8 Kasım 2013 Cuma

Rojava Sınırında Yükselen Duvar, Zayıflayan Sömürgeci Egemenlik - Ramazan Kaya


“Antik tapınaklar sınırları belirsiz ve başa çıkılamaz bir dünyada tanrıların eviydi. Ulus-devlet duvarları, bu anlamda siyasal egemenliğin hayaletine ev sahipliği yapan zamane tapınaklarıdır”

[Wendy Brown – Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik]


Mardin-Nusaybin ile Batı Kürdistan’daki Qamişlo kenti arasına örülme çalışmasına başlanan 7 kilometrelik duvara karşı Nusaybin belediye başkanı Ayşe Gökkan’ın başlattığı ölüm orucu ve duvara karşı yapılan kitlesel eylemler duvar inşaatını şimdilik durdurmuş görünüyor olsa da ilerleyen zamanlarda bölgedeki toplumsal muhalefetin temel gündemlerinden biri olacağı muhtemeldir. Kürdistan coğrafyasını dört parçaya bölen tel örgülerin ve yapılması planlanan duvarların hangi gelişmelerin bir sonucu ve hangi siyasal-kültürel korkuları açığa çıkardığını analiz etmeden önce dünyada yükselen duvarların genel manzarasına bir göz atmak durumu daha anlaşılır kılacaktır.


Sermaye, emek, bilgi, insan ve teknoloji akışının sınır tanımadığı, bütün kimliklerin ve sınırların geçirgenleştiği, iktidarın şebekeleşmiş, sanal ve mikro-fizik şekilde işlediği küresel kapitalizm çağında bu yükselen katı duvarlar ne anlama gelmektedir, hangi siyasal, hukuki, ekonomik koşulların veya zorunlulukların bir sonucudur? Wendy Brown’a göre: “Bugün ulus-devletlerin duvar inşa etme çılgınlığını ortaya çıkaran şey, büyük oranda devlet egemenliğinin zayıflaması, egemenliğin ulus-devletten kopmasıdır. Yeni inşa edilen duvarlar ulus-devlet egemenliğinin dirilmesinin ifadeleri değil, aşınmasının simgeleridir”.[1] Ulus-devlet egemenliğinin abartılı göstergeleri gibi görünse de, gerçekte korkuyu, kırılganlığı, belirsizliği veya istikrarsızlığı sembolize etmektedirler, egemenliğin çözüldüğüne delalet eden nitelikleri açığa vurmaktadırlar. Küreselleşme ve geç modern dönemdeki sömürgeleştirme faaliyetleriyle birlikte dizgininden boşanan bir dizi gücün hukuk ve siyasetle kontrol altına alınamadığını ve bu denetimsizlik karşısında çare olarak polisiye tedbirlere ve etrafını çevirme yöntemine başvurulduğunu gösteren bir manzaradır. Soğuk savaş döneminde liberal demokrasilerin küresel tehdit söyleminin baş sırasında oturan komünizm günümüzde yerini “aç yığınlara ve Batı değerlerine düşman kültürel-dinsel saldırılar”a bırakmış durumdadır. Liberal özgürlükler sosuna bulanmış “küresel olarak birleşmiş insan dünyası” vaadi çimento, tel örgü, gözetim ve kapatmanın norm haline geldiği bir dünyanın katı gerçekliğine toslamaktadır. Modern dönem öncesi uygarlıkların “barbar kavimler”in fetihlerine karşı çektikleri surların yerini günümüzde yoksul güneylilere ve “küresel terörizme” karşı çekilen ulusal duvarlar almıştır diyebiliriz. Güney Asya’daki ulus-devlet duvarlarının çoğunun hedefinde göçmenler varken, Ortadoğu’daki duvarların büyük kısmı güvenlik adına inşa edilmiştir. Özbekistan’ın Kırgızistan sınırındaki duvar sınır çatışmalarının sonucuyken, Fas’ta Ceuta ile Melilla arasında bulunan duvarın yapım amacı İspanyol yerleşim bölgelerinin Avrupa’ya geçmeyi amaçlayan Asyalı ve Afrikalılar için bir aktarım noktasına dönüşmesini engellemektedir. Dünyanın en çok konuşulan iki duvarından biri olan İsrail duvarı yerleşimci sömürgeciliğin bir ürünüyken, ABD-Meksika arasındaki 1350 kilometrelik devasa duvar zengin Küresel Kuzey’i yoksul Küresel Güney’den ayırmayı hedeflemektedir. 21. Yüzyılın başındaki bu duvarlar başka devlet iktidarlarından gelebilecek saldırılara karşı bir savunma amacını taşımamaktadır tam aksine siyasal egemenliğin desteğinden yoksun ulusaşırı ekonomik, toplumsal ve dini akışlara verilmiş bir tepki olarak inşa edilmişlerdir. “Ulus-aşırı terörizm” hortlağına karşı devletin ve tebaanın savunmasızlığını vurgulamak, ulus-aşırı göçü kontrol altına almak, ulusun saflığını ve sağlığını korumak, aşınmış ulusal değerleri ve egemenlik sembollerini diriltmek, eski sömürgelerden gelen yoksulların hatırlattığı sömürgeci geçmişle ve küresel tahakkümdeki rolleriyle yüzleşmeyi örtbas etmek, “dışarıdakiler”i sürekli istilacı, asalak ve Batı değerlerine düşman olarak kodlamak duvarların inşa edilme gerekçelerini meşrulaştırmaktadır. Wendy Brown, ulusal duvarların toplumsal cinsiyetle olan bağını da es geçmez. “Egemen eril devletin himayesi olmadığında, ulus savunmasız, tecavüze açık ve biçare kalır. Duvarlar eksiksiz egemen iktidar ve himaye isteğini görsel olarak tatmin eder”[2]. Dişileştirilmiş bir ulusal özne konumundan, ulusaşırı göçün yarattığı erkeklik kaybından ve iğdiş edilmiş devlet iktidarından kurtulmak” isteği duvar arzusunu güçlendiren bir başka faktördür.


