı, işgücüne her dem ihtiyaç duyacak iktidarların baş tacı ettiği bir resmi ideolojidir artık. Halil Cibran'ın dediği gibi evlilik, sürekliliğin gücüne duyulan saygıdır. Her süreklilikte, çalınan ömürlerin ve sunak taşına yatırılan hayallerin izini sürmek mümkün. Süreklilik duygusunu süreksizlik üzerine kurulu bir dünyanın izin verdiği sınırlarda yaşama sokmaya çalışmak, süreksizliği arzulamak bireye her dem trajik ve telafisi imkânsız sonlar hazırlamıştır. Bataille'a göre, varlığın kendisi süreksizdir, başka varlıklardan ayrı ve zamanla sınırlı bir yaşamı vardır. Ancak, hepimiz, anlaşılmaz bir serüvende yalnız olarak ölüme doğru ilerlerken, yine de sürekliliğin özlemini duyarız.

Modern dünyada gittikçe kan kaybeden hatta atomize olan aile kurumu, çocuğun sosyalleşme işlevinide farklı kamusal kurum ve pratiklere havale etmiş durumda. "Feodal dönemlerde ‘ekonomik değer’i önde gelen çocukların, modern dönemlerle birlikte duygusal kertede değer kazanması, temelinde ‘özerk, girişimci ve benlik bilinci en yüksek düzeyde’ olan insan (birey) yaratma sürecinin adı olan rasyonel eğitim ile başka alanlardaki mesleki müdahalelerle (eğitim uzmanları, psikologlar, devlet görevlileri, sosyal çalışmacılar, rehber öğretmenler, psikiyatr ve psikanalistler vb.) bağımlı bir çocukluk yaratılmasına yol açmıştır diyebiliriz. Geleneksel ilişkilerin hüküm sürdüğü dönem ve toplumlarda ayak altında gezen, en mahrem görüntülerin içinde yer alabilen, en kısa sürede yetişkin olması beklenip işgücüne dahil edilen çocukların modern dönemlerde masum, savunmasız, yeteneksiz ve yetersiz, korunmaya ve disipline muhtaç oldukları savıyla bağımlılaştırılmaları; özel alan olarak adlandırılan ailenin çeşidi kamusal pratikler (ürün reklamları, özel günler, eğitsel ve kültürel faaliyetler ile piyasanın tüketim kalıplarına çekilme) içinde devletin yarattığı "aile ruhu" ile at başı gitmesi söz konusudur". İktidar, piyasa ve sosyal uzmanların ürettikleri aile ideolojisi, çocukların kırılgan, kusurlu ve bağımlılaştırılması anlayışını da beslemektedir. Kadını evin ve çocukların bakımına kapatan süreçler, babaların, aile içi ve toplumsal cinsel hiyerarşinin yeniden üretilmesinin sonucu olarak, egemen otoritelerin ileri “çağdaş” temsilcileri olmalarını da kolaylaştırdı. Kamusal mekânları akılla, özel alanı duyguyla özdeşleştiren kapitalist süreçler aileyi bir yandan genel toplumsal ve ekonomik süreçlerden yalıtmaya çalışmış, öte yandan da toplumsal gerçekliğin aile içinde yeniden üretimini tesis etmeye çalışmıştır. Egemen sınıfların çıkarları aile içinde öncelikle kadın ve çocukların bağımlılaştırılmasıyla sağlanmıştır. Düzene ve hiyerarşilere bağımlılık, yaşa ve cinsiyete dayak vs. itaat kültürünün kök salmasına, bireyin erkeğin ataerkil tahakkümünün kurbanı olmasına zemin hazırlamıştır. Aile içselleştirilmiş yaş ve cinsiyet hiyerarşilerinin psikolojik bir örüntüsünü meydana getirirken, aynı zamanda daha geniş toplumsal kurumlara katılmaktadır. Toplumsal kurumlar, ailenin yapılanmasında