2 Mart 2012 Cuma

Ortadoğu’da Bir Karşı-Şiddet Pratiği: PKK

Şiddetin Anti-Sömürgeci Yansımaları

“Şiddet kusursuz bir meditasyon olarak görülebilir. Sömürgeleştirilmiş insan şiddette ve şiddet aracılığıyla özgürleşir. Bu praksis militanı aydınlatır, çünkü ona araçları ve amacı gösterir” [Frantz Fanon]

15 Ağustos 1984 tarihi, Kürtlerin yenilgilerle ve katliamlarla yüklü tarihinde devrimin başlama vuruşu kabul edilmektedir. Devlet şiddetinin imha edici sınırlara varıp her türlü siyasal kanalı tıkadığı 1980’lerin ortasında Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla varlığını duyuran PKK, Kürtlerin tarihinde yeni bir özgürlük sayfasının açılmasını müjdeliyordu. Kürdün bitmeyen karanlık gecesi sona ermişti. “Devletler Arası Sömürge” olarak kabul edilen bir coğrafyanın kurtuluşunun ancak “tarihte zorun rolü”yle mümkün olduğuna karar verilmişti. Şiddet, sömürge bir toplumun bağrından bağımsız ve özgür bir toplumu doğuracak “devrimci ebe” olarak selamlanmıştı. Eleştirinin silahları yerini silahların eleştirisine bırakmak zorunda kalmıştı. Aristokratların, dini liderlerin ve küçük burjuvaların öncülük ettiği yarım kalmış özgürlük rüyası, uzun süreli gerilla savaşıyla tamamlanacaktı. Öncü kadroların ülke topraklarının dışına çıkarak hareketi başka topraklarda inşa etmek stratejisi, hareketin tarihinde bir dönüm noktası, kilit öneme sahip en keskin öngörü olarak kabul edilmektedir. Hareketin güçlü bir toplumsal omurga oluşturması ve halk içinde kök salması genel itibariyle iki toplumsal olguya dayandırılmaktadır: Birincisi hareketin Kürdistan’da en alttaki sınıflara yani mülkiyetsiz ve iktidarsız çoğunluğa yaslanması, ikincisi ise hareketin silahlı mücadeleyi kararlı bir şekilde yürüterek kökleşmiş “devlet korkusu”nu yıkmayı başarması ve devlet iktidarıyla hesaplaşabilecek bir “karşı-iktidar” potansiyeline sahip olduğunu fiili olarak göstermesidir. Hareketin çıkış dönemlerinde sınıf temelli bir politikayı vurgulaması ve kadının kurtuluşuna yönelik çağrıları, hareketin özellikle topraksız köylüler, Türkiye metropollerine savrulmuş işçiler, işsizler ve yerel tahakkümün en büyük mağduru konumunda olan kadınlar arasında sempati halesinin genişlemesine ve bu kesimlerden koşulsuz destek bulmasına kaynaklık etmiştir. Hareketin içine doğduğu zamanların muhalif ruhu, kapitalizmin ve devletçi sol siyasetlerin kirli döşeğinde can çekişiyordu. Sosyalizmin küresel bir güç olarak siyaset sahnesinden çekildiği, anti-sömürgeci mücadeleler döneminin kapandığı, Türkiye’deki sol hareketlerin üzerinden 12 Eylül silindirinin geçtiği ölü zamanlardı. Ortadoğu’nun şiddet çölünde el yordamıyla yön bulmaktan başka çare görünmüyordu. Maocu gerilla stratejisiyle Kürdistan’da sömürgeci tahakkümün en zayıf halkası olarak kabul edilen kırlardan başlayarak kentleri kuşatmak silahlı mücadelenin temel hedefini oluşturmaktaydı. “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” ideali namlunun ucundaki zafere bağlıydı. Bunun yolu da sıkı bir disipline dayalı, uzun süreli halk savaşından geçmekteydi. Yani Ortadoğu’nun şiddet çölünde, özgürlük tohumlarının filizlenmesinin kan sularını gerektirdiği anlamına geliyordu.

