25 Temmuz 2011 Pazartesi

Eril İktidarın Çatlaklarından Sızan Özgürlük

Erk-ek Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı

“Erkeklik, yalnız bizim çağımızda değil her çağda, kazanılmak zorunda olunan bir şeydi” [Leonard Krıegel]

Toplumsallaşma serüvenimiz boyunca tabi tutulduğumuz ve hiçbir zaman bitmeyecek “erkeklik” sınavının benliğimizde açtığı yaralar, yarattığı tahribatlar her erkeğin sınıfsal, kültürel konumuna, sosyal ve eğitim düzeyine göre farklılıklar gösterse de, “erkek olmak uğruna çoğu zaman insan olmaktan vazgeçtiğimiz” toplumsal cinsiyet rolü yıkıcı varoluşunu üretmeye devam etmektedir. “Çocuk oyunları, okul takımları, spor oluşumları, arkadaş grupları, aile ortamı, iş alanları, askerlik hizmeti gibi onlarcası sıralanabilecek bu mekanizmalar, kadınları ve erkekleri cinsiyet kalıpları üzerinden ayrıştırır. Bu ayrışma, aynı zamanda onların sosyal varoluşu haline gelir. Bireyin varlığı ancak, cinsiyetlendirilmiş muhayyel cemaatler içindeyken kabul edilir”[1]. Yani kısacası toplumsal cinsiyet rejimi içinde rolünü ve cinsel yönelimini kuşku götürmez şekilde belirginleştirmiş bireylerin toplumsal varoluşu kabul görmektedir. İçine sıkıştırıldığımız cinsiyet kalıplarının sınırlarını ihlal etmek, her türlü aşağılanmayı, dışlanmayı, şiddete maruz kalmayı ve hatta öldürülmeyi gerektiren bir sosyal varoluşu cepheden göğüslemek demektir. Toplumsal cinsiyet rejiminin sürekli bir iktidar kışkırtmasıyla zorladığı, her daim güçlü ve yeterli olması varsayılan erkeklik rolünün hakkını vermeye çalışmak hiçte kolay değildir. Yaşadığımız topraklarda erkekliğe giden çetin yolda erkeği; sert, duygusuz ve ağır yüklerle dolu bir dizi toplumsal ödev beklemektedir. Sünnet, Askerlik, İş bulma, Evlilik, Çocukları otoritesiyle yönlendirmek gibi sonu gelmez ritüellere, sorumluluklara razı olmak demektir. “Erkek, ailenin ordu gücüdür. Silahı olmasa bile, yumruğu işler olmalıdır. Ağır bir yükü taşıyabilmeli, sıkışık kapakları açabilmeli, kaçan birini koşup yakalayabilmelidir”[2]. Yinede erkeklik, kazanıldığından hiçbir zaman emin olunamayan bir yok-ödüldür. Her daim yeniden kanıtlanılması, üretilmesi ve taşınılması gereken uçucu bir kimliktir. Erkeklik bir kere elde edildikten sonra ömür boyu keyfi sürülen bir krallık değildir. Onaylanmaya ve okşanmaya muhtaç bir kudrettir. Hayattan yediğimiz güçlü şamarların etkisi çoğu zaman iktidarsızlık ve yetersizlik duygularını beslemekte buda erkeğin ruhunu zehirleyen hınç duygusunu durmadan bilemektedir. Sürekli kışkırtılan erkeklik mitinin hayatın sert duvarlarına toslamasıyla keşfedilen iktidarsızlık duyguları samimi bir yüzleşmeyi doğuracağına, yaşanan “erkeklik krizi” çeşitli maskelerle, güç gösterileriyle maalesef savuşturulmaktadır. İktidarın, işsizliğin, militarizmin ve patriarkinin yol açtığı yaralar ve değersizlik hissi; şiddetle, tecavüzle, ırkçı veya köktenci siyasal hareketlere katılmakla hatta gerekirse ölüm bile göze alınarak aşılmaya çalışılmaktadır. Kısacası erkek olmak uğruna ödenen bedeller kadını “dışarıdan”, erkeği ise “içeriden” yıkan sonuçlar yaratmaktadır. Erkeklik kimliğini kazanma mücadelesi kadınların seslerini kesmeyi hedef alırken, erkeklerin de kalplerini hançerlemeyi hedef alır. Şefkatsiz, sevgi fakiri, korku ve kaygıların kemirdiği bir şizofren varlığa dönüşmektedir. Yıldırım Türker’in deyişiyle “Erkle tartılan, erkle tanımlanan, serüveni erk peşinde bir varoluşun sıkılgan bekçisi”dir erkek. Meşruluğunu benliğindeki kadınsı değerleri bastırmaktan alan bir anti-kimliktir. Kısacası erkeğin varlığı, huzursuzluğun ve gerilimin uzun tarihidir. Hayatıma girmiş kadınların yarattıkları farkındalıklar ve feminist literatürün özgürlük tahayyülümde yarattığı dönüşümler toplumsal erkeklik hikâyemin üzerine daha uzun ve derinden düşünmemi sağladı. Erkekliğin bir “imkânsız iktidar” olduğunu, kimi korkuları gizleyen bir suskunluk zırhı, ayağıma dolanan bazı eksiklikleri ve yetersizlikleri savuşturma telaşı olduğunu maalesef geç fark ettim. Erkeklik mitinin sessizleştirdiği bu karanlık ve ağır cemaatin mahremiyetinin içinden konuşmak, özele dair bir yarayı dillendirmek, bu ketum varoluşu her yönüyle sorunsallaştırmak sanıldığından daha zordur. Çünkü “erkeklik, sürekli başka konumların ‘ne olduğu’ hakkında konuşma hakkını kendi elinde tutan ve bu sayede kendi bulunduğu konum sorgulama dışı kalan bir ‘iktidar konumu’dur”[3]. Bende bir erkek olarak bu iktidar konumuyla suç ortaklıklarımı, erkeklik kalesinin iç çatlaklarını ve hegemonik erkekliğin beni de ezen tahakküm örüntülerini öznelliğim üzerinden elimden geldiğince görünür kılmaya çalışacağım. Elimden geldiğince diyorum çünkü bir erkek olarak erkeklik hallerimi “serde erkeklik var” belasından ötürü kadınlar gibi en dolaysız, en çıplak haliyle anlatabileceğimden hala emin değilim. Anlatacaklarım erkeklik hikâyemin sadece bazı kör düğümlerine içten dokunmak ve erkeklik kalesinin ulaşılmaz burçlarına tırmanmaktan vazgeçişimin, “kaçış çizgileri”min gerekçelerini ortaya sermekten ibarettir.


