18 Kasım 2019 Pazartesi

“Gelmesi Kesin Olan Tek Şey Ölümdür Albay'' - Ramazan Kaya



"İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır"

Gabriel Garcia Marquez Albaya Mektup Yok kısa romanını veya uzun öyküsünü 1956'da tamamlamış olsa da ancak 1961'de yayınlatabildi. Bu romanın, yazarın “sosyalist gerçekçi" ya da "yeni gerçekçi" (büyülü gerçekçi hiç değil) döneminin en başarılı eseri olduğu söylenebilir. Günümüzde birçok eleştirmen tarafından kısa bir şaheser olarak kabul edilmektedir. Gabriel García Màrquez’in 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmesinde, hiç kuşkusuz Albaya Mektup Yok’un da payı vardır. Yetmiş beş yaşındaki bir albay ile kronik astımlı karısı Kolombiya'nın kuzeyindeki ormanların derinliklerinde, nehir kıyısındaki ücra bir kasabada sefaletle boğuşmaktadırlar. Albay "Bin Gün Savaşı" sırasında liberal ordusunda yer almış , elli küsur yıl önce baskıcı ve demokrasi karşıtı muhafazakâr rejim güçlerine karşı çarpışmıştır verdikleri son on beş senedir yeni hükümetlerden birinin o katliamdan sağ kurtulanlara vaat ettiği emekli aylığının müjdesini beklemektedir. Yani neredeyse tam altmış yıldır beklemekten başka bir şey yapmamıştır albay. Beklemek, elbette, üçüncü dünya ülkelerindeki çaresiz insanların kaderine dönüşmüştür ancak bir albayın kabullendiği bir durum olarak düşünülmemektedir. Emeklilik mektubunu bekleyen albaya posta şefi şöyle der: "Gelmesi kesin olan tek şey ölümdür albay." Sömürgelerde, dünyanın safrası coğrafyalarda, ölüm yıldırım hızıyla ulaşan tek haberdir yoksul hanelere. Güzel olan her şey sonsuz bir bekleyiştir, umut, Kaf dağının ardına ertelenmiş bir masal kipidir. Şairin "bir sabır geleneğidir doğu'da akşam" dizesindeki “doğu”, tüm kimsesizlerin ülkesidir bir anlamda.

İhtiyar çift, beraber geçen bir ömrün ardından, hâlâ birbirlerine olan sevgi ve saygılarına rağmen birçok konuda ters düşmüşlerdir artık. Hikaye ilerledikçe, çiftin tek çocuğu olan ve terzilik yaparak ailenin geçimini sağlayan Agustin’in, “yasadışı” siyasi faaliyetlerinden ötürü dokuz ay önce askerler tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Albayın karısı haklı olarak: "Biz de oğlumuzun yetimleriyiz" der. Çünkü, sefaletten ve aşağılanmaktan ibaret yaşamlarının sebebini Agustin'in yokluğuna bağlamaktadır annesi. Agustin bir ekek çocuk olarak yaşıyor olsaydı şayet, bu sefil, yetim hayatı yaşamayacaklarına inanmaktadır. Devletin,  politik gençleri sistematik bir şekilde yok ettiği tüm coğrafyalarda olduğu gibi onların da ocaklarına ateş düşmüştür, en büyük yatırım kaynağı olarak gördükleri çocuklarının ellerinden alınmış olması, onları güvencesiz ve belirsiz bir geleceğe mahkûm etmiştir. Ünlü psikoterapist Irvin D. Yalom Aşkın Celladı kitabının "Yanlış Çocuk Öldü" öyküsünde bu konuda dikkate değer bir tespitte bulunur: “Anne veya babayı ya da çok eski bir arkadaşı kaybetmek çoğu kez geçmişi kaybetmektir: ölen kişi çok eski dönemlerin değerli olaylarının yaşayan tek tanığı olabilir. Ama bir çocuğu kaybetmek geleceği kaybetmektir: kaybedilen, kişinin yaşam projesinin ta kendisidir – ne için yaşadığı, gelecekte kendini nasıl tasarladığı, ölümü aşmayı nasıl umut edebileceğidir (insanın çocuğu aslında onun ölümsüzlük projesidir). Bu durumda, mesleki dilde, anne babanın kaybı “obje kaybı” (obje insanın iç dünyasının oluşumunda etkili bir rol oynamış kişidir) iken çocuğun kaybı "proje kaybı"dır (yaşamın yalnızca nedenini değil nasılını da ortaya koyan belli başlı, düzenleyici yaşam prensibinin kaybı). Bu durumda çocuk kaybının katlanılması en güç kayıp olmasına, birçok anne babanın yıllarca yas tutuyor olmasına, bazılarının hiçbir zaman kendilerine gelememesine şaşmamak gerekir". (syf,158)
Kadın hala oğlunun yasını tutsa da yaşam mücadelesi söz konusu olduğunda siyasetin bir kenara bırakılması gerektiğini düşünmektedir ve albaya bu konuda sürekli gerçekçi davranmasını telkin etmektedir. Yiyecek bir lokma yemekleri yoktur, oysa dövüş horozunu satmaları durumunda birkaç yıl kıt kanaat da olsa yaşamlarını idame ettirmeleri mümkündür. Horoz albaya göre oğlunun anısını yaşatan bir sembol iken, karısının gözünde erkek şiddetini ve sonu ölümle sonuçlanan siyaseti temsil etmektedir. Kadın, elinden beklemekten başka bir şey gelmediği için albayı aşağılarcasına, "Umut karın doyurmaz” der. Albaysa buna, "Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar" karşılığını verir. Albay, oğlunun katledilmesinden ötürü siyaseti unutmanın imkansız olduğunun, onur sahibi olmanın bu dış baskılara direnmekten geçtiğinin farkındadır. 


