10 Nisan 2012 Salı

“Coğrafyanın Vatanlaşması” - Ramazan Kaya

Ulus Mekânını Arıyor

“Tarih ilk önce coğrafyadır” [Michelet]

Modern ulus-devletlerin tarihi, bir bakıma mekânın farklı kesitlere bölünerek düzenlenmesi, isimlendirilmesi, sınırlandırılması ve yönetilmesi tarihidir. “Ulusu kimliklendirme ve coğrafyayı vatanlaştırma” projesi; coğrafyanın ulusun siyasal kimliğinin zemini olarak yeniden kurgulanması, belli bir mekâna içerisi ve dışarısı şeklinde sınırların kazınması ve toprağın “vatan”laşarak kutsanmasını gerektirmekteydi. “Vatan uğruna ölmek”, “ Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır”, “Vatana hayırlı evlat olmak”, “Vatan sağ olsun”, “Vatan namustur”, “Vatan haini” gibi dillere pelesenk olmuş uğursuz sözler, toprağın ulusun siyasal mülkü haline gelmesinin sonuçlarıdır. Vatan, “devlet eliyle inşa edilen etnik zemin”dir. Peter Vandergeest ve Nancy Lee Peluso’nun “iç mekânın vatanlaşması” olarak kavramlaştırdıkları süreç, devletin coğrafya üzerinde kontrol sahibi olması, iç mekânın örgütlenişini, isimlendirilişini, harita üzerindeki temsillerini ve coğrafi bilginin üretimini denetim altına alması demektir. Modern ulus-devlet tarihi ile birlikte coğrafya farklı bir önem ve anlam kazanmıştır çünkü ülkenin sınırları meşru iktidarın sınırlarının da göstergesiydi. Ulus-devletlerle birlikte hükümdarın malı olmaktan çıkarak “vatanlaşan toprak” herkesin ortak aidiyet zemini, “uğruna ölünecek bir değer” haline gelmiştir. Ernest Gellner’in de ifade ettiği gibi “ulus-devlet ideali siyasi zemin ile kültürel zeminin birbiriyle örtüşmesi” demektir. Bir ulusun kahramanlık anlatıları üzerinden tarihselleştirilmesi, o ulusa ait olduğu varsayılan toprakların vatanlaştırılması süreciyle paralel üretilmiştir. Ulus-devletin mekân üzerinde kurmak istediği otorite mekânı kategorize etmekle sınırlı olmayıp insanların yaşam dünyalarına da müdahale ederek onu yeniden tanımlamak ve biçimlendirmek anlamına gelmektedir. Mekânı uluslaştırmak bir anlamda sınırları çizilmiş bir coğrafyadan yola çıkarak yurttaşlık veya etnik kimlik temelinde bir ortaklık zemini yaratmak anlamına gelmektedir. “Coğrafya eğitiminin devlet tarafından toprağı ‘vatanlaştırma’ pratiği olarak kullanılması önemli bir noktadır. Haritalar, komşu devletler, doğal kaynaklar, siyasi sınırlar konusunda gelecek