"Gerçekten de en çok erkeği ezer erkeklik... Yanındaki kıza laf atana okkalı bir kafa atamamanın, maçta topu tutamamanın, askerde düşmanı mıhlayamamanın, yatakta kadını haklayamamanın, eve ekmek taşıyamamanın yarattığı tahribat o denli büyüktür ki bunlarla baş edebilmek, ezikliğini örtebilmek için efsaneler uydurarak erkekliğini yüceltir erkek: Adama öyle bir kafa atmıştır ki, topa öyle çakmıştır ki, kızı öyle haklamıştır ki... Malum, bir kızla birleşerek erkekliğini "kazanır"; kız ise erkekle birleşerek kızlığını "kaybeder". Erkeklik bayrağı, en çok da zifaf döşeklerinde, askere uğurlama törenlerinde, büyük derbilerde, meclis kürsülerinde, evlerde yüceltile yüceltile insanlığın başına bela olmuştur. Kim bilir kaç zifaf cinayetinde erkeklik zaafının duyulmasından kaygılanan erkek kaygıları rol oynamıştır. Kaç namus cinayetinde, kaç sevilmemiş çocukta, ilan edilememiş kaç aşkta, yok yere çekilmiş kaç hançerde, gereksiz yere ilan edilmiş kaç savaşta bu fuzuli dolduruşun parmak izleri vardır" [Can Dündar]