Sosyalizmin ulusal sorunların çözümüne yönelik literatürü ve anti-sömürgeci mücadelelerin tarihsel deneyimlerinin PKK’nin şekillenme koşulları ve ideolojik yönelimi üzerindeki etkisi belirgin olsa da özellikle Anti-sömürgeci mücadelelerin siyahî peygamberi Frantz Fanon’un radikal şiddet tezleri hareketi derinden etkileyen, hareketin çözümleme diline baskın rengini veren en önemli tezlerdi. Fanon’u Kürtler açısından önemli kılan temel özellik, Fanon’un klasik Marksist kuramcılar gibi sömürgeciliğin sadece ekonomik analiziyle yetinmeyip, sömürgeciliğin kültürel yapılar ve sömürge kişiliği üzerinde yarattığı yıkıcı etkileri analiz etmeye odaklanmasıydı. Fanon, sömürge insanına seslenen bir kurtuluş çağrısı, bir özgürlük çığlıydı. Fanon’un metinlerini, “Zenci” sözcüğünün yerine “Kürt” sözcüğünü yazarak okumak, metinlerin Kürdistan özgülündeki güncelliğinden, isabetli çözümlemeler olma özelliğinden hiçbir şey yitirmemesi anlamına geliyordu. Zaman içinde Kürtlerin Sarı Fanon’u olarak kabul görecek İsmail Beşikçi Hoca, bu Fanonyan tezleri Kürt kişiliğine ve kültürüne uyarlamada saygın bir yere sahip olacaktı. Hareketi Fanoncu bir izlekten okumanın hareketi anlama yollarını çoğaltacağı kanısındayım. Çünkü Fanon’un yeni insanı yaratmaya ve şiddete yüklediği mesiyanik anlamlar, Kürt militanın kulağında büyülü bir yankı gibi çınlıyordu. “Şiddet bireysel düzeyde temizleyici bir güçtür. Sömürge insanını aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve pasiflikten kurtarır, ona cesaretini ve özgüvenini yeniden kazandırır.”[1] Askeri kışlaların, polis karakollarının tüm toprakları parsellediği bir dünyada düşman hedefleri saptamak ve halkı o hedeflere karşı mobilize etmek hiçte zor değildi. Kısacası “sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır. Ayrım çizgisi, hudut, kışla ve karakollarla temsil edilir. Sömürgelerde, sömürgeleştirilenin resmi ve kurumsal muhatabı, sömürgecinin ve baskı rejiminin sözcüsü polis ve ordudur.”[2] Yıllarca her türlü ayrımcı politikaya maruz kalmış, her hak talebi devletin çamurlu postalı altında ezilmiş, köy meydanlarında bok yedirilmiş bir halkın efendilerine şükran duyması beklenemezdi. Sömürge insanının öğrendiği ilk ders, kendi yerini bilmesi ve sınırları aşmaması gerektiğidir. Ayrıca geçmişte bozguna uğramış isyancıların direniş hikâyeleri, isyan liderlerinin uğradıkları zulümler kulaktan kulağa dolaşarak köy halkının yorgun belleğinde tüm canlılığını koruyordu. Baskılar sonucunda kaslarda biriken hınç, toplumsal uyanışın başlayacağı günü beklemekteydi. Kaslarda biriken gerilim o güne dek aşiretler arası çatışmalarda zaman zaman boşalsa da, öfkenin kızgın bir sel haline gelmesi ulusal mücadeleyle mümkün olacaktı. Anti-sömürgeci şiddet, bir anlamda yerel ihtilafları bitmesi ve toplumun bütün gruplarının birleşerek bir halkı ayağa kaldırması demekti. Fanon’un dikkat çektiği gibi “Baskı bırakın ivmeyi durdurmayı, ulusal bilincin gelişimini iyice artırır. Ulusal bilinç embriyon düzeyine ulaştığı andan itibaren ezenle ezilen arasında tek çözümün şiddet olduğunu gösteren kan banyosu bu bilinci pekiştirir.”