kuşaklara dönük kalıpların yayılmasına hizmet eden bu pratik ulusal kimlik oluşmasında başat rol oynar”[1]. Ulusal coğrafya, haritadan bilinen soyut bir mekânı vatanı olarak tahayyül etmeyi gerektirir. Dolaysıyla ulus-devlet ideali, soyut ve sınırlı bir mekânda kültürel değerlerin siyasi sınırlarla bütünleştirilmesidir. Benedict Anderson ünlü Hayali Cemaatler adlı kitabının “Nüfus Sayımı, Harita ve Müze” adlı bölümünde ulusal kimliğin bütünleştirici, soyutlayıcı ve sembolleştirici etkisine değinir. Özellikle kuşbaşı çizilmiş renkli siyasi haritalar ve köşeli bayraklar nereli olduğumuzu, kökenimizi, hangi topraklara ait olduğumuzu hayal etmemizi kolaylaştırmaktadır. Anderson, “bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir çünkü her millette fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, millet daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. Son iki yüzyıl boyunca milyon insanın, birbirlerini öldürmekten çok, böylesi sınırlı hayaller uğruna ölmeye razı olmalarını mümkün kılan şey, son kertede bu kardeşlikti”[2] demektedir. Kısacası her ulus-devlet belirli bir mekân aidiyeti üretmektedir. “Bu hissiyat “kuşaklar boyunca bizim olagelmiş bir toprağa” dönük bir aidiyet hissidir. İçinde şiirsel, romantik bir yurt güzellemesi barındırır. Ulusal toprakların hikâyesi kahramanlıklarla dolu bir etnosembolik geçmişin hikâyesidir. Yani ulusal mekân bazı toplumsal hatıraların belirli mekânlarla bütünleşmesidir, toprak ve ulus ilişkisi, “toplumsal hafızanın mekânsallaşması” ile kurulur. Ekonomik, askeri, siyasi faktörlerle çizilen ülke sınırları sadece bir siyasi çizgi değil, ortak çekilen acıların, zaferlerin ve kahramanlıklarla dolu bir mekânın hafızasıdır. Devlet, mekân üzerindeki kontrol mekanizmalarını işletirken soyut mekânı kullanır (rakamlar, kategoriler, haritalar, istatistikler); bu mekanizmalar dışlama, kuşatma, bölgelere ve gruplara ayırma, birleştirme ve adlandırmaya kadar giden birçok devlet pratiğini içine alır”[3]. Devlet mekâna her zaman soyutlama üzerinden bakar ve insanlar yaşadıkları deneyimler üzerinden buna karşılık verir. Ulusun mekânsallaşmasında kendinden olmayanı mekândan silen disimilasyonist bir siyaset izlenirken, mekânın uluslaşmasında ise tüm öğelerin tek bir kimlik içinde eritilmeye çalışıldığı asimilasyonist bir siyaset izlenmiştir.