çoğu zaman empoze etmeye dayalı ilişkiler geliştirdiler. Ortaçağlarda yoksul ailelerin çaresizliklerinden ötürü çocuklarını yetiştirme ve eğitim adı altında verdikleri manastırların yerini günümüzde parasız, zorunlu ve eşitlikçi milli yatılı okullar almış durumda. Bu okulların ortaçağ manastırlarıyla şaşmaz bir ortak misyonu vardır: disiplin, terbiye, kurallara uyma, doğruluk ve her koşulda otoriteye kayıtsız şartsız tabi olma. Hristiyanlığın çocuğa atfettiği "çocuk ilk günahın ürünüdür, yazgısı belirlenmiştir" bakışı hemen her dönemde farklı içeriklerde de olsa çocukların sırtında taşıtılan lanetli bir yük olarak varlığını koruya gelmiştir. Kapitalizmin manifaktür evresinde, ucuz iş gücü olarak atölyelere doldurulan eğitimsiz çocuklar da atölyelerde aynı iş disiplini ve itaat kültürüyle şekillenerek verili kültürel yapının taşıyıcısı kılındılar. Reformizmin gelişimiyle, hiç olmazsa çocuklar, atölyelerden alınıp okullara sokuldular. Atölyede talep edilen itaat, dakiklik, kurallara uyma gibi değerler okulda disiplin, terbiye, doğruluk gibi değerlere çevrildi. Aile kurumu bu süreçte, dışarının değerlerini çoğunlukla destekledi ya da desteklemek zorunda kaldı. Lloyd Mause’nin belirttiği gibi, çocukluğun tarihi, ancak yakın dönemlerde uyanabildiğimiz bir kâbus gibidir. Bugünün gösteri toplumunda, "akıllı küçük","lolita", "minik girişimci" imgesiyle piyasanın dolaşıma soktuğu çocukluk, hep bireysel değerlere dayalı başarı modellerini çıkış yolu olarak medya aracılığıyla empoze etmektedir. Batıda uzun bir süre modern ve evrensel normlardan biri olarak kabul edilen “çekirdek aile”nin giderek çözülüp yerini çok farklı “aile olmayan aile anlayışlarına” (tek ebeveyn, tek çocuklu aileler, evlilik akdi olmaksızın çocuk yapıp aynı evde yaşayanlar, eşcinsel evli çiftler vb.) bırakması tüm muhafazakâr düşünce ve düzenlerin baş tacı ettiği aile kurumunun köklü değişimler geçirdiğini göstermektedir.

Deleuze ve Guattari, bütün meselenin, arzunun kapitalist sistem tarafından bastırılmasında olduğunu söylerler. Kapitalist sistemin toplumsal ve bireysel tüm yönelimleri evrensel bir norm etrafında örgütleme ve işlevlendirme çabası, cinsel yönelimlerinde aile kurumu içinde belli bir saate ve mekâna sıkıştırılmış ve biyolojik üretimi besleyen bir forma kavuşturulmasını zorunlu kılıyordu, çünkü cinsel potansiyelin sınırsız ve kontrolsüz pratikler biçiminde yaşanması çalışma mesaisini ve disiplin kültürünü tehdit etmekteydi. Fabrikaya sabah saatinde gidip saatinde çıkması gereken bir işçinin düzenli ve normalize edilmiş bir cinsel yaşama sahip olmasıyla bir nevi mümkündü. Aile kurumu bu disiplinsiz cinsel yaşamının belli bir forma sokulmasının en önemli kurumu olarak sürekli iktidar tarafından teşvik edilen bir konumda olmuştur, daha önce kendi halinde yaşanan bir olguyken cinsellik, viktorya dönemiyle birlikte bambaşka bir düzleme yerleşmiştir. Artık kadın-erkek ilişkisidir cinsellik sadece. Yatak odasına kapanmış, salt üreme amacına hizmet eden bu yaklaşımın en