Türkiye Cumhuriyeti’nin Rojava sınırına çekilmek istenen duvar şüphesiz Rojava devriminin tetiklediği korkuların ve zayıflayan sömürgeci egemenliğin bir sonucudur. Rojava devrimiyle birlikte Kürtlerin Ortadoğu’daki otonom statülerinin güçlenmesi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan topraklarının birleşme olasılığının artması ve olası bir Kürt devletinin kurulma ihtimali Kürdistanı bölen sömürgeci devletlerin teyakkuz haline geçmesini sağlamıştır. Birinci dünya savaşının sonucunda dört parçaya bölünen Kürdistan, Rojava devrimiyle birlikte belki de ilk defa örgütsel çelişkileri ve çatışmaları aşan bir ulusal birliktelik ve dayanışma ruhuna kaynaklık etmiştir. Bu dayanışma ruhu Kürt ulusal kongresiyle pekiştirilmiş, Kürt siyasal aktörlerinin bölgedeki devletler nezdinde muhatap alınma gücü ve saygınlığı gözle görünür şekilde artmıştır. Devletlerin kriminalize ettiği Kürt sorunu söylemi yerini Kürdistan sorunu söylemine bırakmak zorunda kalmıştır. Rojava devrimi, klasik bir ulusal veya bölgesel konumu ele geçirmek değildir, öz-yönetimi mümkün kılan, bütün toplumsal güçleri özgürlük için mobilize eden, kadının direniş saflarında yerini alarak söz sahibi olduğu, sömürgeci devletlerin siyasal baskısından bunalmış bütün özgürlükçü ve eşitlikçi hareketler tarafından desteklenen, Paris Komünü’yle karşılaştırılan çağdaş bir devrimdir. Ortadoğu’da devletsiz bir toplumsal organizasyonun mümkün olduğunu gösteren bir kurtuluş modelidir. Rojava devriminin niteliklerinin farkında olan bölgedeki emperyal ve sömürgeci güçler bu devrimi boğmak için bütün imkânlarını seferber etmiş, kiralık Hizbullahçı çeteler aracılığıyla savunmasız halkı katletmekten, işgal hamlelerinden geri durmamışlardır. Rojava sınırındaki tel duvar salt bir sınır duvarı ya da güvenlik bariyeri değildir, yerleşimci sömürgecilik ve işgal bağlamı içinde iş gören bir ayırma ve tahakküm teknolojisidir, sömürgeci egemenliğini yitirmiş bir devletin imgesini canlı tutma çabasından ibarettir. Erken modern siyaset teorisyenleri (Machiavelli, Rousseau, Locke, Vico, Kant) toprak temellükünü siyasal egemenliğin temeli olarak görmüşlerdir. Egemenlik mekânın sıradan olandan ayrılmasıyla vücut bulmuştur. Örneğin sınırın çitle tayin edilmesi ilk olarak İrlanda’daki İngiliz sömürge topraklarının sınırını belirtmek için başvurulmuştur. Egemenlik bir sınır kavramıdır, bir kendiliğin sınırlarını belirtmekle kalmaz, bu sınır çekme edimi yoluyla o kendiliğin hem içini hem de dışını düzenler ve bu alanların koşullarını belirler. Egemen, sınırların neresi ve düşmanın kim olduğuna karar veren kişidir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik kapsama gücünü yitirmesi, bölgedeki gelişmelerin neticesinde sömürgeci egemenliğinin gittikçe zayıflaması, Ortadoğu’da İslam coğrafyasının hamisi olmaya yönelik “Neo-Osmanlıcı” hayallerin Arap baharı isyanlarıyla birlikte tuz buz olması, Rojava devrimiyle birlikte Kürdistan’ın somut bir komşuya dönüşmüş olması, korumacı ve savunmacı militer devlet reflekslerini güçlendirmiş bu da duvarlarla çözüm arayan bir çözümsüzlük girdabına düşmesini beraberinde getirmiştir. Rojava sınırındaki duvar Türkiye tarafı için korunma ve güvenliği ifade ediyorken, Kürtler açısındansa saldırı, işgal, tahakküm ve utancın anıtıdır. Rojava sınırına çekilmek istenen duvar hem Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğin çatırdayan sembolü hem de Kürdistan topraklarının sömürgeci işgalinin ve bölünmesinin resmi kabulüdür.




[1] Wendy Brown, Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, Metis Yayınları, s.29
[2] A.g.e, s.155-156

6 Haziran 2013 Perşembe

Gezi Parkı’nın Çağırdığı “Devrim Hayaleti” Üzerine - Ramazan Kaya


“Her radikal politikanın görevi sarhoşluğun gücünü devrime kazanmak olmalıdır”
[Walter Benjamin]

Her isyan, her devrim elbette “zamansız”dır ve öngörülemez bir toplumsal patlamadır. Hatta bu müşkül zamanlarda devrim fikrinden daha “zamansız” ne olabilir ki? Üstelik “zamansız” olanın zamanı asla gelmez. Devrim, tarihsel durumdan ayrılmış, damıtılmış bir olaydır her zaman. O, tarihin dar kapısından teklifsiz bir şekilde özgürlüğün ve arzunun geniş bahçesine mesiyanik bir giriştir. Devrimlerin başarısız olması, yapısal bir kaçınılmazlık olsa da insanların devrimci olmasını engellemez. Devrimler yenilgiye uğradığında bile verili durum değişir, problemler dönüşüme uğrar.  Gilles Deleuze’nin dediği gibi: "Devrimlerin neye döndüğü ile halkların devrimci oluşlarını sürekli birbirine karıştırırlar. Bunlar iki farklı insan kümesiyle ilişkilidir. İnsanın tek umudu devrimci bir oluşta yatar: katlanılamaz olana karşılık vermesinin tek yolunda. Devrim oluştur ve oluş tarihe indirgenemez; tarih açısından bakarsak hep zamansızdır"[1]. Sanırım kabul edilmesi ve tarihten çıkarılması gereken temel ders; siyasetin her zaman bir risk siyaseti olduğu, her siyasal müdahalenin kötü sonuçlar verebileceğidir. Böyle paradoksal bir boyutu olmasaydı, siyaset salt bir tekniğe, “iyi toplum” yapmak kılavuzuna dönüşürdü. Özgürlüğün garantisi yine özgürlüktür. Özgürlük, sonsuz ile bağını koruduğu müddetçe özgürlük olarak kalır. İsyanı, görece örgütsüz, bireysel veya kolektif başkaldırı olarak tanımlamak mümkündür.  Bu anlamıyla isyanın uzun bir modern-öncesi tarihi vardır; dahası, bu anlamda isyan modern dünyada da varlığını sürdürür. Ancak devrim, kapitalist gelişme ve kapitalizm analizi ile yakından alakalı olan modernliğin ürünü bir kavramıdır. Dolaysıyla devrim vaadi modern bir vaattir; zulüm ve adaletsizlik gibi kadim sorunlara verilen modern bir yanıttır. Nasıl ki devrimsiz isyan aciz bir eylemse, isyansız devrim de her an reel politik tarafından sömürgeleştirilebilir. Devrim, zamanın donduğu, tarihin kesintiye uğradığı bir olaydır. Walter Benjamin, tarihi; sahte olaylar yığını, kronolojik ve “boş” zamanın felaketlere doğru ilerlediği belli belirsiz bir akış olarak resmeder.  Hareketlilik ve ilerleme olarak anlaşılan modernizm, onun için hareketli bir cehennemdir, ideali salt tekrar, aynı olay-olmayanların ayrım üretmeyen bengi dönüşüdür. Benjamin için devrim, tarihin “acil durum frenini” çekip bu belirsiz akışa bir dur demek, tarihselci konformizmden kurtulmaktır.  Devrim, kronolojik zamana karşı kairolojik zamandır.  Salt tekrarı, kronolojik zaman akışını bozarak zamanı değiştiren “müsait andır”. Alain Badio, varlık ile olay arasındaki temel çatışmaya, olayın tarihe indirgenemezliğine odaklanır.  Olay her zaman tarihsel bağlamına, durumuna göre bir fazlalık olarak ortaya çıkar. Olay her zaman yapının yarılması şeklinde meydana gelir, “birin ikiye bölündüğü” bir süreç olarak varlığını gösterir. Olay, var olan durumun kurallardan kurtulması, kendini bu kurallardan muaf tutması bakımından istisnaidir. Bu bağlamda her devrim, tarihsel bir sıçrama veya radikal bir “olay”dır. Dışlananları isyana iten şey, ne onları ezen sosyo-ekonomik mekanizmaları bilmeleri, ne de dışlandıklarının bilincine varmalarıdır. Onları harekete geçiren şey, erişimlerinin yasaklandığı daha iyi bir dünya ve hâkim sınıfların dünyası ile günbegün karşılaşmalarıdır. Jacques Rancière’in hatırlattığı gibi, eşitsizlik daima var olduğuna göre, her zaman bir isyan sebebi de vardır. O halde eşitlik siyasetin nihayetinde ulaşmak istediği bir amaçtan ziyade” bir çıkış noktası”, her koşulda bulunulabilecek bir varsayımdır. Rancière için, eşitlik, verili bir bölüşüm sisteminde erişilecek ölçülebilir bir hedef değil, radikal eleştiriye imkân veren koşuldur, her şartta savunulması gereken bir ilkedir.