“Türk Modernleşmesi”nde Vatan Algısı

“Tarihsiz coğrafya hareketsiz bir cesede, coğrafyasız tarih vatansız bir serseriye benzer” [Sırrı Erinç]

Osmanlı imparatorluğunun topraklarını bir arada tutan unsurların ortak kültür veya bir aidiyet bağı olmasından ziyade padişaha duyulan sadakat oluşturuyordu. Toprak padişahın mutlak mülküydü. Osmanlı topraklarını betimleyen haritalarda Lazistan, Ermenistan, Kürdistan gibi kavim adlarına bölünmüş bölgelere rastlamak mümkündü. Vatan kavramının devlet tarafından belirli bir aidiyeti sembolleştiren şekilde ortaya çıkması ilk kez Tanzimat’tan sonra İkinci Abdülhamit döneminde rastlanmaktadır. Anadolu topraklarının Türklerin vatanı olarak tasavvur edilmesi bu dönemde başlamıştır. Dolaysıyla Anadolu Türklüğünün Kemalizm tarafından icat edilmediğini bu fikrin kökeninin Osmanlı’nın son dönemindeki Türkçü akımlara dayandığını söyleyebiliriz. Yani Anadolu ve Orta Asya algısı Türkçü fikriyat ile başlayan ve Kemalizm ile olgunlaşan bir fikirdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde kaybedilen toprakların yarattığı savunmacı refleks sonucunda ‘İttihat ve Terakki’ kadroları vatan kavramına militarist anlamlar yükleyerek, vatanı ordu tarafından himaye edilen kutsal bir emanet haline getirmişlerdir. Bu algı Cumhuriyet döneminde de güçlü bir şekilde varlığını korumuş, Türk ulusçuluğunda “asker-millet” mitosu merkezi bir rol oynamıştır. Türk modernleşmesi, “ulusun hizmetinde bir ordu değil, ordunun hizmetinde bir ulus” kurgusu üzerine bina edilmiş, vatan kavramı da, ideolojik mekânsallık, militer ve savunmacı bir anlam dünyası içine yerleştirilmiştir. Pantürkizm’in hezimeti ve Anadolu’nun işgali sonrasında çarpışan vatan imgeleri ortaya çıkmış, 1920’lerden itibaren Kemalist hareket İttihatçı siyasetin pan-türkçü vatan tahayyülüne sırtını dönerek Anadolu’ya odaklanan bir ulusal siyaset izlemiştir. Kısacası “Büyük Türkçülük” kaybederken, “Küçük Türkçülük” kazanmıştır. Milli mücadele dönemi boyunca gelişen bölgesel direnişler ortak bir vatan bilincinden bağımsız olarak gelişen, din veya kültürel unsurların kaynaklık ettiği yerel hareketlerdi. Milli mücadele dönemini belgeleyen metinlerde vatanın “Türklük” paydasından çok “anasır-ı İslamiye” paydası altında tanımlandığını görürüz. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte çeşitli etnik, kültürel ve dini topluluğun var ettiği bir Anadolu kimliği yerine Misakı Milli sınırları olarak bilinen homojen bir “Türk vatanı” tasavvuru hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Sevr antlaşmasının tetiklediği “bölünme” fobisi, savunmacı, milliyetçi ve monoblok bir Müslüman-Türk kimliğine dayalı militarist bir vatan algısı üretilmiştir. Türkiye’de mekânın uluslaşması adına izlenen siyaset; gayrimüslimleri disimilasyonist yöntemlerle vatanın dışına sürmüş (nüfus mübadelesi, zorla göç ettirme, soykırımlar), Kürtler, Çerkezler, Lazlar gibi Müslüman topluluklar da asimilasyonist yöntemlerle vatana dâhil edilmeye çalışılmıştır. Hasan Ali Yücel başkanlığında yapılan 1. Coğrafya Kongresinde (1941) ülke yedi bölgeye bölünmüş ve “Türk realitesine” uymayan yer adlarının ayıklanması veya dönüştürülmesi kararı alınmıştır. Anadolu’yu Türkleştirmenin bir parçası olarak Kürtçe, Ermenice, Rumca, İbranice, Süryanice vb. dillerdeki yer isimleri coğrafyadan silinerek Türkçeleştirilmiştir. Ayrıca uygulanan iskân kanunlarıyla Kürtlerin bir bölümü zorla Türk bölgelerine yerleştirilmiş ve kimi Türk boyları da Kürdistan’a yerleştirilerek Anadolu’nun Türkleştirilmesi adına her türlü asimilasyon politikası denenmiştir. Yani iç mekânın vatanlaşması, belli bir ulusal aidiyet kimliğinin üretilmesi ve sınır bilincinin yaratılması eşliğinde gerçekleşmiştir. Özetle “Türk Modernleşmesi”nin politik tahayyülünde; “devlet vatanın bütünlüğünü garanti altına alan bir aktör, vatan iç ve dış düşmanlara karşı korunan bir hâkimiyet alanı, ulus ise “makbul vatandaş”lardan oluşan ve asli etnik unsura ait olan bir kolektivitedir”[4].