"Doğru,” diye içini çekti albay. Hayat şimdiye kadar icat edilen en güzel şey"

Romanın merkezindeki dram Agustin'in dövüş horozuyla ilgilidir, albay kendisine miras kalan ve şampiyonluk potansiyeli olduğu söylenen horozu istemeyerek de olsa evine alır. Agustin’in kendisi gibi terzi olan arkadaşları da yasa-dışı siyasetin özneleridirler, bu güçlü horozun geleceğini önemsemektedirler. Horoz hem onlar hem de kasabadaki herkes için bir direniş ve umut simgesine dönüşmüştür. Albay başta giderek büyüyen bu beklentileri görmezden gelmeye çalışsa da, Zamanla oğlunun anısını yaşatmak ve onun intikamını sembolik biçimde de olsa almak için kasabanın siyasi arzularını benimser. Bu uzun öyküde, Gerald Martin'in de dikkat çektiği gibi: “Garcia Marquze’in dönemin sosyalist ideolojisini benimsediği artık son derece belirgindir. Horoz aslında ümidi, güveni, direnişi, iyimserliği ve insanlık onurunu simgeler; hayatta kalışı "yanlış bilinç" kavramına katkıda bulunan iki faaliyet (spor ve kumar) aracılığıyla insanları bilinçlendirmektedir." (Gerald Martin, Gabriel Garcia Marquez'e Giriş, Can Yayınları, s.64) Çekilen ekonomik sıkıntılara temelli bir çözümün bulunmadığı hikâye, isimsiz albayla eşi arasındaki sert bir diyalogla bir çok gelişmeyi belirsizliğe terk ederek son bulur: Eşinin, bir kez daha öfkeyle "peki ama o arada ne yiyeceğiz'' sorusuna, albay: "Elinin körünü'' diye yanıtlar. Albayın bu keskin cevabı aslında bahtsız eşinin çenesini kapatmak arzusu taşımamaktadır, yıllardır ''elinin körünü yemiş" oldukIarı gerçeğini teslim etmekten ibarettir. Yaşamları baştan sona bir aşağılanmadır; samimi anlamda onurlu bir yaşam sürebilmelerinin yolu göstermelik davranmayı bırakarak gerçekleri dürüstçe kabullenmekten geçmektedir. 

Marquez, hikâyesini askeri diktatörlük atmosferi üzerinden kurgulamıştır. Sıkıyönetim koşulları hikâyenin her ayrıntısına sirayet etmiştir. Gece on birden sonra sokağa çıkma yasağı vardır, gazeteler sansürlüdür, seçimler yapılmamaktadır, filmler kendi arasında sınıflandırılmakta, rahipler sinema girişlerini gözetlemekte, kamusal alanlarda siyaset konuşulmamakta, doğru haberlere ancak el altından dağıtılan dağıtılan broşürler sayesinde ulaşılmaktadır ve çok risklidir. Faşizm ve korku ülkeyi kuşatmış durumdadır. Hikâyenin giriş bölümünde kasabanın davulcusunun cenaze törenine gitmeden önce albay, "Bu cenaze özel bir olay, yıllardır gördüğümüz ölümler arasında doğal nedenlere dayanan ilk ölüm bu'' der. Tasvir edilen atmosfer, Kürdistan'da yaşananlara ve yaşanmaya devam edenlere fazlasıyla benzemektedir. Ölüm şeklimiz yaşadıklarımızın aynasıdır. Sömürgelerde ve askeri diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde ölüm karşısında eşit olma ideali elbette ortadan kalkmıştır, onurlu insanlar açısından “doğal ölüm” bir lükstür. Hiç kimse adıyla, hayalleriyle, sevdikleriyle varolmuş bir birey olarak sıcak yatağında ölme imkanına sahip değildir. Onlar, barikatlarda, çapraz ateşe alınmış varoş evlerde, karanlık işkencelerde, sokak ortasında devlet kurşunlarıyla katledilenlerdir. Onlar, vahşice söndürülen ve hiçbir şekilde korunmayan yaşamlardır, yaşamları yaşam sayılmayanlardır. Onlar, isimsiz ve yüzsüz ölümlerdir. Onların adları, yüzleri, izleri ve kişisel tarihleri yoktur. Onlar, yası tutulmayanlardır, çünkü yaşamları yaşam vasfını taşımaz, kaydı tutulmaz. Yasları tutulmaz, çünkü zaten hep kayıptırlar, ya da hiç olmamışlardır. Yaşam ile ölüm arasında askıya alınmış hayatlardır. Onların varlığı egemen insan tanımına oturmaz, devletin ve kapitalizmin insanlık kategorisinden çoktan çıkardığı, ölü kabul ettiği, iktidar karşısındaki en çıplak, en korumasız ve en kırılgan hayatlardır. 