Devrim ve isyan geleneği son derece zayıf olan bu ülkede, Gezi Parkı “olayı”yla başlayan devrimci durum, Türkiye’nin itaat tarihinde geri döndürülemez bir andır ve devrimci bir kırılmadır. 600 yıl boyunca padişah her hapşırdığında “padişahım çok yaşa” diyen bir itaat geleneğinin ve ceberut devlet kültürünün oluşturduğu bütün otoriter kodların toplumun şahsında çözülmesidir. Günlerdir devam eden ve Türkiye’nin birçok kentine sıçrayan bu isyan ateşi aynı zamanda bir o kadar da “zamansız” bir isyandır. Kürtlerin devletle çözüm müzakerelerine başladığı, Kürt hareketinin dağ kadrolarını geri çektiği, “barış” koşullarının ve barış umudunun güçlendiği, Kürdistan’daki politik mobilizasyonun zayıfladığı bir zaman dilimine denk geldi. Kürt hareketinin yıllarca haklı mücadelesini “Türkiyelileştirme” çabası sonuçsuz kaldı ancak gelinen aşamada Türkiye kentlerinin Kürdistanlaştığını söylemek mümkün. AKP iktidarının pekiştirdiği polis devletinin şiddet zincirlerinden boşaldığı, insanların zorla gözaltına alındığı ve onlarca kişinin canını kaybettiği bu isyan, Türkiye’nin belli oranda Kürdistanlaştığının fotoğrafıdır. Kürt hareketinin direniş ilhamına geç kalan, Kürt hareketinin yarattığı devrimci anları ve fırsatları yitirmiş bir toplumun gecikmiş uyanışıdır. Kürtlerin bu gecikmiş isyan haline haklı olarak sitem ettiğini, öfke duyduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkedeki politik kudreti sınırlı devrimci öznelerin Kürt halkıyla olan dayanışmasını, mücadele ortaklığını ve direniş tarihini bilen biri olarak yine de Türkiye halklarının bu gecikmiş isyanı karşısında sitemden ziyade çok hayıflandığımı söylemek isterim. Kürdistan’da otuz yıl boyunca süren “kirli savaş”, meydana gelen serhildanlar, silahlı direniş, kitlesel oturmalar, sivil cumalar ve açlık grevleri yine de isyan ateşinin Türkiye topraklarına taşınmasını sağlayamadı. Bugünkü isyan, dediğim zamanlara ve anlara denk getirilebilseydi belki de bugün Kürt halkı devletle barış müzakerelerine oturmak yerine Türkiye'nin devrimci özneleriyle devrim sonrasını konuşuyor olacaktı ve Türkiye'nin devrimci özneleri, Kemalistlerle, ulusalcılarla, şoven solcularla meydanlarda yana yana gelmek zorunda kalmayacaktı. Yine de AKP iktidarının dışladığı, kısıtladığı, baskıladığı ve ötekileştirdiği bütün toplumsal katmanların sokağa dökülmüş olması gelecek adına umudumuzu diri tutması gereken bir gelişmedir. 

Radikal solun örgütlü gücünün yetersiz olduğu gerçeğinden hareketle, belli ulusalcı ve Kemalist güçlerin hareketi birçok kentte kontrol ettiğini, militarist sloganlarla, Türk bayraklarıyla hareketin toplumsal enerjisini salt AKP karşıtlığına ve iktidar rüyalarına tercüme etmeye çalıştığı hepimizin malumudur. Ancak Kemalistlerin ve liberal orta sınıfların kendi yaşam alanlarının kısıtlanmasına, muhafazakârlaştırılmaya karşı bir hak olarak başkaldırmasına burun kıvırma hakkına sahip değildir. Bu isyan atmosferinde biz devrimcilere, anarşistlere düşen görev; otonom alanlar inşa etmek, yeni politik ilişkiler geliştirmek ve belli bölgelerin ve mekânların kontrolünü ele geçirerek direnişin coşkusunu doyasıya yaşamaktır. Ortalık isyanın muhasebesine kafa yoran rasyonel ideologlardan, strateji ve taktik mekteplerinden gelen "uzman devrimciler"den geçilmiyor. İktisat ve iktidar hesaplarının kurulu sofrasına oturmuş bu sefil beyinler, bizim yerimize ne kazandığımızı ve ne kaybettiğimizi hesaplamaya çalışıyorlar. Bu zatların politik lugatında, bir isyanın bireyde yarattığı dönüşümlerin, ateşlenen hayal gücünün, mizahın, sanatın, ortaya çıkan dayanışma ilişkilerinin ve komünal değerlerin bir karşılığı yoktur. Bütün bildikleri, iktidarı ele geçirmeye ne kadar yakınlaştığımızı ölçmektir. Oysa devrim, her şeyden önce itaat ve korku duvarının aşılmasıdır. Afganistanlı militan feminist Malalaı Joya'nın tabiriyle "bir daha asla korkunun gölgesi altında fısıldayarak konuşmayacağım" demektir. Sanırım Türkiye halkları bu eşiği şimdilik atladı. Türkiye toplumunun büyük bir bölümü; ölüm ve şiddeti, yıllarca hayatlarına hiçbir biçimde değmeyen, onlara daima uzak coğrafyalarda hak etmiş şer odaklarının veya kökü dışarıda "teröristlerin" maruz kaldığı kaçınılmaz bir son olarak seyretti. Şimdi ölüm ve şiddet herkese eşit mesafedeki "komşu" olmaya başladı. Türkiye'nin Kürdistanlaşmasına, bu empati aşısına belki de ihtiyaç vardı. Sanırım Türkiye için "gerçeğin çölüne hoş geldiniz" diyebiliriz artık. Şimdiden bir direniş sembolü haline gelen Gezi Parkı; işbirliği ve iletişim ağlarının büyüdüğü, tekillikler arasındaki karşılaşmaların ve ortak varoluşun yoğunlaştığı, çokluğun kendisini evinde hissettiği yerdir. Başkaldırı bayrağının gururla sallandığı, iktidarın sefaleti karşısına varlığın şenliğinin dikildiği ortak alandır. Bu direniş, Türkiye'nin mevcut gidişatından hoşnutsuz olanların koalisyonudur. Bu kahkaha, Negri ve Hardt’ın dediği gibi: “bir yıkım kahkahası, kötülüğe karşı savaşa eşlik eden silahlı meleklerin kahkahasıdır”…