[3] Ancak hareketin şiddet felsefesi basit bir şekilde efendinin yerine yerliyi ikame etmek değildi. Sömürgeci kirlerden, kölelik paslarından arınmış, özgür toplumu yaratacak özgür bireyi ortaya çıkartmaktı. “İlk kurşun” sadece sömürgeciye değil aynı zamanda sömürge insanın itaatkâr ve korkak ruhuna da sıkılmıştı. Devrim, eski sömürge insanının intiharı, yeni insanın doğum şafağı demekti. Kendini sürekli sömürgecinin yerinde hayal eden, aşağılık kompleksinin tüm benliğini kemirdiği, köklerine yönelik nefretle dolu sömürge insanının ruhu şiddetin kor ateşinde yıkanmaktaydı. Tarihin belki de en sabit, coğrafyadan coğrafyaya çok az değişen kategorilerinin başında sömürgeci iktidarların sömürge insanına yönelik kategorileri gelmektedir. Beyaz sömürgecilerin siyah derili insana yönelik ırkçı tasnifleri, aşağılayıcı sıfatları bu topraklarda yaşayan ‘biz’lerin kulağına fazlasıyla aşina gelecektir. “Bu nüfus patlaması, histerik yığınlar, insanlığın esamesinin okunmadığı bu yüzler, hiçbir şeye benzemeyen bu kara bedenler, başı sonu olmayan bu yığın, kimsenin değilmiş gibi görünen bu çocuklar, güneşin altına yayılmış bu tembellik, bu bitkisel ritim, bütün bunlar sömürge sözlüğünün parçasıdır.”[4] Öcalan’ın imzasını taşıyan “Kürdistan’da Kişilik Sorunu” adlı kitapçık bölgesel özgünlükler gösteren kişilik yapılarına tutulan anti-sömürgeci bir aynaydı. Yani içselleştirilmiş sömürgeci kategorilerin keskin bir çözümlemesiydi. “Kişilik çözümlemesi” argümanı hareketin vazgeçilmez eleştirel yöntemlerinden biri olarak bugün de tüm kadroların eğitim çalışmalarında varlığını sürdürmektedir. Yoğunlaştırılmış eğitim süreçlerinde hâkim sınıfların ve sömürgeci tedrisatın kişilikler üzerindeki olumsuz etkilerine odaklanmak, yeni insan tipini yaratmanın temeli olarak görülmektedir. Kürt silahlı direnişinin uzun erimli mücadele tarihi, hareketin başlangıç aşamasında öngördüğü toplumsal hedefleri gerçekleştirmeyi elbette sağlayamadı. Ancak, Ağa, Şeyh, Devlet ve Erkeğin Kürdistan coğrafyasında kurduğu geleneksel tahakküm ilişkilerinin sarsılması, kolektif kimliğin inşası, özyönetim kültürünün gelişmesi, kadının feodal çitleri yıkması, hiç-kimse olan insanların politik öznelere dönüşmesi, ölüm döşeğindeki bir dillin ve kültürün diriltilmesi ve direniş kültürünün çağdaş özgürlükçü damarlarla buluşması mücadelenin anti-sömürgeci hanesine yansıyan kazançlar olarak görülebilinir. Kısacası PKK, Kürdistan’daki kolektif iktidarsızlığın yok olması anlamına gelmektedir.