Gabriel García Màrquez’in yazdıkları, "içinde bir kıtanın ruhu titreşen" bir edebiyattır. 1967'de yayınlanan Yüzyıllık Yalnızlık, halen Latin Amerika'nın tarihî kimliğini ve çıkmazlarını en iyi özetleyen roman olarak görülür. Bu talihsiz kıtanın ardı arkası kesilmeyen darbeler ve devrimler tarihini, sömürgeciler tarafından talan edilen mirasını, kıtaya yönelik Avrupa-merkezci körlüğü, şiddet kültürünü, tropikal yağmurlarını, sahipsiz cenaze törenlerini, tutkulu aşklarını, hüznünü, yoksulluğunu onun kadar etkili anlatan ikinci bir Güney Amerikalı yazar bulmak neredeyse imkansızdır. Yazdığı her roman, dünya edebiyatının tarihine canlı bir bellek gibi kazınmıştır. Çocukluk deneyimlerinden harekette bir mekanı yeniden yaratmakta hünerinin sınırı yoktur. Her eserinde farklı bir özelliğini işlediği "Macondo" kenti, tüm okuyucularının hafızasında unutulmaz bir yer edinmiştir. Kıtanın tarihindeki belli dönüm noktalarını ve siyasi olaylarını ele almakla kalmamış, insan olmanın anlamını da geniş ve derinIemesine irdelemiştir. Sömürge geçmişi olan ülkelerde sayısız yazarı etkileyen referans bir isim olmuştur. 1982 yılında StockhoIm’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul ederken yaptığı konuşmada insanları, doğduğu yer olan ve artık kendini bir temsilcisi olarak gördüğü Latin Amerika kıtasıyla daha fazla duygudaşlık kurmaya çağırdı. Kıtanın halen doğru düzgün tanınmadığını ve görmezden gelindiğini, sahiden büyülü olsa da bu büyünün saçmalık seviyelerine varmadığını, koridorları mutsuz hayaletlerle, dolaplarıysa iskeletlerle dolu Avrupa'nın bin yılda ulaştığı seviyeye Latin Amerika'nın iki yüz yılda yetişmesinin beklendiğini, kıtanın kültürel ve siyasi açıdan çarpık bir biçimde sürekli Avrupa standartlarıyla değerlendirilmesinin yanlış olduğunu dile getirdi. Kıtanın diktatörlerine karşı gerçeği söylemekten, kıta halkına olan güvenini vurgulamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Başkan Babamızın Sonbaharı romanında tiran nihayet ölür. Durumun halkın gözünde nasıl göründüğünü şöyle aktarır: "Hayatın asıl yüzünü bilmeyen gülünç bir zorba, bizse sizin kanlı canlı ve geçici olduğunuzu aklınıza bile getirmekten ürktüğünüz hayatı doyumsuz bir tutkuyla seviyorduk."

García Marquez her fırsatta, “Yazar devrime ancak iyi yazarak hizmet edebilir" diyerek muhalif aydınları, kendini davaya adamış solcuları çileden çıkarttı. Ama o bu sözlerinde gayet samimidir. Ona göre, dünyanın gerçeklerini edebiyat yeteneğiyle birleştiren bir yazarın başka bir gerekçeye ve misyona ihtiyacı yoktur. Edebi inceliğin süzgecinden geçmiş bir gerçeklik tek başına fazlasıyla devrimcidir zaten. 

(Yazı, Kırık Saat Dergisi'nin 1. sayısında yayınlanmıştır)
x

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Kandan Adam: Diyarbakır'ın Bedenine Kanla Basılan Mühürlerin Bir Tarihi - Ramazan Kaya



"Büyük devletlerin büyük arşivleri ve yalnızlıkları olur"

Kürt edebiyatçıların Türkçenin sınırları içerisinde kazıdıkları minör edebiyat kuyusu gittikçe derinleşiyor, bu yazarların Kürdistan'ın kanlı tarihine, katı gerçekliğine, puslu belleğine dair yazdıkları romanlar, bu kuyudan fışkırmaya, bu çorak egemen dili, bu çölleşmiş kültürü sulamaya devam ediyorlar. Milan Kundera'nın dikkat çektiği gibi, insanın sadece ruhundaki canavarlara karşı mücadele ettiği son huzurlu zamanlar artık geride kalmıştır. Kahir zamanların romanlarında canavar dışarıdan gelmektedir ve adı da elbette tarihtir, tarihin hesaplaşılmamış yüküdür. Sömürgeci tarihsel koşulların iç dürtüleri, sevgiyi, geleceği hiçbir ağırlıkları kalmayacak biçimde ezdiği bir coğrafyada insanın önünde hâlâ ne gibi olasılıklar vardır? Edebiyat bu yüzyılda belki de yaklaşan sonu, kopan kıyametleri duyuran son çığlık olmak zorunda kalmıştır. Zaten roman tarihi bir bakıma kaçırılmış fırsatlar, işitilmemiş çağrılar mezarlığı değil midir? Ancak romanın, tarih veya bugün hakkında bir hüküm verme, el çabukluğuyla bir sonuca bağlama derdi yoktur. Onun derdi varoluş alanıdır. “Varoluş ise olmuş bitmiş bir şey değildir, insani olabilirliklerin alanıdır, insanın olabileceği her şey, yapabileceği herşeydir. Romancı ne tarihçidir, ne de peygamber. O varoluşun kâşifidir". (Milan Kundera, Roman Sanatı, syf.50) “Kandan Adam” romanının temel dertlerini ele alırken uzun bir zamandır üzerine mesai harcadığım ve roman sanatına bakışımı derinden etkileyen Kundera’nın sesi de bana dostça eşlik edecektir.

Abdullah Aren Çelik'in “Kandan Adam” romanı, kanla sulanan, katliamlarla yönetilen bir coğrafyanın hem dünü hem bugünü hem de sömürgeci devlet erkanının bu coğrafyadaki yabancı, hukuksuz, karanlık silueti hakkında çıplak bir metin. Aslında roman bir polisiye roman havasında da okunabilir. Devletin tozlu arşivlerine kaldırılan cinayetler, üstü örtülmeye çalışılan devlet suçları, görünmez kılınmaya çalışılan bir tarih, Diyarbakır’da cinayet masasında çalışan ancak artık süngüsü düşmüş, gözden çıkarılmış bir polis şahsında çözülmeye, aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Ahmet Boz, soyadı gibi boz bulanık yılların, faili meçhul cinayetlerin, işlence tezgahlarının, olağanüstü hallerin yani kısacası devletin kendini adeta tanrılaştırdığı 90'lı yıllarda Diyarbakır'da görevini yerine getirmeye çalışan, bu kentteki çıplak zulme, hukuksuzluğa ve sefalete onay vermeyen bir "iyi polis" tir. Eşi Gülhan'la yürüttüğü mutsuz evlilik, hiçbir duygu ve vaadin kalmadığı zamana yayılmış bir intihara dönüşmüştür, soruşturduğu cinayetin cumhuriyet tarihinin kuruluş aşamasındaki suçları ve sırları açığa çıkarma ihtimali barındırmasından ötürü görevden alınıp emniyetteki sıradan bir arşiv memuruna dönüşmesine yol açmıştır ve bütün bu sırların ve mutsuzluğun ortasında mutlu ve kudretli günlerine dönmek için çabalayan yalnız, mutsuz ve devletin karanlık gölgesini, soğuk namlusunu her an ensesinde hisseden bir polistir Ahmet Boz. Ahmet Boz'un iç dünyasında kopan fırtınalar, eşiyle yaşadığı sevgisiz ve güvensiz ilişki, kente uyum sağlama gayreti romanın ana eksenini oluştursa da, Diyarbakır’ın tekinsiz sokaklarına açılan kapılardan; bir kentin 90'lı yıllar boyunca yaşadığı bütün hukuksuzlukları, günlerce süren çatışmaları, kuşatılmayı, korkunun ve muhbirliğin egemen olduğu ilişkileri, sokak ortasında öldürülen insanları, her köşebaşından akan sefaleti görmek ve hissetmek mümkündür. 