Erkek olmanın dayanılmaz ağırlığını, erkekliğin bir yük olduğunu sanırım ilk kez ilkokul yıllarında hissetmeye başladım. Köyde ilkokulu aynı sınıfta okuduğum ablamla geçirdiğim beş yıl, onun “namusunu” koruyamama korkusunun eşlik ettiği her gün çekmek zorunda olduğum bir cehennem azabı gibi gelmişti. Bir erkek çocuğun ona laf atması veya hakaret etmesi durumunda çelimsiz vücudumun onu korumakta yetersiz kalacağını, o erkek çocuklara haddini bildirememe korkusu en coşkulu yıllarımı bir kâbusa dönüştürmüştü. İlkokulun bitmesiyle ablamın ev hayatına dönmesi bu ağır “temsil yükü”nden kurtulduğum anlamına geliyordu. Ancak ilkokuldan sonra başlayan yatılı okul yıllarım da daha sert bir erkeklik sınavının beni beklediğini bilmiyordum. Yatılı okul yatakhanesindeki “homurtulu erkekler” dünyasında her davranış ve paylaşım biçimi sert bir erkeklik kalıbına oturmak zorundaydı. Kuşatılmış bu sınırlı sosyal yaşam içinde güçlü olmak, okul yöneticilerinin soluk aldırmaz baskısına karşı bir direniş, sefil hayat koşullarına bir tutunma biçimiydi belki de. Yatılı okulun yatakhanesine adım attığım ilk gece maruz kaldığım o eşek şakasını pardon erkeklik şakasını hala unutmuş değilim. Şairin dediği gibi “çocukluk gökyüzü gibidir hiçbir yere gitmiyor” nede olsa. Bana gösterilen yatağıma ilk günün yorgunluğuyla uzanıp uyumaya çalışırken bir anda yaklaşık olarak on kişinin yatağımın üstüne birbirinin sırtına atlar şekilde yüklendiklerini gördüm. O kadar ağırlığın altında uzun süre soluksuz kaldığımı hatta nefessiz kalıp ölmek üzere olduğumu hissedince attığım şiddetli bir çığlık sayesinde kurtulabildim. Meğer bu hareket her yeni gelen erkek öğrenciye tacizle karışık bir hoş geldin! şakasıymış. Yataktan fırlayıp lavaboya koştum, lavabonun aynası karşısında uzun süre hıçkırıklarla sarsıla sarsıla ağladığımı hatırlıyorum. Kendimi ilk kez bu kadar çaresiz ve yetersiz hissetmiştim. Maruz kaldığım olay, güya kazanmak zorunda olduğum güçlü erkeklik imgesini fena halde zedelemişti. Şişirilmiş erkeklik gururumun yaralanmış olması uzun süre etkisinden kurtulamadığım bir “erkeklik krizi” yaratmıştı. Gerek dayanıksız vücuduma pek güvenememe duygusundan gerekse ruhumun başka yaşam itkileriyle çalkalanıyor olması dolaysıyla lise yılları boyunca yatılı öğrencilerin rekabet dünyasından, eğlenme biçimlerinden uzak kapalı devre bir hayatı tercih ettim diyebilirim. Yaşıtlarımla birlikte ne kahveye gidip bir oyun oynadım (hala bildiğim bir kahve oyunu yoktur) ne bir futbol takımına çağırılma keyfini yaşadım ne de herhangi bir kavganın vazgeçilmez elemanı olarak görüldüm. Kendi içindeki ütopik denizlerde kaybolan asosyal bir yaratık gibiydim. Lise yıllarındaki lakabımın “uzaylı” olması da bu dünyaya ait olmama, başka bir gezegenden geldiğime yönelik arkadaş takılmalarından doğmuştu. Öğretmenleri bile döven, saldıkları korku sayesinde varolan kimi erkek öğrencilere sınavlarda yardım etmek zorunda kalmam, şiddetin belirlediği erkeklik hiyerarşisine itaat etmenin bir başka gerekliliğiydi. Lise yıllarının bittiği, ruhumdaki ergenlik sivilcelerinin bir kısmının patladığı üniversite yıllarında erkekliğin daha politik örüntülerle kendini yeniden