[1]Bülent Diken-  İsyan, Devrim, Eleştiri - Metis Yayınları, s.89

8 Nisan 2013 Pazartesi

Seküler ve Komünalist PKK'yi Hatırlamak - Ramazan Kaya



Hollanda'nın Wageninen Üniversite'sinden Yardımcı Profesör Joost Jongerden ile Belçika'nın Gent Üniversite'sinde Siyaset Bilimi üzerine doktorasını sürdüren Ahmet Hamdi Akkaya'nın dört yıllık çalışmalarının ürünü olan "PKK Üzerine Yazılar" (Vate Yayınevi) adlı kitap, PKK'nin 1970'lerden günümüze uzanan ulusal mücadelesinin ideolojik, örgütsel ve siyasal dönüşüm sürecini kapsamlı bir şekilde analiz etmektedir. Üç başlık altında toplanan kitap, her bölümde PKK'nin farklı bir dönemini ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. "Kürdistan Devrimcileri'nden PKK’ye" adlı birinci bölüm, PKK'nin 1970'lerdeki oluşum sürecini ele alırken, "Ateşle İmtihan" adlı ikinci bölüm, savaşın en yoğun yaşandığı 1990'lı yıllara göz atıyor. "Büyük Dönüşüm" adındaki son bölüm ise PKK'nin 2000'lerde komünalist çizgiyi esas aldığı "radikal demokrasi" ve "demokratik konfederalizm" ilkelerini benimseyen politikalarını ve pratiklerini irdelemektedir. İlk iki bölüme ilişkin analizlerin ve kronolojik bilgilerin birçok kaynakta ulaşılan bilgiler olması itibariyle kısaca hatırlatılmasından sonra 2000’lerden itibaren benimsenen Radikal Demokrasi ve Murray Bookchin’in komünalist fikirlerinin hareket üzerindeki etkilerine odaklanmak ve Kürdistan’daki yansımalarının izini sürmek yazının temel önceliği olacaktır. Kitabı önemli ve özgün kılan özelliği bugüne kadar Radikal Demokrasi ve Konfederalizm tezlerinin Kürt hareketi üzerindeki etkilerini, Kürt hareketinin güncel politikalarına nasıl yansıdığını bütünlüklü bir şekilde ele alan tek çalışma olmasıdır.


“Kürdistan Devrimcileri’nden PKK’ye”

“1972 yılından sonra ortaya çıkan ve PKK hareketi olarak bilinen hareket bir örgüt değildir; ideolojik ve siyasal bir harekettir. Bu hareketin amacı Türkiye’nin bölünmüş durumdaki devrimci solunu birleştirmektir” 
[Kemal Pir- 1981 Mahkeme Savunması]

27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis (Ziyaret) köyünde kurulan PKK, muhafazakâr ve milliyetçi dünya görüşünü benimseyen, aşiret liderleri veya dini liderler etrafında örgütlenen çoğu Kürt partisinin veya örgütlenmesinin aksine, Türkiye’deki sol hareketin bir parçası olarak doğmuş ve militanları çoğunlukla ezilen, sömürülen sınıflara mensup kişilerden oluşmaktaydı. PKK’yi kuran çekirdek grup 1970’li yıllar Ankara’sının öğrenci ortamından çıkmıştı. 1973 yılındaki çekirdek grupta yer alan isimler: Abdullah Öcalan, Kemal Pir, Haki Karer, Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan ve Cemil Bayık. Önemli bir ayrıntı da Haki Karer (Ordu), Kemal Pir (Gümüşhane) ve Duran Kalkan’ın (Adana) Türk kökenli kurucular olmasıydı. Örgüt, her koşulda evrensel sol ideallere olan bağlılığını ve enternasyonalist karakterini vurgulamıştır. PKK’nin saygın şehitleri arasında yer alan Mazlum Doğan’ı harekete kazandıran kişi yine Haki Karer’di. Dikmen toplantısında hareketin başında Abdullah Öcalan’ın yer alacağı bir merkez oluşturulması kararlaştırılmış, bu merkezde yer alacak Haki Karer ise Aponun yardımcısı, örgüt hiyerarşisindeki ikinci kişi olacaktı. PKK'nin askeri bir örgüt olmaktan ziyade "Militan Politik Örgüt” olarak tanımlanması gerektiğine vurgulayan Jongerden ve Akkaya, PKK'nin genel anlamda sol ile ilişkisini "PKK'nin Türkiye'nin devrimci solundan sağlam kökleri vardır ve bu yüzden ülkenin siyasal partisi sayılmalıdır" şeklinde yorumluyorlar. 1978 tarihli Kürdistan Devrimin Yolu adlı manifesto da PKK kendisini “ulusal kurtuluşçu” ve “proleter devrimci” bir hareket olarak duyurmaktaydı. Kürdistan, “devletlerarası sömürge“ olarak tanımlanmış, Marksist-Leninist prensiplere dayanan demokratik-birleşik-sosyalist Kürdistanı inşa etmek nihai politik hedef olarak belirlenmiş, işçi, köylü ve aydınların ittifakından oluşacak politik özne de dayanılacak halk gücü olarak öngörülmüştü. Militanlar kendilerini odak noktaları Kürdistan olan Devrimci Marksistler olarak tanımlamışlardı. “1978 yılına gelindiğinde, siyasal mücadele hızlanırken hareket de Dersim, Maraş-Pazarcık, Batman, Antep ve Urfa gibi yerlerde ivme kazandı. Örneğin Dersim öğretmen okulu hareketin insan kazanma kaynaklarından biriydi. Türkiye Kürdistan”ının çeşitli yörelerinden gelip bu okula devam eden kimi öğrenciler harekete katıldılar” (Jongerden - Akkaya, s.16 – 2013). Haki Karer’in 18 Mayıs 1977’de bir kahvede Stêrka Sor adlı örgütün liderlerinden Alaaddin Kaplan tarafından öldürülmesi, hareketin ülke sınırları dışına çekilmesine, mücadele ve örgütlenme stratejisini gözden geçirmesine vesile oldu. Haki’nin zamansız ölümü, hareketin daha kuruluş aşamasındayken yok edilmekten kurtulmasını sağlayan erken bir uyarı sinyali oldu. 15 Ağustos 1984’de gerilla güçlerinin Eruh (Siirt) ve Şemdinli (Hakkâri) ilçelerine düzenlediği baskınlar uzun süreli halk savaşının başlama vuruşu demekti. 

Özetleyecek olursak 1973-1977 dönemi PKK açısından bir ideolojik grup oluşumu dönemi, 1977- 1979 dönemi parti inşası dönemi, 1979’dan 1984’e uzanan dönem ise gerilla savaşı için yapılan hazırlık ve örgütlenme dönemi olarak tanımlanmaktadır. 15 Ağustos 1984 ise bu hazırlıkların sona erip uzun süreli halk savaşının başlamasını simgeler.  PKK tarihinde ’15 Ağustos’ bir dönüm noktası, uyanış günü olarak kutlanmaktadır. Teslimiyet ve asimilasyon zincirinin kırıldığı, korku ve itaat kültürünün aşıldığı, yeni ve özgür Kürt kişiliğinin ortaya çıkarıldığı bir tarihi kırılma anını sembolize etmektedir. Fanon’un sömürge kişiliğine ilişkin analizlerinden, şiddet tezlerinden  “Kürt Kişiliği”nin çözümlenmesi ve anti-sömürgeci şiddet (ilk kurşun teorisi) bağlamında önemli oranda yararlanılmıştır.


“Ateşle İmtihan” Yılları (1993 – 2002)

“Gerilla kaybetmezse kazanır, geleneksel ordu kazanmazsa kaybeder” [Henry Kissinger]