Bütün sömürgelerde olduğu gibi Kürdistan'da da nekro-iktidar, yani öldürme hakkı/siyaseti hakimdir ve bu iktidar denetimsiz bir biçimde işler. Egemen öldürme hakkı, sömürgelerde hiçbir yasaya tabii değildir. Sömürgelerde, egemen herhangi bir zamanda ve herhangi bir nedenle öldürebilir. Sömürgedeki savaş durumu hukuki ve kurumsal yasalara tâbi değildir, görünmez bir biçimde işlemez; bütünüyle çıplak ve açıktır, göz göre göre yapar ve öldürür. 90'lı yıllarda Diyarbakır’da yaşamak zordur. Çelik'in romanda belirttiği gibi: "Meşakatli bir şeydi Diyarbakır’da yaşamak. Hayatı anlamsız kılan kötücül ne varsa orada bulmak mümkündü, zira insanın bu kadar çok ölümle sınandığı başka bir şehir bulmak mümkün değildi herhalde”. Roman bir yönüyle Kürdistan'ın yakın dönem tarihinin bir özetidir. 90'lı yıllarda aynı üniversitede aynı ortamı birlikte soluduğumuz yazar, bu yıllara yakından tanıklık eden bir canlı bellek olarak kalenin içinden, en ıssız köşelerinden konuşmaktadır. Ahmet Boz karakteri, devletin demir yumruğunu değil, çözülen, değersizleşen, kimliksizleşen egemenliğini sembolize eden silik bir karakterdir. Onun egemenlik aynasından bu toprakların nasıl yansıdığı, bir polis ailesinin bir sömürgeye nasıl ve kimler aracılığıyla entegre olduğu belki de anlaşılmaya değer bir mevzudur. 

Günün birinde bu romandan alınan ilhamla bu topraklarda devlet erkanını temsil eden aktörlerin ailelerinin ne yaşadığı, burayı nasıl anlamlandırdıkları, buralardaki dehşetin onların ve çocuklarının dünyasını nasıl biçimlendirdiği, hangi kimliklerle halkla iletişim kurdukları, okula devam eden çocuklarına her gün neler telkin ettikleri araştırılmaya değer verimli bir saha olabilir. Üstelik bugüne dek savaşın farklı cephelerinde aktif bir şekilde yer almış öznelerin anılarını, travmalarını ve "şehit ailelerini" aşan bir çalışma pek yürütülmedi. Devletin bu topraklarda hükümet binalarından, karakollardan, polis ve asker lojmanlarından ibaret kapalı devre dünyasının ardında neler yaşandığını bilmek, bu sömürgedeki egemenlik ilişkilerini tüm yönleriyle anlamanın önemli bir anahtarı olabilir. Bugüne dek bu konularda yazılmış romanların önemli bir bölümünün bu egemenlik ilişkilerini nefret edilen bir dünyanın basit bir suç dökümüne indirgediğini, egemen kişi ve durumları afiş yavanlığında ele aldıklarını hesaba katacak olursak bu romanın açtığı patika daha da önem kazanmaktadır. Ahmet Boz karakteri özellikle politik Kürt okuyucusunu muhtemelen öfkelendiren bir karakter, bir polis memurunu gereksiz yere sevimli gösteren bir çaba olarak görünecektir, "biz bu topraklarda böyle bir polise hiç denk gelmedik" şeklinde tepkilerine yol açacaktır. Ancak roman dünyası zaten ikili karşıtlıkların belirgin biçimde ayrılmasına izin vermeyen, çok anlamlı ve görece bir dünya üzerine kuruludur. Her romancı, tüm romanlarını birer fikir yürütme veya düşünsel sorgulama aracı olarak gördüğü için, belirsizliğin diline ihtiyaç duyar. Aksi halde roman, belli bir söylemin, ideolojinin tarafında olan, angaje romana indirgenir. Bir romanın tek varolma nedeni, ancak bir romanın keşfedebileceği şeyi keşfetmektir. Bir makale veya deneme aracılığıyla aktarılması, özetlenmesi mümkün bir gerçekliğe edebiyat asla alet edilmemelidir. "Dostum durumlar senin düşündüğünden daha karışık'' cümlesi, romanın ezeli gerçeğidir. Romanın tek varoluş nedeni, sadece romanın söyleyebileceği şeyleri söylemektir. Mutlak kötülüğün ve mutlak iyiliğin temsiline soyunmuş karakterlerin savaşımından roman çıkmaz, çıksa çıksa efsaneler çıkar, mitolojiler çıkar, kahramanlık menkıbeleri çıkar, dilden dile dolaşan kıssadan hisseler çıkar ama edebiyat çıkmaz. Üstelik dünya, iyi ve kötünün net biçimde tanımlanıp birbirinden ayrıldığı ve bu sabit ikili karşıtlık üstünden anlamdırılabiIeceği bir sahne değildir. İnsan hayatının bütün gizemi, iyilik ile kötülük arasındaki sınırla doğrudan temas halinde bulunmasında, bu sınırlar arasındaki mesafenin sanıldığı kadar uzak olmamasında yatmaktadır. Görünmez itkilerimiz, bilinçaltımız ve tesadüfler, yürüdüğümiz düz yaşam yolundan bizi saptırır, bambaşka yollara sapmamıza yol açar. Tek bir gerçek üzerine dayalı dünya ile romanın çok katmalı ve göreceIi dünyası birbirinden tamamen farklı bir hamurdan yoğrulmuştur. Dolaysıyla dünyanın totaliter gerçeklik anlayışı, göreceliği, kuşkuyu, sorgulamayı tanımaz ve romanın ruhu dediğimiz şeyle asla uzlaşmaz. Edebiyatın gücü, en uç özgürlük yoksunluğunda bile kapının çatlaklarından sızan ışığı görebilmesinden, ideolojilerin gözleri kör eden ışığının görünmez kıldığı karanlık sokaklara korkusuzca dalmasından gelmektedir. Kundera'nın dediği gibi: "Bu çağdan, girdiğimiz kadar budala çıkmak istemiyorsak, dava ahlakçılığının kolaycılığını bir yana bırakmamız, insan kimliğiyle insan ilişkin olarak bildiğimiz bütün gerçeklikleri yeniden gözden geçirmek pahasına olsa bile, onu sonuna kadar düşünmemiz gerekmektedir." (Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s.228)