ürettiği bir erkeklik dünyasına dâhil olmuştum. Kadınsılaştırılmış bir ulusu edilgen konumundan kurtarmak için, “erkekliğin geri kazanıldığı” anti-sömürgeci mücadelenin saflarında “yiğit Kürt erkekleri” olarak yerimizi almıştık. Kahramanlık halesinin başımıza konacağı devrim denilen hülyalı güne hazırlanırken her mekânda faşist bildiğimiz erkek öğrencilerle kıyasıya dövüşüyorduk. Üniversitenin her alanı politik erkekler arasındaki şiddetli kavgaların damgasını vurduğu bir cenk meydanına dönüşmüştü. Kadın yoldaşlar bu meydan kavgalarında çantalarında bizim için taş taşıyan, uzaktan taş atan, karşıt safın hamlelerini bize bildiren, yıpranmış sinirlerimize umutlu masajlar yapan ‘yedek ordu’ konumundaydı. Yurtta ülkücü kadınlara saldırdıkları, onlara şiddet uyguladıkları haberlerini de duymuyor değildik elbette. Ancak mücadelenin asli özneleri biz erkeklerdik, devrim kadınlara bırakılamayacak kadar ciddi ve sert olmayı gerektiren bir toplumsal hedefti! Ayrıca gözaltı deneyimini yaşayıp dışarı çıktığımızda yaşadıklarımızı bir direniş destanına, bir kahramanlık anlatısına dönüştürmekte de pek mahirdik. Bir gözaltı deneyiminde işkence yapan polisle aramda geçen bir diyalogu özellikle aktarmak istiyorum. Diyalogun önemi, polisin bendeki fallus merkezli iktidar algısını sarsacağını bir erkek olarak çok iyi tahmin etmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Gördüğüm çeşitli işkence biçimlerinden sonra psikolojik işkence seanslarının birinde polis yumuşak bir ses tonuyla: “Remo bak oğlum kendini boş yere ezdiriyorsun. Birazdan penisinine vereceğimiz elektrikle seni iktidarsızlaştıracağız. Bundan böyle hiçbir kadına bir şey yapamayacaksın. Apo Kürdistan’ı yarın kursa bile ne yapacaksın böyle bir Kürdistan’ı?” demişti. Pek belli etmemeye çalışsam da bu psikolojik saldırıya savunmasız yakalanmıştım, polisin söyledikleri içime taş gibi oturmuştu. İktidarsız bir erkek olarak yaşamak bana ölmekle eşdeğer gibi gelmişti. “İktidar olarak fallus imgesinin nerdeyse evrensel bir yaygınlığa sahip olduğu su götürmez. İlkel kabilelerin ve eski Yunanların bereket simgelerinden pornografinin kullandığı dile kadar, penis hep bir silah, bir araç, korkutucu bir güç kaynağı olarak betimlenmiştir”[4]. Zaman içinde otoriter siyasetlere veda ederken, o siyasetlerin homofobik, kadınsı değerleri aşağılayan, kahramanlık ve yiğitlik kültünü yeniden üreten eril diliyle kendi içimde hesaplaşmam feminist politikanın yarattığı farkındalık sayesinde mümkün oldu. Feminist eleştiriye ve kadınlardan öğrenmeye kapılarını açmayan, “erkeklik belası”nı sorunsallaştırmayan hiçbir bir sol politikanın özgürlük iddialarının geçerli olamayacağına ikna olmuştum. Bu dönemde anarşist, anti-otoriter ve anti-militarist öznelerle olan politik yakınlığımın doğurduğu temel sonuçlardan biride toplumsal cinsiyet mevzusuna, cinsiyet hallerine daha içeriden bakmayı öğrenmem oldu. Bu insanların kadın ve lgbtt hareketiyle olan doğrudan temasının yarattığı deneyim zenginliğinden beslenmek, tarihsel ve toplumsal okumalarımın merkezini oluşturan sınıf, iktidar, etnisite, kültürel fark kategorilerine cinsiyet kategorisini de çıkmamak üzere eklemiş oldu.