Her Devrimin Çocuklarını Yeme Alışkanlığı

“Özgürlük için savaş, özgür olmayan bir yapılanmada özgür olunmaksızın yürütülemez” [Helmut Pohl – RAF]

Silahlı mücadelenin güçlü katılımlarla büyüyüp devasa bir siyasal organizasyonuna dönüşmesi, Leninist parti modelinin getirdiği katı hiyerarşi, kanatlı yılanın kendi kuyruğunu ısırması misali şiddetin zamanla “içeriye” dönmesine ve parti içinde iktidar savaşlarının, iç infazların baş göstermesine yol açacaktı. Abdullah Öcalan’ın güçlü liderlik kültü ve “kutsal” siyasal idealler etrafında örülmüş otoriter örgüt yapısı, her eleştirel düşünceyi veya karşı çıkışı kolayca sapma veya hainlik olarak değerlendirip, örgüt içi infazlarla sonuçlanan yaptırımlar uygulayabilmekteydi. Savaşçı kadro sayısının ve bölgedeki örgütlenme sahalarının genişlemesi, hareketin merkezi denetim gücünü zayıflatmaktaydı. Bunun doğal sonucu olarak belli olayların veya kişilerin sebep olduğu örgüt kazalarını sağlıklı bir şekilde analiz etmek gittikçe zorlaşmaktaydı. Belli coğrafik sahaların askeri temsilciliğine atanan “bölge sorumlusu” konumundaki kimi komutanların keyfi ve yetersiz uygulamaları, aşiretler arası husumetlere kimi kadroların aşiret kimliklerinden kaynaklı taraflı müdahaleleri, örgütün lojistik ve yerel bilgi kaynakları olan halk milislerinin yanlış bilgi ve yönlendirmeleri, liderlik kurumunun iktidarına yönelik tehditler paranoyası, adaletsiz vergi toplamalarına yönelik hoşnutsuzluklar, yıllarca bastırılmış ve hırpalanmış benliklerde şiddetin yarattığı narsizm, “kurban” bilançosunu katmerleyen sebepler olacaktı. Ayrıca örgütlenme ilişkilerinin kitselleşip akışkan hale gelmesi, kimliği ve amacı belirsiz bir sürü insanın harekete sızmasını kolaylaştırıyordu. Bu da belli istihbarat birimlerine veya bazı derin odaklara mensup şahısların örgüt yapısına sızarak, örgütün politik çizgisiyle örtüşmeyen bir dizi “karanlık” faaliyete bulaşmalarına, örgüt içi ihtilafları körükleyip örgüt içi çatışmalara dönüştürmelerine zemin hazırlamaktaydı. Kısacası devrimin kanlı değirmeni bazen de öz çocuklarını öğütmek için dönmektedir. Ortadoğu çölündeki şiddet anaforu isimsiz kahramanları içine çektiği gibi dokunulmaz efsane komutanlar da beklenmedik şiddet dalgalarından fazlasıyla nasibini almaktaydı. “Her devrim önce kendi çocuklarını yer” sözü, Kürdistan devriminde de sağlaması yapılmış bir “söz”dür.


Şiddetin Sömürgeci Yansımaları

“Sömürgecilik ne düşünen bir makine ne de muhakeme yeteneği olan bir bedendir. Sömürgecilik çıplak şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğer” [Frantz Fanon]