"Tarihin gözyaşları olsaydı, şüphesiz insanlık sular altında kalmıştı"

Roman genel itibariyle Diyarbakır'da kurulan egemenlik tarihini üç ana kesit halinde bir cinayet bağlamında ele alan bir kazı çalışmasıdır aslında. Bu egemenliğin ilk ayağı Diyarbakır'ın İran'ın hegemonyasından çıkıp Osmanlının egemenliğine dahil olduğu dönemdir, ikincisi Cumhuriyet'in kuruluş aşaması, üçüncüsü de kanlı 90'lı yıllardır. Bu üç tarihsel kesit üzerinden ve sürekliliğini koruyan bu kanlı egemenliği bir sarkaç misali işleyen roman, unutuluş çölünden geçmiş bir halkın belleğini geri çağırmaktadır. Diyarbakır'daki sömürgeci tahakküm tarihinin aydınlatılmasında, romanın Diyarbakır'daki darağaçları ve toplu mezarlar silsilesi bağlamında andığı şair Bitlisli Kemal Fevzi, özel olarak incelenmeye değer bir tarihi şahsiyettir. Hizanizade Kemal Fevzi olarak da bilinen Kemal Fevzi, 1891 yılında BitIis'in Hizan ilçesinde doğmuştur. Babası Reşit bey Osmanlı döneminde uzun yıllar savcılık yapmıştır. 1912 yılında Balkan Savaşı'nın çıkmasıyla birlikte genç bir teğmen olarak savaşa katılmış, Yanya cephesinde bir şarapnel parçasıyla ayağından yararlanınca genç yaşında malulen emekliye ayrılmak zorunda kalmıştır. Savaşın ardından İstanbul'a dönen Kemal Fevzi'nin turancı, ittihatçı fikirlerinde köklü değişiklikler olmuş, Kürt dernek ve cemiyetleri ile yakın bir ilişki içine girerek bir Kürdistan aydınına dönüşmüştür. Kürdistan Muhibban Cemiyeti ve Hevî Derneği'nin bir dönem yöneticiliğini de yapan Kemal Fevzi, Jîn, Kürdistan ve Hevî dergilerinde yazılar yazar, Abdullah Cevdet Bey ile Hevî ve Jîn'in Türkçe sayfalarını hazırlar. Birinci Dünya Savaşı ve mütareke yıllarında Kürdistan Teali cemiyeti içerisinde çalışma yürütür. Kemal Fevzi'nin aynı zamanda Cibranlı Halit Bey'in kurucusu olduğu Azadî örgütündede yer aldığı biliniyor. Cumhuriyet döneminde 150'likler Iistesinde ismi yer alan Kemal Fevzi, Güney Kürdistan'a giderek Şêx Mahmudê Berzencî ile birlikte çalışma yürütür, ünlü Kürt isyancı Simko Axa ile de sıkı ilişkiler geliştirir. Burada İngilizler tarafından yakalanarak uzun süre tutuklu hayatı yaşar. Yoğun işkence ve baskıların ardından İstanbul'a kaçar, İstanbul'dan Avrupa’ya kaçmak isterken yakalanır. Şeyh Said isyanı nedeniyle kurulan istiklal Mahkemeleri'nde bölücülük suçundan yargılanan Kemal Fevzi, Mahmut Tevfik ve Seyyid Abdülkadir'in de içinde bulunduğu altı arkadaşıyla birlikte idama mahkum edilir. 24 Mayıs 1925 günü sabah 04:53'te Diyarbakır Ulu Camii önünde idam edilir. Kemal Fevzi'nin üçü yayınlanmış, ikisi yayınlanmamış toplam beş kitabı bulunuyor. Ordudan Bir Ses, Elem Çiçekleri, Kahraman Orduya Armağan, Ölmeyen Sevgi ve Kanlı Yurt (şiir) bilinen kitaplarıdır. Romanda Kemal Fevzi'nin delirmiş doktor kardeşi Law Reşit, halk arasında üryan dolaşarak Wilson' un "her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır" sözünü hatırlatmaktadır. 