Post-modern Zamanlarda “Erkeklik Krizi”nin Yeni Halleri

“Bu toplumda erkek olmak kendinden olabildiğince az vermek anlamını taşıyor” [Dustin Hoffman]

Peki, içinden geçtiğimiz post-modern zamanlarda erkeklik nasıl bir değişim geçirmekte, yeni zamanlarda kendini hangi inceltilmiş toplumsal mekanizmalarla yeniden üretmekte ve erkeklerin bu iktidar konumundan feragat etme mücadelesinde umutlu olunabilecek işaretler görmek mümkün mü? Bu sorulara bir çırpıda olumlu veya olumsuz cevaplar vermek zor çünkü hiçbir zaman ve hiçbir yerde genel geçer, tek bir erkeklik tanımı olmadığı gibi erkeklik deneyimleri de yaşa, sınıfa, kültürel farklara ve habitusa* göre değişen tezahürler göstermektedir. Cinsiyet farkları rejimine dayalı eril tahakküm ilişkileri günümüzde göç, maddi olmayan üretim, yeni piyasa kapitalizmi, yeni aile değerlerine bağlı olarak değişim geçirmektedir. Bugün egemen erkeklik değerlerinde ve tarzlarında yaşanan sarsıntılar “erkeklik krizi” olarak nitelendirilmektedir. Kana ya da soya dayalı patriarki, yani yaşlı erkeğin otoritesine dayalı eril tahakküm rejimi; göç, kadının iş hayatında önemli konumlar edinmesi ve kapitalist piyasa koşullarına bağlı olarak dünyanın çoğu yerinde çözülüyor. “Başarılı erkek olmak için tam gün çalışmaya dayalı bir iş ve ömür boyu süren kariyer sahibi olmanın önemi giderek azalmaktadır. Hizmet sektörü giderek sanayi sektörünün önüne geçmekte ve bu nedenle işçi sınıfı temelli erkeklik modellerini zayıflatmaktadır. Yeni zamanlarda erkek olarak topluma kabul edilmek için üretmeyi, çalışmayı, teknolojik uzmanlık bilgisine sahip olma ve araçsal aklını kullanma becerisine sahip olmayı başarmak gereklidir. 19.yüzyılın sahip olduğu işi kaybetmemek için yumruklarıyla kavga eden erkeğin yirminci yüzyılda yerini kişisel risk alan, strateji üreten, girişimci erkeğe bırakmıştır”[5]. Post-endüstriyel dönemde alt sınıflara mensup erkeklerin gittikçe daha zor iş bulur hale gelmeleri, işsizliğin tetiklediği güven yitimi ve bağımsızlık kaybı aynı zamanda bir “erkeklik kaybı” anlamına gelmektedir. Buda beraberinde kadınlara, siyahlara, eşcinsellere, yabancı göçmenlere (Türkiye’de Kürtlere) yönelik ayrımcı, şiddet içeren “yeni sağ” politikaların bu alt sınıflar içinde taban bulmasını getirmektedir. Alt sınıf mensubu erkekler, içinde bulundukları kötü yaşam koşullarının sebebi olarak bu “öteki”leri görmektedirler. Irkçılığa, kadın düşmanlığına ve şiddete yönelerek tehdit altında hissettikleri erkek kimliklerini sağaltma, yeniden güçlendirme çabası içinde olduklarını gözlemlemek mümkün.