Devletin kırsal kesimdeki, özellikle ücra ve dağlık yörelerdeki göreli yokluğu ve devletle Kürt nüfusu arasındaki tarihsel düşmanlık duyguları, çatışmalı toplumsal ilişkiler, Kürdistan’da kırsal kesimi gerilla savaşı açısından elverişli bir “mekân” haline getirmişti. Mao Zedung tarafından geliştirilen stratejiyi izleyen PKK, üç aşamalı bir mücadele öngörüyordu: stratejik savunma (silahlı propaganda, küçük ölçekli saldırılar, hareketli savaş), stratejik denge ve üçüncü aşama olarak stratejik saldırı. PKK klasik karşılıklı mevzilenmeye dayalı savaştan özellikle kaçınıyordu. Bunun yerine çok merkezli, çok yönlü ve çok boyutlu bir savaş stratejisini esas almaktaydı. Halk içindeki milislerin sunduğu lojistik destek ve istihbarat bilgileri gerillanın bölgedeki hâkimiyetini her açıdan güçlendirmekteydi. Alana hâkimiyet doktrini doğrultusunda sınırlardaki yerleşim birimleri üzerinde sağlanan kontrol zamanla genişleyerek Serhat, Garzan, Botan, Amed eyaletlerini de kapsayan “yarı kurtarılmış bölge”ler statüsüne evrilmişti. Kürt hareketinin bölgedeki silahlı ve politik hegemonyası aynı zamanda devletin klasik mücadele ve savaş stratejisini değiştirmesi anlamına geliyordu. Yani balığı yakalayamayan devlet, denizi kurutmaya kararlıydı. Bölgedeki askeri denetimi güçlendirmek adına 1987 yılından itibaren oluşturulan OHAL’in (Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği) kapsamı ve yetkileri genişletildi. OHAL, mekânsal temelde Kürdistan’da bir “istisna hali”nin hâkim olması demekti. Mekânsal temeldeki istisna hali “öldürme bölgesi” anlamına gelmektedir.  Öldürme bölgesinde insan varlığı Agamben’in tabiriyle “çıplak yaşama” indirgenir. Başka bir deyişle bu bölgede insan bütün haklarından yoksundur ve siyasal düzenin onu kapsayış biçimi dışlamadır, yani bu bölgedeki insan rahatlıkla öldürülebilir. Agamben’e göre istisna hali kavramı, siyasal belirsizlik veya iktidarların yönetememe krizleri durumunda, siyasal düzenin devamının sağlanması adına hukukun kendini askıya almasıdır. İstisna kural haline geldiğinde, araç artık işleyemez ve hukuki-siyasal sistem ölümcül bir makinaya dönüşür. “Modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla, yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak ta tanımlanabilir.” (Agamben, İstisna Hali, Otonom Yayınları s.10). Kürtlerin yaşadığı bölgede “teröre karşı mücadele” adı altında uygulanan “Olağanüstü Hal Rejimi“ devletin çıplak şiddete dayalı egemenliği anlamına geliyordu, bölge kısa sürede adeta bir toplama kampına dönüştürüldü. 1993 ile 1995 yılları arasında bölgedeki Türk kuvvetlerinin ve paramiliter güçlerin sayısı 185 binden 360 bine olmak üzere iki kat arttı. Ayrıca, hızlı tepki birimleri olarak polis teşkilatına bağlı Özel Harekât Timleri ile Jandarmaya bağlı Özel Timler oluşturuldu. 1995 yılına gelindiğinde köy korucularının sayısı 67 bini bulmuştu. 14 ilde 833 köy ve 2.382 küçük kırsal yerleşim olmak üzere toplam 3.215 yerleşim boşaltıldı ve tahrip edildi. 1990’lı yıllarda yaklaşık 1,5 milyon kişi yerlerinden edildi. 1990-1999 yılları arasında yerel siyasetçilerin, iş adamlarının, aydınların, gazetecilerin, sendikacı, öğretmen, öğrenci ve imamların da dâhil olduğu 5000 kişinin JİTEM tarafından öldürüldüğü veya öldürtüldüğü tahmin ediliyor. Olağanüstü Hal Uygulaması kapsamında köylerin boşaltılması ve tahribi, mülklerin ve çevrenin yakılması, insanların ve malların hareketine sınırlama getirilmesi, faili meçhul cinayetler, asit kuyuları, gözaltındaki tecavüz ve işkenceler, yargısız infazlar zamanla Kürt hareketinin silahlı ve lojistik kaynaklarının zayıflamasına, hareketin manevra alanının daralmasına yol açtı. Örgüt içinde verili savaş stratejisinin başarısızlıklarına yönelik derinleşen tartışmalar, ideolojik krizler ve Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla başlayan süreç Kürt siyasetinde yeni bir sayfanın açılması anlamına geliyordu.


İmralı Sonrası PKK

“Ütopya ufukta: ona doğru iki adım attığımda o da iki adım geri gidiyor, on adım atıyorum o da on adım geriliyor. Ütopya ne içindir? İşte tam da bunun için, yani yürümek için”
[Eduardo Galeano]

16 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi Kürt hareketinin siyasal tarihinde bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Bu beklenmedik olay, hareketin ideolojik, siyasal ve örgütlenme yapısında zorunlu ve köklü dönüşümlere kaynaklık etti. Dağ ve cezaevi kadrolarından bazı gruplar bu süreçte hareketin gövdesinden kopsa da Öcalan’ın liderlik konumu ve örgütün birliği önemli oranda korundu. Göreceli bir yenilgi durumundan kısa sürede siyaset sahnesine yeniden dönüldü. 2000 ile 2004 arasındaki dönem bir “tıkanma ve yeniden inşa” dönemi de sayılabilir. 2000’li yılların PKK tarihinin en kritik dönemini oluşturduğu açıktır. Parti bu kritik dönemi farklı evrelerle yaşamıştır: a) şok ve geri çekilme (1999), b) tıkanma ve yeniden yapılanma (2000-2004), c) yeniden sahneye dönüş (2005 yılından günümüze). PKK bu dönemde taleplerini yumuşatmış, askeri faaliyetlerini durdurmuş, gerilla güçlerinin büyük bölümünü Türkiye’den Güney Kürdistan’a çekmiş ve sonuçta bir “içe dönüş” izlenimi vermiştir. “Ankara’dan çıkarak partileşen, Ortadoğu’ya açılarak ordulaşan hareketin Öcalan’ın Türkiye’ye dönüşü ile güçlü bir sivil toplum hareketine” dönüştüğünü söyleyebiliriz. Örgütsel olarak PKK, Leninist tarzdaki her türlü faaliyeti yöneten öncü bir parti olmaktan çıkıp, kompleks bir partiler ve kurumlar sistemine evrilmiştir artık. 2005 yılından başlayarak, PKK ve onunla ilişkili tüm örgütlenmeler KCK (Koma Civakên Kurdistan, Kürdistan Topluluklar Birliği) adı altında yeniden yapılandırılmıştır. KCK ulus devlete alternatif olarak sunulan bir toplumsal örgütlenmedir. Örgütsel yapıda önemli değişiklikler olmakla birlikte “tam zamanlı profesyonel devrimcilerden” bir grubun oluşturduğu kararlı ve militan kesim merkezi rol oynamayı sürdürmektedir. Devlet iktidarını silahlı mücadeleyle ele geçirmek yerine toplumu tüm yönleriyle dönüştürülmeyi hedeflemek, hareketin etki alanını genişletmiş ve başka toplumsal hareketlerle kurduğu siyasal bağları güçlendirmiştir. Ana akım medyanın köşe taşlarından Fikret Bila’nın özlü ifadesiyle “ Türkiye’nin 20. Yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı bu sancılı süreç sonunda toprakları üzerinde ayrı bir devlet kurulamadı ama Güneydoğu’sunda ayrı bir “siyasi coğrafya” oluşturuldu”.