Tarihi yazımı dediğimiz şey de belleğin toplumsal işlevinin bir neticesidir. Tarih yazımı toplumsal bellieğin neleri unutup neleri hatırlaması gerektiğine karar verilerek yapılan bir iktidar düzenlemesidir. Resmî tarihin neleri kaydedip neleri etmeyeceğine de toplumsal öncülerin ideolojisi, güç ilişkileri ve zaman ruhu karar verir. Dolaysıyla tarih, toplumsal belleğin dönüştürülmüş, yeniden kurgulanmış bir yazımıdır. Genel itibariyle egemen ulus tahayyülü, o ulusun tarihi suçlarını, sabıkalarını unutmaya dayalı bir tahayyül iken, ezilen ulus tahayyülü, maruz kaldığı vahşetleri, katliamları, sürgünleri ısrarla hatırlamaya dayalı bir tahayyüldür. Kısacası egemen ulus unutarak, ezilen ulus hatırlayarak ulus olur. Dolaysıyla roman, unutuşun yok edici gici karşısında karşısında belleğin korunaklı kalesidir. Bir romana giren her cümle ve detay kayıt altındadır, yazarın zamana var unutuşa karşı zaferidir. Milan Kundera'nın “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı” romanında Mirek karakterine söylettiği gibi: "Gelecek kimsenin umurunda olmayan alansız bir boşluktur, geçmiş ise yaşam doludur, kızdırır, başkaldırtır, yaralar; o kadar ki, bu yüzden onu yok etmek ya da yeniden yaratmak isteriz. Geleceğe egemen olmak istenilmesinin nedeni, geçmişi değiştirecek güce sahip olmaktan başka bir şey değildir." (s. 34) Şüphesiz hatırlamak geçmişin değil bugünün meselesidir. Kapanmayan yaraların, yarım kalmış hesapların, intikam arzularının, kefareti ödenmemiş günahların ve zaptedilmek istenen geleceğin bir meselesidir. Platon, hatırlamayı, "artık olmayan bir şeyin şimdiki zamanda yeniden temsili" yani eikon olarak tanımlar. Bu tanım belleğin imgelemle, hayal gücüyle, ve kurguyla ilişkisini ortaya koyar. Artık varolmayan bir şeyi, şimdiki zamanda yeniden temsil etmek demek, o şeyi imgelem yoluyla yeniden üretmek (reproduce) demektir. 

Tam da bu noktada roman tarihi insanlık tarihinden intikam almak değilse başka nedir zaten? İnsanlık tarihinin kişiliksizliği, zulmü, sevgisizliği karşısında insanın intikamıdır. Tarih denilen bu hiçbir hükmü ve geçerliliği kalmamış otoriteye güvenmek, tanıklığını istemek, hakkımızdaki hakikati sergileyecek kaynak olarak görmek için hiçbir nedenimiz kalmamıştır artık. Oysa, "Roman tarihinin Hegel'in insanlık dışı aklıyla hiçbir ilişkisi yoktur; ne önceden saptanmıştır, nede ilerleme düşüncesiyle özdeştir; tamamen insanidir, insanlar tarafından yapılmıştır, bazı insanlar tarafından oluşturulmuştur, tıpkı kimi zaman sıradan, daha sonra önceden kestirilemez biçimde davranan, kimi zaman dâhice, daha sonra da dehadan uzak işler yapan ve çoğu zaman eline geçen fırsatlardan yararlanamayan tek bir sanatçının gelişimi gibi... İnsanlık tarihinin insana ait olmamasına, insanın etkisini geçersizleştiren bir yabancı güç olarak kendini insana zorla kabul ettirmesine karşın, roman tarihi, 'insanın özgürlüğünden, tam anlamıyla kişisel yaratılandan, seçimlerinden doğmuştur.” (M.Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s.26)
Yüzyıllardır tüm yaşanılanlardan tek bir tarihsel bütünlük oluşturmaya çalışan insansız insanlık  tarihi, bu romanla ve roman sanatıyla tekrar tekrar parçalanmaya, kesintiye uğratılmaya, akıntıya karşı yüzmeye devam etmektedir. Soğuk tarihsel anlatıların karşısına sıcak insan hikayeleriyle çıkan roman tarihi, hala "ezeli mağlup" konumunda olsa da, tarihin görünmez kıldığı insanı ve tüm insani özellikleri gözler önüne seren “kutsal şimşek” olmaya devam etmektedir.

13 Haziran 2019 Perşembe

Uygarlığın Harabelerinde Dalgalanan Kaos Bayrağı - Ramazan Kaya

“Bütün büyük yapıtlar kaostan fışkırır ve bütün küçük yapıtlar düzenden doğar, varlığın hiçbir volkanizmasını üretmeyişleri de bu yüzdendir.”

Antoni Casas Ros, "Karanlığı Arşınlayanlar" (Sel Yayıncılık, 2019) romanında, bizi yine varoluşun karanlık sularında yüzdürüyor, tekinsiz diyarlarda yalnız ruhlarla yoldaş kılıyor, aşkın ve arzunun ateşini durmadan harlıyor, kanlı bir nekropole dönüşen uygarlığa karşı karanlığı arşınlayanların, duvarları tırmananların isyan bayrağını neşeyle dalgalandırıyor. “Estetik Araştırmalar Bürosu" isminde bir kuruluşun umutsuz bir yazar olan Antoni'yi işe almasıyla başlayan roman, yüksek ritmini hep koruyarak isyanın ve erotizmin dalgaları arasında meçhul limanlara ve topraklara yelken açıyor. "Estetik Araştırmalar Bürosu”nun temel amacı da bir hayli ilginçtir. Bir yıl boyunca finanse ettiği genç yazarlardan dünyayı salt estetik bir ölçüte göre betimlemelerini talep etmektedir. Hiçbir düzen yada ahlak kavramını dayatmayan bu kuruluş, temel amacını şöyle özetliyor: “İç dünyayı anlatan bir serüven bu. Biz gelecek kuşaklara bir iz bırakmak istiyoruz sadece: Sizin algıladığınız biçimiyle dünyanın bir dizi fotoğrafı ya da röntgeni, hiç kimseye yazılan uzun bir mektup” (syf,12). Antoni bu serüven dolu yolculuğa yalnız başına değil, özel araştırmalar sonucunda izini bulduğu Anca ile birlikte çıkar. Anca, Amerikan püriten ahlakına duyduğu nefretten ötürü geceleyin vajinasına kırmızı boya sürerek ip ve halkalı kancalar yardımıyla New York caddelerindeki duvarlara tırmanıp  organının baskısını duvarlara çıkaran ve bu eserlerini numaralandırarak imzalayan bir street sanatçısıdır. Anca’yla yollarının çakışması, hem tutkulu bir aşka vesile olur hem de kaosun estetiğini konu alan hikayeleri birlikte yazmalarını kolaylaştırır. Anca'nın bu yolculuğa dahil olmasının asıl amaçlaından biri de uzun zamandır kayıplara karışmış, görünmezliği seçmiş ve Meksika’da yaşadığı tahmin edilen Tòma Emin adında bir yazarla bir televizyon kanalı için kapsamlı bir röportaj yapmaktır.