Türkiye’de olmasa da çoğu ülkede zorunlu askerliğe dayalı vatandaş ordularının yerini profesyonel ordu anlayışına bırakması “vatan kurtaran erkek imgesi”nin de krize girmesini doğurmuştur.Ancak Türkiye’de askerlik kurumu hala erkekliğin önemli “istasyon”larından biri olmaya devam etmektedir. “Militarizm, erkekliğe atfedilen değerlerin meşruluğu ve üstünlüğüne dayanır. Vurdu mu deviren olmak, tahammülsüzlük, karı gibi olmamak, kısa yoldan sonuç almak, gücünü göstermek, gerçekçi olmak ataerkiyle militarizmin ortak değerleridir. Militarizmin uygulayıcılığının erkeklere yüklenmesi eril değerlerin hiyerarşik üstünlüğünden, dolaysıyla toplumsal gücünden kaynaklanır. Bu bir nevi ittifak politikasıdır”[6]. Modern ulus-devletlerin savaş ve güvenlik ihtiyacından doğan zorunlu askerlik, yurttaşlığa kabulün bir ayini olmasının yanı sıra hegemonik erkekliğin© inşasında da önemli bir role sahiptir. Bir tür “erkeklik ispatı” haline dönüşen askerlik deneyimi aynı zamanda kadınsı tüm değer ve özelliklerin aşağılandığı, saldırgan erkeklik değerlerinin yüceltildiği ve kurumsallaştırıldığı bir deneyimdir. Militarizmin cinsiyetlendirilmiş ulusal politikası, erkeklerin savaşçı robotlar, kadınlarında pasif ama sadık destekçiler rolünü oynadığı vatandaş tipini yaratmaktır. Enloe’nin de dikkat çektiği gibi, militarist siyasette kadınlara düşen rol, oğlunu askerliğe yüreklendiren anne, yaralı askeri iyileştiren hastabakıcı, askerleri eğlendiren fahişe ve cephe gerisi hizmetlerine koşturan görevli kadın olmaktır. “Militarist pratiklerin içselleştirilmesi ile erkeklerin ölme ve öldürmeye razı savaşçılar haline gelebilmeleri, askerliğin bir tür ‘erkeklik sınavı’ olarak varolmasına bağlıdır ve bu sınavı başarı ile geçenlerin ‘sağlam erkek’ olarak topluma katılmaya hak kazanacağına dair bir ‘ritüelistik sözleşme’ söz konusudur.”[7] Askerlik süresince disipline edilen, ‘adam olma’ rüştünü ispatlamış olarak topluma dönen erkek, kazandığı ayrıcalıklı konumuna aile içinde itaat, toplum nezdinde de saygı beklemektedir. “Askerlik sonrası, ailesine bir çeşit ‘devlet’ olarak dönen erkek, babalık konumu içinde ailenin de askeri oluyor. Ömür boyu, korumak, nöbet tutmak, kollamak, intikam almak gibi sorumlulukları taşıyor. Kurumsal örgütlenme içinde üretilen askeri itaat, gündelik yaşamın kulisinde depolanmış şiddetin kurumsallaşmasını, görev olarak kabul edilmesini, süreklileşmesini ve sıradanlaşmasını sağlıyor”[8]. Günümüzde çoğu ülkede zorunlu askerliğin yerini profesyonel ordunun alması, vicdani red hareketinin militarizmin meşruluğunu toplum nezdinde sorgular hale getirmesi, zorunlu savaşların yarattığı travmalar ve askerlik sonrasında korunaklı bir hayat kurmanın zorlukları, erkeğin militarizm üzerinden doğan gücünü ve itibarını önemli oranda sarsan bir başka “erkeklik krizi”nin kaynağı haline gelmiştir.

Güçlü baba figürünün zayıf olduğu, babanın varlığından çok soluk siluetinin eşlik ettiği bir aile ortamında büyüdüm. Dede’nin sarsılmaz otoritesinin diğer tüm erkeklerin varlığını sildiği, dede’nin ölene dek süren otoritesi karşısında aile içinde yaşayan bütün erkeklerin hizaya geldiği, iktidarlarından vazgeçmek zorunda kaldığı geniş bir aile yapısıydı. Babam, tarlada birlikte çalıştığım, ismiyle hitap ettiğim, dedenin erkeklik şemsiyesi altında eşit şekilde konumlandığım bir gölge figürdü. Aileye mensup çocukların okul hayatını, alınacak kıyafetleri, evlilikleri, köy içinde kimlere yakın kimlere uzak olmamız gerektiğine kadar tüm yaşam döngüsünü dedem belirlemekteydi. Dedem bir korku anıtıydı. Çocukluğum; dedenin korkusundan komşu çocuklarla top oynamaya dahi gidemediğim, gündelik işlerde bile marabaların çalıştırıldığı, yoksul köylülerin nefret ettiği bir feodal gettoda geçti. Erkeklik değerlerinin durmadan kutsandığı, kadınlara yönelik küfür ve hakaretlerin havada uçuştuğu, yoksul köylülerin insan yerine konulmadığı bir aile ortamında büyümek, kişiliğimde bir dizi otoriter ve eril özelliklerin de sanırım köklerini oluşturdu. Ayrıca ilk erkek çocuk olmanın verdiği bütün ayrıcalıklara da annem sayesinde kavuşmuştum. Kız kardeşler bize hizmet etmesi gereken geçici kardeşlerdi. Ailenin gelecek sigortası erkek çocuklarıydı. Aile içinde doğallaştırılan cinsiyet eşitsizliğini annem de doğal görmekteydi çünkü bu eşitsizlik tanrının farklı fıtratlara ve yeteneklere sahip şekilde yarattığı cinslere emrettiği ilahi bir rol dağılımıydı. Günah, yeryüzüne Havva yüzünden gelmişti ve doğuştan lanetli olan kadın, erkeğe hizmet ederek bu kefaretini ödemeliydi. Annemin baskın karakterini babam çoğunlukla onaylayan bir rolle geçiştirmekteydi. Babam saldığı korkuyla bizi hizaya getirmekten çok bizi sürekli başka ailelerin çocuklarıyla kıyaslayarak, varlığımızı hiçleştirerek, önümüze aşılmaz yaşam çıtaları koyarak ehlileştirmeye uğraştı. Bedenimizden çok ruhumuza işkence eden babalardandı. Her şeye rağmen gerek şiddetin gerekse toplumsal ahlakın varlığını dokunulmaz kıldığı baba, tanrı ve devletin aile içindeki gölgesidir. Babaların çocukların ruhunda açtığı yaralar da kolay kolay kapanmamaktadır. Birçok erkeğin orta yaş dönemlerinde babalarını affedip babalarını anlamaya başladıklarını söylemeleri sanırım babalık konumunun doğurduğu yaptırımları zamanla kendilerine sunulmuş bir hak olarak görmeye başlamalarının bir sonucu olsa gerek. Günümüzde “babadan oğula “erkeklik” naklinde meydana gelen kesintiler farklı erkeklik deneyimlerin tohumlarını atıyor. Bunun her zaman olumlu olması gerekmez elbette. Ama yine de kendini “keşfe” dayalı büyüme dönemi önemli fırsatlar sunuyor genç erkeklere”[9]. Para kazanan baba rolünün kadının eşit ekonomik gücüyle gittikçe dengelenmesi, erkeliğin babadan aktarımla öğrenilmesinin yerini arkadaş veya sosyal erkeklik gruplarında öğrenilmeye bırakması, çocuğun erken yaşlarda okul hayatı aracılığıyla aileden kopması, kadının iş hayatı dolaysıyla çocuk bakımına babanın da ortak olmak zorunda kalmış olması babalık konumu üzerinden başka bir “erkeklik krizi”nin de temelini atmıştır.