Kürt hareketi Türk devletinin kimyasını bozduğu gibi, Kemalist egemenlik paradigmasının da iflas etme bayrağı oldu. PKK’nin uzun süreli silahlı direnişi, devletin yönetememe krizini derinleştiren, savaş süresince kurulan bütün hükümetlerin siyasal meşruluğunu aşındıran ve devlet içinde bir dizi derin iktidar odağının da oluşma ve çatışma sebebi oldu. Devlet şiddetinin dayanılmaz sonucu olarak doğan PKK şiddeti, aynı zamanda daha azgın bir devlet şiddetinin de açığa çıkma sebebi olmuştur. “Balığı yakalayamıyorsan bari denizi kurut” politikası doksanların başından itibaren Kürdistan’daki devlet politikalarının temel kalkış noktası olmuştur. Devletin yönetememe krizinin derinleşmesi ve güvenlik politikasıyla sonuç alma süresinin uzaması Kürdistan’da “istisna hali”nin kural haline geldiği, hukukun ve her türlü insan hakkının askıya alındığı faşizan politikaların da miladı oldu. Agamben’e göre istisna hali kavramı, siyasal belirsizlik veya iktidarların yönetememe krizleri durumunda, siyasal düzenin devamının sağlanması adına hukukun kendini askıya almasıdır. İstisna kural haline geldiğinde, araç artık işleyemez ve hukuki-siyasal sistem ölümcül bir makinaya dönüşür. “Modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla, yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak ta tanımlanabilir.”[5] Kürtlerin yaşadığı bölgede “teröre karşı mücadele” adı altında uygulanan “Olağanüstü Hal Rejimi“ devlet şiddetinin zincirlerinden boşalması, bölgenin bir nevi toplama kampına dönüştürülmesiyle sonuçlandı. “Olağanüstü Hal” statüsünün, bölgede her türlü yasasızlığın kol gezmesi, faili meçhul cinayetler, yakılan ve boşaltılan köyler, mayınlı tarlalar, asit kuyuları, gözaltındaki tecavüz ve işkenceler, koruculuk sistemi, silah kaçakçılığı, uyuşturucu sevkiyatı anlamına geldiğini zamanla öğrenmiş olacaktık. “Olağanüstü Hal”, bu ülkede Kürdün azıttığı zamanlarda iktidarın yatağı altından çıkardığı sopanın adıydı. O sopanın yerine konulduğu bir dönemin olup olmadığı da aslında tartışma konusudur. Bugünler de kılıcı yere düşmüş, bütün kirli çamaşırları muhafazakârların şeridine serilmiş muzaffer ordunun, rejimin gerçek sahibi olma meşruluğunu yitirmesi, vesayet rejiminde gediklerin oluşması sanıldığı gibi muhafazakâr-demokratların bir başarısı değil, yıllardır süren iç savaşın durdurulamaz etkilerinin kaçınılmaz bir sonucudur.