Öcalan, İmralı’da bulunduğu süre zarfında gerek mahkemelere savunma biçiminde gerek Kürt sorununun çözümüne yeni bir ideolojik perspektif sunmak gerekliliğiyle yazdığı metinlerde Ortadoğu’dan başlayarak uygarlığın tarihsel analizine girişmiş, yaşanmış reel sosyalizm deneyimlerini, ulusal kurtuluş hareketlerinin başarısızlıklarını da çözümlemelerine katarak devlet eleştirisini derinleştirmiş, kurtuluşun devlet inşasıyla sağlanamayacağını, bunun yerine öz-yönetimin ve radikal demokrasinin geliştirilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Öcalan’ın bütün analizlerinin temel ekseni devleti insanlığın “İlk Günahı” olarak sunmak olmuştur. Öcalan’a göre sınıflı (devletli) toplumlar ve modernleşme Kürtlere yıkım getirmiş, PKK de bu yıkıcı sürece karşı son direncin adresi haline gelmiştir. 2000’li yıllarda PKK, Öcalan’ın, Negri, Hardt, Laclau, Mouffe ve Murray Bookchin’in fikirlerinden beslenerek geliştirdiği radikal demokrasi ve konfederalizm projesini öne çıkaran yeni bir ideolojik çerçeve geliştirmiştir. Bu dönemde PKK, Kürtlerin kimlik taleplerini radikal demokrasi çerçevesine yerleştirmeyi başarmıştır. Kökeni Türkiye’deki devrimci sol harekete dayanan PKK evrildiği yeni ideolojik çizgisi itibariyle bugün Türkiye’de radikal siyaset için daha güçlü bir zemin sunmaktadır.


Radikal Demokrasi

“Devrimci siyaset kimlikten başlamak zorundadır, ama orada sona eremez. Mesele kimlik politikası ile devrimci politika arasında bir ayrım yapmak değil, tersine, kimlik siyaseti içinde birbirine koşut olarak yer alan ve belki de paradoksal olarak kimliğin ortadan kaldırılmasını amaçlayan devrimci düşünce ve pratik akışlarını izlemektir. Başka bir deyişle devrimci düşünce kimlik siyasetinden kaçmamalı, onun içinden çalışmalı, ondan öğrenmelidir”
[Michael Hardt - Antonio Negri]

Marksizm çerçevesinde radikal siyaset anlayışı 1970’lerin sonundan bu yana köklü bir sorgulama ve değişim geçirmiştir. Bu değişim, siyasetin üç temel ayağına, devlet, sınıf ve partiye odaklanmış, radikal siyasal düşünce “devletin ötesinde siyaset, partinin ötesinde siyasal örgütlenme ve sınıfın ötesinde siyasal öznelik” biçimini almıştır. (Badio 2002: 95-97). Saul Newman, haklı olarak radikal siyaset felsefesi alanındaki son tartışmalarda meydana gelen bu değişimde anarşizme “hakkı verilmemiş bir başvuru noktası” olarak atıfta bulunmuştur.  Radikal solun günümüzde sahiplendiği; otonom alanların yaratılması, yatay örgütlenme ağları, parti dışı siyaset, “iktidar olmadan dünyayı değiştirmek”, taban demokrasisi, işgal etmek pratikleri gibi birçok anti-otoriter pratik veya özgürlükçü fikir, anarşizmin tarihsel deneyimlerinden, siyasal repertuarından esinlenmiştir. Radikal siyasetle ilgili bu dönüşüm çerçevesinde radikal demokrasi ve kurucu komünist siyaset yeniden formüle edilmiş, Latin ve Orta Amerika’daki kurtuluş hareketlerinden ABD ve Avrupa’daki küreselleşme karşıtı hareketlere kadar çağdaş tüm siyasal ve toplumsal hareketlere yeni bir ivme kazandırmıştır. Kürt hareketi de bu süreçte yeni toplumsal hareketlerin örgütlenme biçiminden, radikal teorinin çağdaş yorumlarından gerekli nasibini almıştır. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’nin ilk kez 1985 yılında yayınlanan Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Siyasete Doğru adlı çalışmaları, liberal-demokratik ideolojiyi inkâr etmek yerine onu radikal ve çoğulcu demokrasi yönünde derinleştirip, radikalleştirerek sol bir alternatif geliştirme çabası olarak görülse de radikal teori üzerinde Antonio Negri ve Michael Hardt'ın birlikte yazdıkları “üçleme” kadar etkili olmamıştır. Hardt ve Negri tarafından geliştirilen radikal demokrasi yorumu özellikle de temsil ve egemenlik üzerine olan tartışmaları itibariyle Kürt projesini anlamak açısından daha verimli kavramsal araçlar sunmaktadır. Hardt ve Negri’nin üçlü eseri (İmparatorluk, Çokluk, Ortak Zenginlik) küreselleşme çağındaki kapitalist egemenliğin analizinden hareket etmektedir. Bu üçleme kabaca küreselleşmiş bir dünyada egemenliğin (İmparatorluk), dönemin devrimci öznesinin (Çokluk) ve bu öznenin siyasal projesinin, “yani kolektif üretim ve özyönetim kapasitemizin geliştirilmesinin” (Ortak Zenginlik) analizi olarak özetlenebilir. Hardt ve Negri’ye göre demokrasi modern çağ boyunca tamamlanmamış bir proje olarak kalmıştır. Demokrasinin devrimci özelliği, tamamlanmamış bir proje olmasıyla ilgilidir. Demokrasi ancak toplumsal mücadele sonucunda örneğin ”kadınlar, eşcinseller, mülksüzler ve beyaz olmayanlar” gibi dışlanmış kesimleri kapsamaya başlamıştır. İkinci husus, siyasal temsille ya da temsil kavramına içkin olan egemen gücün ve toplumun ayrılmasıyla ilgilidir. “Eğer iktidar bir grup yöneticiye aktarılmışsa, artık bizler yönetmiyoruzdur, iktidardan ve yönetimden ayrılmışız demektir. (Hardt ve Negri 2004:244). Hardt ve Negri, dönemin devrimci öznesi olarak Çokluğun ve onun siyasal projesi olan (Ortak Zenginlik), “temsilin farklı biçimlerinin veya demokrasinin temsilinde ötesine geçecek yeni biçimlerinin” ortaya çıkarılmasında yeni olumsallıklar ortaya koyabileceğini ileri sürmektedir. Bu yeni demokrasi anlayışının kurucu öğelerinden biri olan çokluk, örneğin halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi nosyonlardan kavramsal olarak ayrı tutulmaktadır ve bunun hiçbir zaman tek bir bütünlüğe veya kimliğe indirgenmeyeceği söylenmektedir. Bunun yerine, kavramsal olarak çokluk, özdeşlik-farklılık çelişkili ilişkisinin yerine tamamlayıcı ortaklık-tekillik ikilisini önermekte ve yeni bir topluluğu inşa edebilecek yeterlilikte bir özne sayılmaktadır. Farklı mücadelelerde farklı isyankâr tekilliklerin, Laclau ve Mouffe’nin önerdiği hegemonik eklemlenmenin ötesinde devrimci bir topluluk olarak nasıl bir araya getirilebileceği üzerinde durulmaktadır. Mesele, tekilliklerin devrimci mücadelelerinin eşgüdümüdür. Kimliklerin veya tekilliklerin bu paralel mücadeleleri devrimci bir değişim için elbette yeterli değildir. Tekilliklerin örgütlenme biçimi ve karar verme süreçlerinde de köklü bir değişim olması gerekmektedir. Demokrasi yalnızca ulaşılması gereken bir ideal değil aynı zamanda tüm örgütsel yapılanmayı belirleyecek temel bir ilke olarak görülmelidir. Çokluğun yaygın olanı yönetebildiği bu kurucu politikada devlet aygıtlarının denetimini ele geçirmenin de gereği yoktur. Bunun yerine, çokluğun demokratik karar verme kapasitesi pekiştirilmelidir: “Dolaysıyla çokluğun oluşturulması, demokrasiyi hedefleyen demokratik örgütlenme projesidir” (Hardt ve Negri 2009,  363). Mevcut egemenlik kavramı bir tek temel ilkeye dayanmaktadır: İster bir monark, devlet, ulus, halk veya parti olsun ‘bir tekliğin yönetimi” söz konusudur. Bu egemenlik anlayışında tek bir organda bütünleşen halk, ulus, “birleştirici siyasal özne” rolünü yerine getirir. Buna karşılık Çokluğun demokrasisinde böyle bir egemenliğe yer yoktur ve sonuçta egemenliğin mevcut tüm biçimlerinin sorgulanışı aynı zamanda bu demokrasinin ön koşuludur. 