Yolculuk tam anlamıyla bir sefahat âlemine dönüşüyor veya göğün maviliğine bir tür pike. Arzu dalgalarında yankılanan esrik bir çığlık. Sözcüklerin müziğinde dans ediyorlar, bedenleri gelecekteki bir yapıta gebe kalacakmışçasına her yerde uzun uzun sevişiyorlar. Şeytanın ve cinselliğin inine giriyorlar. Düşlerinde dünyayı havaya uçuruyorlar. Gecenin koynunda, okyanus kıyısında uzun yolculuklara çıkıyorlar, hazzın verdiği nefis duyumla daktilo başına geçip, uygarlığa musallat olan olaylardan, mitolojilerden, canavarlardan ve insanlardan hikayeler devşiriyorlar. Amerika toprağını aidiyet hisettikleri bir ülke olarak değil, birbirlerine karıştırdıkları yaratımların efsanevi mekanı olarak deneyimliyorlar. "Riayet zehrinin ve istila paranoyasının panzehiri olarak!” Hindistan’da bir halk ezgisinde şöyle bir dize geçer: Uçmak istiyorum, ama kader kanat vermiyor bana.'' Ross, her romanında olduğu gibi bu romanında da karakterlerine kanatlar veriyor, sonsuzluğun göğünde uçmalarını sağlıyor, kaderin soldurduğu hayatlarına çalım atmalarını çoşkuyla selamlıyor. Ancak bu roman alışık olduğumuz anlatı tekniklerinin dışına çıkarak, anlatının doğrusallığını ve yapay süreklilikleri bertaraf ediyor. Belli bir olay örgüsü veya bazı karakterler doğrultusunda takip edilmesi mümkün olmayan zor bir metindir. Metinlerarasılığa, dadacılığa ve gerçeküstücülüğe kanat çırpan, gerçekle hayallerin iç içe devindiği, yamyamların, zombilerin, tanrıçaların ve modern uygarlığa nefret kusan kimi yazarların, devrimcilerin, manifestoların yardıma çağırıldığı, sahne aldığı, yapıtlarından kısa alıntılarla ışık saçtıkları çok katmanlı bir metinle karşı karşıyayız. Yazarın zaten "gerçekçi" olmak gibi bir derdi olmadığı gibi, onun için "gerçeklik, sözcüğün gölgesidir. Bu çağda gerçekle kurmaca arasında artık bir sınır kalmamıştır. Hakikat yoktur, uydurduğumuz her şey gerçektir. Hakikat, defalarca tekrarlanmış Yalan’dır.”

Yolculuk tüm görkemiyle devam ederken kendilerini “Görünmezler” veya "Kozmik Yıkım Merkezinin Görevlileri'' olarak nitelendiren anarşist bir hareketin şiirsel terörizm eylemleri de dünyayı her gün sarsmakta, soluğu kesik uygarlığı bir kan tufanına boğmaktadır. Bu hareketin somut bir yeri, adresi olmadığı gibi, uygarlığın tüm yapıları ve uyuşturduğu kitleler hedef kapsamındadır. "Büyük Devrim" hedefine bağlı olan bu hareketin pek çok ülkede temsilciliği vardır. Ana hedefi bütün yapıların nihai patlamasını hızlandırmak, uluslararası para sistemini çökertmek, küresel finans mekanizmasını yerle bir etmek. Devrimci yapılar görünmez nitelikte, iletişim sadece sözlü ve doğrudan yapılmaktadır. "Akıl yürütmezler, eyleme dönüktürler. Kalabalık fikrinden hareket etmezler. Çünkü kalabalık reflekslerine hâkim değildir. Gösterdiği tepkiler cesurca ya da canice, kahramanca ya da korkakça olabilir ama her zaman buyurucu niteliktedir. Kalabalık önceden tasarlamaz. Tepkilerin hoyratlığı ve beklenmedik niteliği ile önderlerin elinde tehlikeli bir silaha dönüşür. Kalabalık psikolojisi, bilinçdışı bir kişilik lehine bireyin bilinçli kişiliğinin geçici olarak silinmesidir.” Hareketin çağrısı ve uyarıları keskin bir vahiy niteliğindedir: “Katılacağınız yıkım kozmostan geriye sadece kömürleşmiş bir atom bırakacak. Tanıdığınız dünya sözcüklerden beslenen Iarvamsı varlıklarla dolu. Cesaretin, yalnızlığın ve sessizliğin yokluğunda icat ettiniz iyi ile kötüyü. Doğan, hareket eden ve mutlak olana uIaşmadan ölen kuklalarsınız sadece. Boşluk içinize işlediğinde yıkım gerçekleşecek. Her şeyden vazgeçin, son dem yaklaşacak. Zihinleriniz çok geçmeden deliliğin hücrelerini tanıyacak.” Öldürülen yüzbinlerce insan, yıkımın habercisi, yaklaşmakta olan kaotik dünyanın kıyamet alametleri olarak görülmektedir.