Kürt silahlı direnişi, aynı zamanda egemen ulus kimliğinin çatırdaması, tüm eşitsizliklerin ve ayrımcılıkların üstünü örtmeyi başaran resmi ideolojinin çözülmesi anlamına geliyordu. Kürt hareketi ulus-çözücü bir muhalefet dinamiğiydi. Hareketin lokal bir isyan olmaktan çıkıp Türkiye’nin tüm bölgelerine yayılan bir çatışma ve hak arama mücadelesine dönüşmesi, cumhuriyet tarihi boyunca Türk kimliği dairesi içinde tarif edilen Kürtleri, muktedirlerin dilinde “Müstakbel Türk’ten, Sözde Vatandaşa” terfi edecekti. “Kürt meselesi ciddileştikçe köktenci milliyetçiliğin ‘Türklüğe geri kazandırma’ fikrini takip etmesi giderek güçleşti. Bu durumda, köktenci milliyetçilik-çe bir yerlerde hep muhafaza edilen ‘toptancı’ algıya gün doğdu. Köktenci milliyetçilik, artık Kürt kimliğinin inkârından, düşmanlaştırıcı bir “ikrara” geçebilirdi.”[6] Milliyetçi parti ve hareketlerin can simidi haline gelen iç savaş, kış uykusuna yatmış milliyetçi, ırkçı ve ayrımcı duyguların hortlaması, faşist seferberlik ruhunun altın baharını yaşaması demekti. Türkiye’deki iç savaş, ırkçı histerinin ülke sathına yayılarak linç, mekân yakma, yağmalama eylemlerine dönüşmesinin de giderek bahanesi haline gelecekti. Türk milliyetçiliğinin gerçek ötekisi Kürtler’di artık. Kürdistan’ın insan yapımı bir cehenneme dönüştürülmesiyle başlayan yoğun iç göç, metropollerde Kürt kimliğiyle karşılaşmayı ve yüzleşmeyi yaratacak, bu da egemen Türk’ün kolektif bilinçaltındaki Kürt imgesinin bütün suretleriyle gün yüzüne çıkmasını sağlayacaktı. Kürtlerin, Türklerin yaşam alanlarının kalıcı sakinleri haline gelmesi, her hürlü toplumsal kötülüğün ve geriliğin kaynağı olarak Kürtleri gören, kentlerdeki haksız kazanç ve gayri-meşru tüm işlerin müsebbibi olarak Kürtleri işaret eden, kriminalize edilmiş bir Kürt kimliğinin de üretilmesini doğuracaktı. “Türklerin yaşam alanını daraltan bir tehdit olarak algılanan bu Kürt ‘yayılma ve güçlenmesi’[7] fikri, kentlerin periferisinde sefil hayatlar süren itaatkâr Kürtlerin zamanla iş dünyasında, sinema ve müzik sektöründe, medyada giderek görünür hale gelmesine yönelik endişe ve öfkelerin aleni bir şekilde ifade bulmasıydı. Kirli, çirkin, aksanlı konuşan bu insanlıktan az nasiplenmiş insan güruhunun güçlü, üreten, özür dilemeyen, mihnetsiz insan figürlerine dönüşmüş olması eski efendileri çileden çıkarıyordu. “O masum ve namuslu doğulu kardeşleri”ni temelli yitirmiş olmanın üzüntüsü, Kürt kaynaklı her vakada ırkçılığın ve ayrımcılığın azgın sularının sürekli kabarmasına yol açacaktı. Oysa Sartre’nin, sömürgeci beyaz ırkın mensuplarına sorduğu soruları Türk egemen kimliğine mensup milliyetçi insanların kendilerine sormasının tam vaktiydi. “Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman, ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine basarak önlerinde secdeye vardırdığı bu insanlar başlarını yerden kaldırdıkları zaman, onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık parıltısı mı?”[8]. Milliyetçi ve Kemalist ideolojilerin bölgedeki iflası yani “Türklüğe geri kazandırma” rolünü tamamen yitirmeleri, iktidarın yeni Truva atı olan İslamcı cemaatlerin devreye girmesini sağladı. Devletin desteğiyle gittikçe palazlanan ve devlet içinde gizli bir iktidar ortağı haline gelen Fetullah Gülen Cemaati, devletin bölgedeki son asimilasyon umududur.

Kürt hareketi, Türkiye Solu’ndaki ayrışma ve bölünmelerin de temel ekseni oldu. Kürt sorunun varlığı ve Kürt hareketine yönelik yaklaşımlar solun genel itibariyle üç temel kümeye ayrılmasına yol açtı. Kemalizm’le gizli flörtünü sürdüren sol akım veya partilerin önemli bir bölümü ulusalcı bir sol çizgiye evrilerek tüm siyasal motivasyonlarını Kürt ve İslamcı karşıtlığına dayalı bir politikaya harcamaya başladılar. İkinci kümeye dâhil olan solda, liberal aydınlarla birlikte AKP hükümetinin iktidarı restore edecek reformlarına bel bağlayarak, bütün değişim umutlarını liberal İslamcılara havale etmiş durumda. Solun belli radikal geleneklerinden gelen kimi aydın ve örgütlerde Kürt hareketinin mücadele menzilinde yürümeye, Kürt hareketinin örgütlenme ve yenilenme modelinden esinlenmeye, ortak platformlarda belli hedefler birliği doğrultusunda müttefik bir güç olmaya çalışmaktadır.