önemli özelliği 'normal' kabul edilmesidir. Modernitenin 'normallik' kaygısı bir bilme biçimi olarak 'arzu'yu esir almakta, hatta ortadan kaldırmaktadır. Sistemle arzu arasında, arzunun özgürlüğü arasında ciddi bir gerilim ve çatışma söz konusu olmuştur. Modernite cinselliği 'bu anlamda' yeniden yaratmıştır: kontrol etmek, denetleyebilmek, onu dilediğince yönlendirebilmek için, buna 'sistematize' etmiştir de denebilir. Kısacası, iktidarın gücünü vurgulamaktır cinselliğin 'modern' keşfi. Bedeninin nesleştirilmesi üzerinden işleyen kapitalist iktidar, cinsel kimliklerin ve kategorilerin tuzağında bireysel bütünlüğü parçalayan disipline edici yeni normlar üretebilmektedir. Kadın bedeni artık tehlikesiz, dikensiz bir 'ötekinin alanı' konumunda. Yaşar Çabuklu “Anarko-Feminizm ve Beden” adlı yazısında, “Duygu ‘yükünden’ kurtulmuş, yamalı bohça görüntüsüyle kimliksel bütünlük ve süreklilik gibi tasaları kalmamış eril beden, artık kadın bedenini kendini sarsacak, tehlikeli bir ‘ötekinin alanı’ olarak görmemektedir. Eril bedeni koruyan şey artık kadına karşı duyulan korkuya eşlik eden itici ve dışlayıcı bir mesafe değil, kayıtsızlığın ve ‘hoşgörünün’ öne çıktığı bir nesneleştirme pratiğidir" der.

Toplumsal dönüşümü hedefleyen muhalif hareketlerin, dokunulmaz zırhlara bürünmüş aile kurumunu gerekli kılmayacak alternatif ilişki formlarını üretme ve yaşamsallaştırma zorunluluğu her tarihsel kesitte yakıcılığını korumuştur. Aile kurumunu, yalnızca mülkiyet ilişkilerinin zorunlu sonucu olarak görmek “iktisadi aklın” dar indirgemeci bakışına teslim olmaktır. Elbette üretim ilişileri, günden güne, yıldan yıla ve kuşaktan kuşağa yeniden üretilmeksizin varolamaz. Bu zorunluluk ise aile, ev yaşamı ve çocuk yetiştirme üzerinde yoğunlaşan toplumsal süreçlerin var olmasını gerektirir. Ancak aile kurumu sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kalkmasıyla bir anda çözülecek bir yapı olmayıp, güçlü ve köklü kan bağlarının toplumun kılcal damarlarını oluşturması gibi merkezi bir işlevi bulunmakta. Ayrıca her iktidar biçiminin, ailenin mevcut toplumsal yapıyı yeniden üretme rolüne duyduğu gereksinim, kolektif bilinci tamamlayan aidiyetlerin kök salmasını kolaylaştırmakta buda ailenin aşınmasını ve aşılmasını zorlaştırmakta. Okul, aile ve kışla kolektif bilinç ve değerlerin kesintisiz bir şekilde kodlandığı, bireyin toplumsal ahlakın normlarıyla hizaya getirildiği ölüm hücreleridir. Ailenin yiğit delikanlısı, okulun disiplinli öğrencisi, kışlanın sürek avına çıkan ölüm neferi, birbirini besleyen ve özgürlüğün sızacağı her gediği kapatan otoriter kurumsal döngünün kaçınılmaz sonucudur. Aile ve okul, toplumsallık mikroplarının ilk aşılarını yapan bu iki kurum, yaratıcılığı, oyunculuğu ve hayali iğdiş eder. Hapishaneye ve kışlaya özgü bir eğitim, gelecek kavramını şırıngalarken, bugüne dair arzu ve merak yok edilir, korku yoluyla öğretilen her şey, güvensizlik ve suçluluk duygusu yaratır. “Aile ve Okul, parazit bir toplumun, üretim tüketim ve gösteri