Peşine düşülen gizemli yazar Tòma Emin, aslında yıllardır görünmezlik perdesine sarılı şekilde yaşayan, dolaşımda tek bir fotoğrafı bile bulunamayan, cilalı uygarlık çağını, gösteri dünyasını reddeden Antoni Casas Ross'un bizzat kendisidir. Haliyle mülakat süresince söylediği her şey yazarımızın da anarşist fikirlerinin kristalleşmiş bir halidir. Emin, uzun bir zamandır gömüldüğü yalnızlıktan korkmamaktadır. Onu korkutan şey, insanların taktığı maskeler, bu sahte tebessümler ve ikiyüzlülüktür. Bu çağda anlaşılmanın zorluğundan, yazınsal ve toplumsal kalıplardan, insanlar arası ilişkileri idare eden egoizmden, her şeye bulaşan BEN kirliliğinden kaçıp kendi iktidarını kurduğu küçük dünyasında yaşaması bir gönüllü tercihtir. Vakti zamanında ABD'deki akademik dünyaya dahil olma isteğinin sebebini, öğrencilerine kaosun güzelliğini, sonsuz mayalanmalarını, organik kuvvetini keşfettirmek olarak açıklar. Ona göre, "Kaos korkusu Amerika’da kültürün öyle bir parçası ki her şey kaostan sakınmak üzere yapılmıştır.” Çünkü “başkalarının topraklarını çalanlar istilacıdan daima korkar." Etkisiz dogmatik sol hareket de yazarın keskin dilinden nasibini alır. "Her türden gelecek hayalinin hezeyan ya da sahtekârlık gibi göründüğü, dermansız kalmış çağların ortasında dogmaların borazanlığını yapmak pespayeliktir. Yakaya bir çiçek takıp hikâyenin sonuna doğru yol almak zamanın akışında tek onurlu davranıştır." Amerikan edebiyatını uzun bir gevezelikten ibaret gören ve yazarların televizyona çıkmasını da büyük bir utanç olarak değerlendiren gizemli yazarımız için tek istisna heybetinden ve saygınlığından hiçbirşey kaybetmeyen Cortàzar’dır. Cortàzar’'ın yapıtlarının bugün hâlâ bizi etkileyen özelliği, “dili sonsuzluğun bir tezahürü olarak gören ve kişiyi kendini keşfe götüren bitimsiz bir mücadele” olarak ele almasıdır. Daha bir çok konuda yazarın ışıldayan zekasından, keskin gözlemlerinden fışkıran çarpıcı analizler okumak mümkün. Bu röportaj, romana hayat veren, yazarın önemli konulara ilişkin fikirlerini (iktidar, medya, piyasa, edebiyat, yalnızlık) özetleyen çok keyifli bir parantez oluşturmaktadır. Ayrıca roman, yazarın etkilendiği, varlığına şükranlarını sunduğu yazarların ve yapıtların heybetli bir edebi geçidi gibidir.

Milan Kundera “Roman Sanatı" isimli (Can Yayınları, 2002) deneme kitabında: ''Romancı ne tarihçidir, ne de peygamber: O varoluşun kaşifidir” der. Antoni Casas Ros, günümüzde bu tanımın en lâyık karşılıklarından biridir şüphesiz. Onun eserleri (Almodovar Teoremi, Enigma, Son Devrimin Güncesi, Karanlığı Arşınlayanlar) bir benlik genişletme deneyimidir, farklı tanıma biçimlerine davettir. Kendimize farklı bir ışık altında bakmamızı sağlar, çoğul kimlikler arasındaki sürtünmesiz, pürüzsüz yüzeyi aşındırır, kurmaca karakterleriyle bir-oluş, güçlü bir bilişsel yeniden düzenlenmenin eşlik ettiği bir yakınlaşmayı mümkün kılar. Benliğin diyalojik ve ilişkisel bir tarzda kurulduğunu, herhangi bir kimliğe değişmez bir öz atfetmenin temelsiz olduğunu, o çoşkuyla ötekiliğe teslim oluş deneyimleriyle serimler. Çünkü tanımak sadece bilmek değildir; aynı zamanda bilme ve bilinebilirliğin sınırlarıyla, kendini algılamanın nasıl ötekinin dolayımıyla gerçekleştiğiyle ve ötekiliğin benlik tarafından algılanışıyla da ilişkilidir. Ayrıca siyaset teorisyenlerinin de dikkat çektiği gibi, tanıma salt kamusal düzeyde bir kabul edilmekten ibaret değildir, aynı zamanda bir varoluşun değerinin onaylanmasıdır. Kadınlar, azınlıklar, LGBTİ hareket, zorbalık ve marjinalleşme tarihine karşı çıkarken, kendi ayrısılıklarını olumlama ve bunun başkaları tarafından olumlanmasını sağlama amacı da güderler. Tanınmak, bu anlamda, kişinin kendi farklılıklarının fark edilmesini sağlamak anlamına değil (zira bunlar daima farkedilmiştir), bu farklılıkların arzu edilir ve değerli addedilmesini sağlamak anlamına gelir. Edebiyatın sihirli güçlerinden biri de, bütünüyle yalnız olmadığımızı, bizim gibi düşünen, hisseden ve yaşayan başkalarının da olduğunu doğrulayarak, belki de başka hiçbir yerde bulunamayacak bir teselli ve dinginlik sunmasıdır. Bu yakın ilişki kurma deneyimiyle kendimizi kabul görmüş hissederiz, görünmezlik korkusundan, görünmüyor olmanın dehşetinden kurtuluruz. Ros’un romanlarının temel özelliği, "Ben''in o ana kadar olduğundan başka bir şeye dönüştüğü ve daha önce düşünebildiğinden başka düşünceler içine girdiği kendine has bir töz-değişimidir. Casas Ros'u okumak, ihlal edici bir ürperiştir.