Şiddetin Analizi

“Erk sahiplerinin şiddeti karşı şiddetten, yani zulme, sömürüye ve imhaya karşı kendini savunanların şiddetinden kesin olarak ayırt edilmek zorundadır. Bu isyanların şiddeti; şiddete başvuran bir siyasi direniştir. Hedefi, erki boşa çıkarmaktır” [Michael Brie]

İktidarların kurumsallaşmış şiddetiyle, ezilenlerin varolmak ve belli eşitsizlikleri, adaletsizlikleri görünür kılmak, ortadan kaldırmak adına uygulamak zorunda kaldıkları karşı-şiddet arasındaki kalın fark Türkiye’deki muhalif politik pozisyonlar arasındaki uzlaşmaz farkların da temelini oluşturmaktadır. Ezilenlerin şiddeti, yasa-koyucu devlet şiddetine karşı bir anlamda Walter Benjamin’in “ilahi şiddeti”dir. Benjamin’e göre “Hukuk kurma, şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız değildir; şiddete bağlı bir amacı zorunlu biçimde ve içrek olarak, iktidar adı altında hukuk biçiminde ortaya koyar, dar anlamda doğrudan hukuk kurucu şiddete dönüştürür. Hukuk kurmak, iktidar kurmaktır, bu anlamda şiddetin dolaysız tezahür ediş eylemidir. Adalet ilahi amacın ilkesiyken, iktidar mitik hukuk kurma ilkesidir”[9]. Ezilenlerin devlete karşı giriştiği eylem biçimi savaştan çok bir kavga niteliğindedir. Deleuze'ün diliyle ifade edecek olursak kavga burada bir "yok etme istencine" değil, "kuvveti kuvvetle tamamlayan ve ele geçirdiği kuvveti zenginleştiren bir yaşamsallığa gönderme yapmaktadır. Foti Benlisoy “Şiddet ve Kolaycılık” başlıklı makalesinde, yapısallaşmış, kurumsallaşmış tahakküm ve sömürü odaklarının uyguladığı şiddetle bu şiddete maruz kalanların uyguladığı karşı-şiddetin aynı ahlâkî standartlarla değerlendirilemeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır. “Daha “politik” bir dille ifade edersek, yapısallaşmış, kurumsallaşmış tahakküm ve sömürü odaklarının uyguladığı şiddetle bu şiddete maruz kalanların uyguladığı karşı-şiddet aynı ahlaki standartlarla değerlendirilebilir mi? Şiddetin kategorik olarak kötü olduğu ve “nerden gelirse gelsin” kınanması gerektiğine ilişkin tutum, bu tarz soruları yok sayarak toplumsal çelişki ve mücadeleleri silikleştirmekte, tarafları bulanıklaştırmakta ve dolaysıyla bu mücadeleler içerisinde taraf tutmayı, etik bir pozisyon almayı engellemektedir. Dahası, “nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak, tümcesi ile özetlenen tutum, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örtmekte ve dolaysıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsaymaktadır. Bu eşdeğerlik bağlamında söz konusu tutum bizi toplumsal mücadele ve çatışmalarda etik ve politik bir tavır almaktan alıkoyacak ahlaki bir mutlakçılığa ve dolaysıyla kolaycılığa mahkûm edebilir. Dolaysıyla “ilkesel” şiddet karşıtlığı bütün etik görünümüne rağmen içerik itibariyle rahatlıkla ahlak dışı olabilir.”[10] Ezilenlerin karşı-şiddetini “terörist” kavramıyla gayrimeşru bir şiddet türü olarak kriminalize etmek bütün egemen iktidarların ortak özelliklerinden biri olagelmiştir. Ne zaman birileri devlet terörüne, faşizme, sömürgeci işgale karşı mücadele yürütse daima “terörist” veya “terörizm” terimleriyle damgalanmıştır. Yani terörist hâkim iktidarlar açısından her zaman ötekidir. Oysa “terörist resmen tanınmaya hakkı olmayan rakiptir. O, devletin elinden ‘meşru fiziksel şiddet tekeli’ni almaya çalışandır”[11] Baudrillard’a göre terör, “kaza sonucu ölümü ortadan kaldırıp yerine sistematik ve örgütlenmiş ölümü koyan devletin, en yüksek aşamasıdır. “Terörizm” terimi, günümüzde gerek emperyal güçlerin küresel hegemonyasının meşrulaştırılmasında gerekse yerel direniş mücadelelerini etkisiz kılmakta sıkça başvurulan kullanışlı terimlerden biri olmuştur. Demokrasi veya insan haklarını korumak adı altında işgal edilen ülkelerin veya bastırılan özgürlük mücadelelerinin temel gerekçesini terörizme veya teröristlere yönelik operasyonların gerekliliği oluşturmaktadır. Bu da devlet şiddetinin ürünü olan; bombalanan kentleri, boşaltılan köyleri, gözaltında veya özel hapishanelerde uygulanan işkenceleri, tecavüz edilen kadınları, savaş için harcanan kaynakları ve yok edilen doğayı tartışılmaz ve görünülmez kılmaktadır. Yirminci yüzyıl boyunca, devletlerin sorumluluğu altındaki savaşlarda veya olaylarda en az 160 milyon savunmasız insanın öldürüldüğü istatistiği, kimin terörist veya sorgulanması gereken asıl şiddet kaynağının neresi olduğu sorusuna sanırım yeterli bir cevap sunmaktadır. Ancak devletin örgütlenme formunu veya yönetim mantığını kesintiye uğratan bir şiddet eyleminin özgürleşme imkânlarını çoğaltması devleti işlevsiz kılan ilişki formlarını yaratmasıyla mümkündür. Devleti ve diğer yerleşik düzenleri en çok tehdit eden eylem, başka bir hiyerarşik yapı kurmayı reddeden ve kendisinin kodlanmasına izin vermeyen eylemdir.