toplumunun bekleme salonudur, kapı açılır ve herkes sahnedeki yerini alır, bir yetişkin olarak”. Bütün otoriter odakların temel hedefi ‘herkesleşmeyi’ sağlamaktır, herkes; herkesleşmenin huzuru ve güveni içinde mutludur artık. Bu bağlamda aile, toplumsal normların bireyi kuşattığı ilk esaret kalesidir. Bir hayat süresince diğer kaleler karşısında nasıl bir özne olmamız gerektiği burada belirlenir, ya şer kurumlarının öngördüğü normal vatandaş olacağız ya da toplumun ve devletin gazabına uğrayan, lanet adalarına sürülen “anormal” birey. Kişi bir uzantı artık; ailenin, çevrenin, toplumun, kuşağın ve tarihin bir uzantısı. Aile kurumunun görece zayıfladığı aşındığı toplumlarda, aileden kopan birey özgür bir dünyaya adım atma potansiyeli taşıdığı halde, ya radikal cemaat ilişkilerinin tuzağına düşmekte ya da kapitalizmin çürüyen yüzünü temsil eden, uyuşturucu, fuhuş, çete gibi gruplara sığınmakta, bunda özgürlükçü sol hareketlerin örgütleme pratiklerinin yetersiz kalması da önemli bir etken. Kapitalist pazarın ayartıcı gücü bir yandan saadet fısıltılarının yükseldiği mutlu aile tablolarını sunarken, bir yandan da geleneksel bağları hızla çözerek metropol kalabalığında izole edilmiş yalnız ve çaresizler ordusunu üretmekte. Kadını ve çocukları feodal çitlerin arkasından kurtaran kapitalizm, onları bu seferde pazarın sokaklarında kafesledi. Bireyin aile ortamında maruz kaldığı sosyal, fiziksel, cinsel baskılar terapi merkezlerin de yumuşatılmaya çalışılırken, baskının ana kaynağı en az zararla yoluna dört nala devam eder. Aşkın ve dayanışmanın bağımsız ilişkiler ördüğü, kurumsal ilişkilenme zorunluluğunun olmadığı, çocuk eğitimini alternatif toplumsal yapıların üstlendiği bir yaşam pratiğini tasarlamak, çalınmış hayatların geri alınmasını sağlayabilir. Evlilik kurumu içinde soluksuz kalan ve sürekli ölümcül darbeler yiyen aşk, hesaplar, güvenceler sağlam zemin arayışlarıyla komaya girmiş durumda. Oysa “aşk verebilmektir, sakıncasızca düşünmeksizin. Dolayısıyla aşk tüm bunların olduğu zamanın ruhu ile hiç buluşamaz, buluşamadı da nitekim ve bir gece gelen nerden geldiği belli olmayan bir esrarengiz yabancı gibi apansız çekiliverdi hayatımızdan. Aşk artık aramızda değil, onun anılarını sıcak tutarak aşk simülasyonunu aşk diye muhafaza ediyoruz, yani artık aşk değil onun imgesidir aramızda dolanan”. Aydınlanmanın soğuk aklına, duygusuz yapaylığına verilen en anlamlı cevap olma potansiyeli taşıyan aşk, kurumsal güvencelerin ölümcül rutini içinde can çekişiyor. Herkes kendi keşif menzilinde istediği varoluş tarzına ulaşmayı ‘yanılgı deneyimleri’yle elde edebilmelidir artık.

Otoriter kurumların özgür, eşit toplumsal ilişkiler içinde eritilmesi devrim perspektifinin ayrılmaz parçası kılınmadıkça, otoriter-ataerkil kültürel kalıntıların her toplumsal formasyona taşınması kaçınılmazdır. Mikro iktidar ilişkilerinin nüfuz ettiği toplumsal dokuyu dönüştürmeden meydana gelecek her radikal kopuş (devrim), Foucault'un tabiriyle sadece muhafız değişikliği olacaktır.