Her türlü öncülüğü, temsili ve kurulu siyaseti reddeden Hardt ve Negri kimlik siyasetinin önemini ve devrimci potansiyelini de kabul ederler. Onlara göre kimliğin keşfi yalnızca farklılığın keşfi değildir aynı zamanda kolektif bir boyunduruğun ve vahşetin de keşfidir. Kimlik siyaseti üç önemli görevi yerine getirmelidir: Birincisi kimliğin yeniden edinilmesi anlamına gelmek üzere kimliğin kendisinin nelere tabi olduğunun görünür kılınmasıdır. İkincisi, tabi kılınan kimliği özgürlük arayışında bir silah olarak kullanarak egemenlik yapılarına karşı başkaldırıdır. Üçüncüsü ise kendi kendini ortadan kaldırma uğraşıdır. Çünkü kurtuluş ile özgürleşme asla aynı anlama gelmemektedir. Kurtuluş, gerçekte olduğun şey olma özgürlüğü için çabalarken, özgürleşme, ne olabileceğini belirleme özgürlüğünü hedefler. Özgürleşmeyi esas alan bütün kimlik politikalarının radikal özü, eşitsizliklerin, ayrımcılıkların ve köleleştirmelerin kökenlerine saldırmak olduğu kadar varolduğu kimlikten de bir özgürleşme arayışıdır. Asıl amaç, madunun egemen üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak değil, bu ikiliğin kendisini yıkmak ve bozmaktır. Beyaz ırkın, egemen sınıfın ve toplumsal cinsiyetin yarattığı kimliklere karşı savaşırken aynı zamanda ırksallaştırılmış, cinsiyetlenlendirilmiş ve sınıfsallaştırılmış düşünce ve ikiliklerden özgürleşmeyi de sağlamamız gerekmektedir. Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini özgürleştirebilir. Foucault’un tabiriyle “ne olabileceğimizi keşfetmek için olduğumuz şeyi reddetmek zorundayız”. Kürt hareketinin özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bir alan açması, aynı zamanda çeşitli çelişkilerin ve toplumsal olanın çoğulluğunun kendini ortaya koymasının da önünü açmıştır.  Demokrasinin aşağıdan yukarıya kurulması, Kürdistan’daki tekilliklerin oluşturacağı çokluk,  kültür ve anadil çalışmalarını kurumlaştıracak dekolonizasyon politikaları ve belediyeleri kurucu politikanın öz-yönetim organlarına dönüştürmek Kürt siyasetinin önüne koyduğu radikal demokrasi projesinin kapsamını oluşturmaktadır.


Murray Bookchin Etkisi: Demokratik Konfederalizm

“Anarşizmin kök salmasının nedeni, bir halkın özlemleri için özgürlüğün sesi olması ve bu halkın kendi dilinde (o halkın en değerli ideallerini, en ateşli umutlarını, kendine özgü ağzının özelliklerini taşıyan bir dilde) konuşmasıydı” [Murray Bookchin]

Öcalan’ın daha sonraki savunma metinlerinde geliştirdiği radikal demokrasi, Murray Bookchin’in çalışmalarından ödünç aldığı demokratik konfederalizm kavramına içkindir. Demokratik konfederalizm ve demokratik özerklik politikalarının köklerine inildiğinde Abdullah Öcalan’ı da etkileyen Murray Bookchin’in çalışmalarına daha yakından bakma gereği ortaya çıkmaktadır. Radikal düşünür Bookchin ideolojisini “komünalizm” ve “özgürlükçü belediyecilik” olarak tanımlamıştır. Bookchin bize yeni bir radikal siyaset önermektedir. Bu siyaset, “demokrasinin kabile ve köy topluluklarındaki köklerini tanımakta ve sonunda özgürlükçü belediyecilik projesine ulaşmaktadır. Bookchin projesinde “topluluk meclisleri, kent toplantıları ve mahalle konseyleri” gibi yerel demokratik yapılar oluşturulmasını öngörmektedir. Konfederalizmden kastedilen “üyeleri veya delegeleri halkın köylerde, kasabalarda, hatta büyük kentlerin mahallerinde gerçekleştireceği yüz yüze demokratik toplantılarda seçilen yönetim konseylerinden oluşan bir ağdır”.  Bookchin açısından bir toplumsal örgütlenme ilkesi olarak konfederalizm “yerel yönetim ilkesinden vazgeçmeksizin karşılıklı bağımlılığı demokratikleştirmenin” bir yoludur. Konfedere biçimiyle “belediye, kent ve mahalle düzeylerinde doğrudan demokrasinin işlediği halk meclislerinin” kurulması, ulus devlete bir alternatif teşkil etmektedir. Yani demokratik konfederalizm, modern siyaseti yeniden düşünmenin ve solu yeniden inşa etmenin temelini oluşturmaktadır. Bookchin’e göre “toplumsal yeniden inşa hareketlerinin belki de en büyük başarısızlığı, halkı statükonun oluşturduğu sınırların ötesine taşıyacak siyasete sahip olmayışlarıdır” (Bookchin 1991: 3). Bookchin için böyle bir toplumsal yeniden inşanın devlet kuruculuğunu, daha somut söylenirse ulus devlet fikrini aşması gerekmektedir. Bookchin Helenik model ve Roma modeli olarak tanımladığı iki siyaset fikri arasında ayrım gözetmektedir. Bunlar yönetimle ilgili olarak iki ayrı anlayışa yol açmıştır. İlkinde (Helenik) siyaset katılımcı-demokratik bir biçime sahipken ikincisi (Roma) merkeziyetçi ve devletçidir. Roma modeli modern zamanlarda egemen olup 18. Yüzyıl Amerikan ve Fransız anayasacılarını esinlendirirken, Atina modeli karşıt bir yeraltı akımı olarak varlığını sürdürmüş, örneklerini ise 1871 Paris Komünü, 1917 Rus Devrimi’nin baharında Sovyetler olarak ve 1936 İspanyol Devrimi’nde vermiştir. Roma modelinde özgür yurttaşlar değil bir tabi olanlar sürüsü söz konusuyken Helenik modelde yurttaşlık vardır.  Bookchin’in siyasal tasavvuru, yereldeki yurttaş meclislerince görevlendirilen, geri çağrılabilir vekiller aracılığıyla toplulukların birbirleriyle ilişkilendirilmeleri olarak tanımlanan konfederalizm fikri etrafında insanların yurttaşlar olarak yeniden kazanılmasıdır. Halkın oluşturacağı yönetim konseylerin üyelerinin görevleri kesin olarak belirlenmiştir; geri çağrılabilirler, meclisler tarafından belirlenen politikaların yönetilmesi ve eş güdümü için konsey üyeliklerine seçilmişleridir ve kendilerini seçen meclislere karşı sorumludurlar. Dolaysıyla, işlevleri yalnızca idari ve pratik anlam taşır; cumhuriyetçi hükümet sistemlerindeki temsilcilerde olduğu gibi politika belirleme işlevleri yoktur” (Bookchin a.g.e: 10). Bookchin’e göre konfederalizm en gelişmiş haline özerklik projesinde, ‘yerel çiftliklerin, fabrikaların ve diğer girişimlerin yerel belediyenin ellerine verildiğinde veya bir topluluk kendi ekonomik kaynaklarını diğer topluluklarla bağlantılı biçimde yönetmeye başladığında’ ulaşılır. Bu modelde ekonomi konfedere konseylerin gözetimine bırakılır; dolaysıyla ‘ne kolektifleştirilir ne de özelleştirilir, hepsi ortaktır”, bu projede yerelleşmiş, küçük ölçekli öz örgütlenme ve öz yönetim olarak tanımlanan araçlarla, topluluğun denetimindeki ekonomi olarak tanımlanan amaç birbiriyle kaynaşır. 