Cumhuriyet tarihi boyunca yekpare bir vatan algısı olmadığını, belli dönemlerle sınırlı vatan imgelerinin ön plana çıktığını ve farklı siyasi akımların, edebi ekollerin temsil ettiği hümanist, milliyetçi, halkçı, islamcı, kültürcü vatan algıları arasındaki çatışma ve gerilimlerin bugüne dek varlığını koruduğunu söylemek mümkün. Örneğin “Ziya Gökalp için “Anavatan ulusal kültür demektir”. Gökalp’in fikirlerinde Turan ideali bir siyasi proje olmaktan çok romantik bir idealdir. Gökalp’in sentezinde üç farklı mekânın iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Birincisi Dil-kültür üzerinden kurulan düzlemde milli vatan (anavatan), ikincisi Örf-maneviyat-hars ve din üzerinden kurulan düzlemde Müslüman milletlerin yurdu anlamında ümmetin vatanı, üçüncüsü iktisat ve Batı tipi gelişmiş bir pazar ekonomisinin uyumunu kurmak anlamında iktisadi vatan. Bu üç vatan tarifi Gökalp’in içtimai mefkürecilik olarak adlandırdığı sentezin üç temel bileşenine denk düşmektedir: Kültürel Türkçülük (millet), İslami-tasavvufi ahlak (ümmet), modern Avrupa korporatizmi (devlet)”[5]. Cumhuriyet tarihinin bir diğer önemli ideoloğu olan Fuat Köprülü’ye göre Türklüğün yurt sınırları ırk temelli olup “İstanbul’dan Kaşgar’a” kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Halide Edip Adıvar’da görece halkçı bir damar ön planda Adıvar’a göre de “Türklerin ulusal mekânı” yardım bekleyen Anadolu köyleridir. İslamcı Anadoluculuğu savunan Nurettin Topçu ve etnik Anadoluculuğu savunan Oğuz Arık’ta Anadolu, ulusal ruhun mekânıdır. Türkçü ve islamcı Anadoluculukların ortak noktası Türk ulusal tarihini 1071 Malazgirt zaferiyle başlatmalarıdır. Nurettin Topçu’ya göre “Anadolu’nun coğrafyadan vatana dönüşmesi İslam ile olmuştur, Türk eliyle İslam’ın ruhu Anadolu’da parlamadan önce burasının tarihi bir talan tarihidir”. 1960’lardan sonra gelişen ve temsilciliğini Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat’ın yaptığı “Mavi Anadoluculuk” olarak bilinen akıma göre Anadolu tüm uygarlıkların beşiği ve kaynağıdır. “Tüm medeniyetler buradan doğmuş ve yükselmiştir. Bu yaklaşıma göre vatancılık Cumhuriyet ile başlamıştır. Bu yüzden Mavi Anadolucular kimlik inşasında İslam inancını yok sayarak kadim Anadolu medeniyetlerine (Grek ve Roma mirası) ağırlık vermişlerdir. Bunun yanında Ege’nin tarihsel geçmişinden yola çıkarak Batılılaşmanın aslında öze dönmek olduğunu çünkü Batı uygarlığı kaynağının da Anadolu olduğunu savunmuşlardır”[6].


“Kartografik Endişe”

Türkiye’de resmi müfredatın okuttuğu coğrafya kitaplarında Türkiye sürekli “topraklarında komşuların gözü olan bir ülke” olarak tasvir edilmiştir. Batıda Yunanlılar doğuda ise “bizi arkadan hançerleyen Araplar” ve Ermeniler bu “kartografik endişe”nin kaynağı olarak kodlanmıştır. Vatan imgesinin temel içeriğini, Osmanlı topraklarının dağılmasıyla başlayan, Cumhuriyete miras kalan ve günümüze dek gelen bu “kartografik endişe” oluşturmuştur. Türk ulusçuluğunun tarihsel algısına göre komşu ülkeler hep daha “büyük” olmak arzusu peşindedirler. Zaman zaman medyada yer alan “Büyük Yunanistan”, “Büyük Ermenistan” ve “Kürdistan”ı gösteren, çeşitli renklere bölünmüş Türkiye haritaları ve sürekli kaşınan “Sevr sendromu” bu endişeyi beslemeye devam etmektedir. 1990’lardan itibaren Kürt hareketinin kitlesel bir güç haline gelerek, varlığını ve taleplerini meşrulaştıran bir konum kazanması “bölünme” paranoyasını derinleştiren, “kartografik endişe”leri büyüten bir rol oynadı. Dış mihrakların Kürtleri maşa olarak kullanarak vatan topraklarını bölmeye çalıştığı söylemi, verili vatan algısını şekillendiren en baskın bileşen haline gelmeye başladı. Ayrıca Kürt hareketinin İran, Irak ve Suriye topraklarında örgütlenen bir hareket olması bu ülkelere yönelik endişeleri arttıran ve milliyetçi öfkeyi bileyen bir gerekçe de oluşturmaktadır. Günümüzde eşitlik ve özgürlük iddiası taşıyan her politik hareketin, toprağı “devlet eliyle inşa edilen etnik zemin”lerden temizlemeyi, coğrafyayı ulusun siyasal mülkü olmaktan çıkarmayı göze alması gerekmektedir. Vatanın dikenli sınırlarına takılan her özgürlük veya bağımsızlık tahayyülünün, yeni dikenli sınırlar çizmesi kaçınılmazdır.


Dipnotlar

[1] Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, İletişim Yayınları, s.36

[2] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yayınları, s. 15-22

[3] Sezgi Durgun, s. 64-66-70

[4] Sezgi, a.g.e. , s. 155

[5] Sezgi, a.g.e. , s. 105

[6] Sezgi, a.g.e. , s. 209