Sonuç:

Gelinen aşamada Kürt siyasal hareketi, bir taraftan Kürdistan’ı komünalist bir özgürlük projesinin deneysel mekânı haline getirmek, özerk siyasal ve ekonomik alternatifler üreterek devlet merkezli siyaset anlayışından kopmanın değişim işaretlerini vermekte, diğer taraftan örgütsel şiddeti sonuna kadar kullanarak devlet iktidarına kimlik taleplerini kabul ettirmeye, tanınma siyasetinin vazgeçilmez platformu olmayı korumaya çalışmaktadır. Sivil itaatsizlik eylemleriyle, doğrudan demokrasi deneyimlerini geliştirmek ve bölgede özyönetimci bir sosyalizmi yaratmak idealiyle, militarist devlet şiddetine boyun eğdirmek ve devletle cepheden savaşmaya olduğu gibi devam etmek stratejisi artık derin bir uzlaşmazlık arz etmektedir. Kürt siyasal hareketindeki özgürlükçü yönelimle, politik aktörlerin hareket üzerindeki hegemonyası arasındaki makas gittikçe açılmaktadır. Tabandaki taleplerin hareket çizgisini ne yönde etkileyeceğini ve en önemlisi silahlı mücadelenin geleceğinin ne olacağı muhtemelen önümüzdeki bir iki yıl içinde netleşecektir. Dağ kadrolarının elindeki silahların ve bu militan kadroların yerinin ne olacağı sorusunun cevabı, bütün uzlaşı veya politik projelerin hayat bulma şanslarını belirleyen temel parametre olacaktır.


Dipnotlar:

[1] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Yayınları, s.98

[2] Yeryüzünün Lanetlileri, s.44

[3] Yeryüzünün Lanetlileri, s.76

[4] Yeryüzünün Lanetlileri, s.49

[5] Giorgio Agamben, İstisna Hali, Otonom Yayınları, s.10

[6] Mesut Yeğen, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa, İletişim Yayınları, s.140

[7] Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı – Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar, Birikim Yayınları, s.240

[8] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Versus Yayınları, s.26

[9] Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine - Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Derleyen: Aykut Çelebi, Metis, s.36

[10] Foti Benlisoy, Şiddet ve Kolaycılık, Birikim Dergisi, Sayı: 172 – Ağustos 2003

[11]Kızıl Ordu Fraksiyonu - Avrupa’da Gerilla Mücadelesi, Anne Steıner – Loic Debray, Metis Yayınları, s.147