Bookchin’in fikirlerinden etkilenen Öcalan, konfederalizm ilkeleri ışığında bir uygarlık analizi yaparak, devlet temelli hiyerarşik toplumların ortaya çıkmasıyla yok edilen Neolitik toplumun değerlerini (doğayla uyumlu yaşam, cinsiyet özgürlüğü, toplulukçuluk ve dayanışmacılık) görünür kılmaya çalışmıştır. Bu değerleri temel alan demokratik konfederalizm dört düzeyde örgütlenmektedir: “En altta köylerdeki ve ilçelerdeki komünler yer almaktadır. Bu komünler, kasaba, kent ve bölge düzeyinde birbirleriyle bağlantılıdırlar. Bunun ardından kadınlar ve gençlik gibi toplumsal kategoriler gelir. Örgütlenmenin bir başka düzeyi, farklı etnik/dinsel/kültürel kimlikler çerçevesinde kültürel alanda ortaya çıkar. Dördüncü ve son düzey ise sivil toplum kuruluşları düzeyidir. Demokratik konfederalizm, temeldeki köy/ilçe, kent ve bölge düzeylerindeki meclisler aracılığıyla, toplumun tümünü aşağıdan yukarıya bu şekilde örgütleyecektir” (Radikal Demokrasi, Mustafa Karasu, 84-85). Yani demokratik konfederalizm fikri bir “demokratik özyönetim” modeli olarak tanımlanmaktadır. Öcalan’a göre “bu proje, yerel toplulukların özyönetiminde dayanmakta, açık meclisler, kasaba meclisleri, yerel parlamentolar ve daha geniş çaptaki kongreler biçiminde örgütlenmektedir. Bu tür bir özyönetimin özneleri devlet yetkilileri değil yurttaşların kendileridir”. Demokratik konfederalizm, ‘egemen üye devletler topluluğu’ olan konfederal yapılanmayla hiçbir ilgisi olmayıp tersine demokrasiyi yerel topluluklar temelinde tabandan pekiştirmeyi ve derinleştirmeyi amaçlamaktadır. “Demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik ve konfederalizm” şeklinde ortaya konulan politik hedeflere baktığımız zaman, demokratik cumhuriyet sınırları içinde yaşanılan devlette bir reform projesi iken, demokratik konfederalizm ve demokratik özerklik devletin ötesinde ve devletsiz bir siyaset fikrini içermektedir. Demokratik cumhuriyetin, yurttaşlığı esas alan, yerel özerkliği kabul eden yeni bir anayasayla mümkün olduğuna karar kılınmış ve yeni bir anayasanın oluşturulma çalışmaları desteklenmiştir. Demokratik özerklik veya demokratik konfederalizm ise,  Kürdistan’da kendi toplumsal, kültürel ve ekonomik alanlarını geliştirerek siyasal öz denetim ve öz yönetim sistemini öngörmektedir. Komünler ve halk meclisleri aracılığıyla temsili demokrasinin getirdiği tıkanıklık aşılmak istenmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Kürt hareketi tarafından ortaya konulduğu şekliyle 26 özerk bölgeli demokratik özerklik projesi, mevcut siyasal rejimin ötesine geçen radikal bir alternatif sunmaktadır. En önemlisi, bu proje, devleti ve ulusu dışlayarak demokrasiyi milliyetçilikten ayıran, demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak değil, halk egemenliğinin sınırsız ve dolaysız biçimi olarak gören radikal demokrasi anlayışına dayanmaktadır. Etnisite ya da toprak temelinde bir özerklik yerine, kültürel farklılıkların ifade edilmesine olanak tanıyacak bölgesel ve yerel yapılanmalar önerilmektedir.

1999 yılından bu yana Kürt partilerinin denetimi altında bulunan belediyeler bir tür kendi kendini yöneten bölgesel organlara dönüşmüştür. Zeynep Gambetti, Diyarbakır’daki durumdan hareketle bunu “kentin dekolonizasyonu” olarak tanımlamaktadır. 2007 Ekim ayında Diyarbakır’da toplanan ‘Demokratik Toplum Kongresi’ demokratik özerkliği Kürt halkının projesi olarak tanıdı. Daha sonra, 2007 Kasım ayında ikinci kongre toplandı ve bu kongrede “Kürt Sorununa Demokratik Çözüm – Demokratik Özerklik Projesi” raporu resmen benimsendi. DTK, halk iktidarının doğrudan ve kesintisiz niteliğiyle tanımlanan yeni bir siyasal tarz oluşturmak temelinde kurulmuştur. Kuruşundan bu yana köy, kasaba ve kent konseyleri, kadın ve gençlik dernekleri ve hükümet dışı kuruluşlar (HDK) dahil olmak üzere çeşitli toplum örgütlenmelerine yönelmiştir. Konsey sözcüleri ve ilçe düzeyinde seçilen delegeler kongrenin %60’ını oluştururken %40’lık bir kesim de HDK temsilcilerinden oluşmaktadır. DTP 2009 yerel seçimlerinden büyük bir zaferle çıkarak kazandığı belediyelerin sayısını iki katına katladı. Kürt hareketi özerklik ve konfederalizm projelerini 2009 yılında Mezopotamya Sosyal Forumu aracılığıyla Türk ve Dünya kamuoyuna tanıtmaya ve tartışılmasını sağlamaya çalıştı. Mezopotamya Sosyal Forumu Orta Doğudan ve diğer ülkelerden kuruluşları ve toplumsal hareketleri bu amaçla Diyarbakır’da bir araya getirmişti. BDP’li belediyeler, öz örgütlenme ve özerklik fikri doğrultusunda, sert tartışmalara yol açan ‘çok dilde belediye hizmetleri’ başlattılar. Önce belediyeye ait işaret levhaları Kürtçe ve Türkçe olarak yerlerine konulmuş ve esnaf da bu uygulamayı izlemiştir. Bölge kentlerinde mahalle ve il meclisleri oluşturuldu.  Hakkâri’nin Yüksekova (Gever) ilçesine bağlı bağlı 19 köyde, yaklaşık 5 yıldır komün yaşamının hayat bulmasına çalışılmaktadır. Gever’de kurulan köy komünlerinde mali, hukuk, eğitim ve kültür alanlarında komisyonlar oluşturulmuş, köy halkı her türlü sorunun üstesinden kendi öz gücüyle gelmeye uğraşmaktadır.

Özetle, 2005 yılından bu yana Türkiye’deki Kürt hareketinin demokratik konfederalizm çerçevesinde Kürt kimliğinin tanınması ve özyönetim kültürünü geliştirmek doğrultusunda siyasal ve toplumsal bir alan açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz.  Orta Doğu’nun en önemli seküler siyasal hareketi olan Kürt hareketi hem Türk siyasal sistemindeki merkeziyetçi geleneği kırmaya, hem de Türkiye solunun devletçi ve jakoben düşüncesini dönüştürme fırsatına ve potansiyeline her zamankinden daha fazla sahiptir.