Eril Tahakküme Karşı Erkekler

“Dünyanın bütün emekçileri, özellikle erkek olanlar, gevşeyin” [David Cohen]

Cinsiyet eşitsizliğine, eril şiddete, patriarkal iktidara ve heteroseksüel normlara karşı çıkan erkeklerin cılızda olsa sesini duyurur hale gelmesi, örgütlenmesi feminist siyasetin etki alanını güçlendirmiştir. Egemen erkeklik değerlerine ve kadına yönelik şiddeti engellemek amacıyla bir araya gelen erkeklerin oluşturduğu örgütler ve ağlar günümüzde gittikçe yaygınlaşıyor. “Devlet tarafından işkence edilmiş muhalifler, etnik kimlikleri nedeniyle aşağılanmış Kürt erkekler, biyolojik erkeklikleri ile dertli eşcinseller, savaş karşıtları, pasifistler, vicdani retçiler, feminist kadınlar ile yaşarken eğitilmiş erkekler”[10] eril şiddeti ve hâkim erkeklik değerlerini belli oranda sorgulamaya, kadınlarla ortak politikalar geliştirmeye başlamışlardır. Hegemonik erkeklikten zarar gören erkeklerin yaşadıkları “erkeklik acıları”, veya “özgürleştirici çıkarlar” cinsiyet eşitliğine dayalı, duyguların yön verdiği özgür bir yaşam politikası geliştirmelerinin de kalkış noktası olmuştur. Yani eril iktidarın erkeği hem ayrıcalıklarla donatan hem de yaralayan, rekabetçi doğası bu iktidara karşı çıkan “pro-feminist erkekler”in ortaya çıkmasının da koşullarını hazırlamıştır. Kimi erkeklerin egemen erkeklik değerleriyle yüzleşmesinde ve bu değerlere karşı farkındalık geliştirmesinde, doğrudan ilişkilendikleri kadınların yaşadıkları erkek kaynaklı acılara, yıkımlara, şiddete tanık olmaları da önemli bir rol oynamaktadır. Erkeklerin şiddete karşı örgütlenmesinin belki de en bilinen örneği Beyaz Kurdele Kampanyası’dır. Kanada’nın Montreal kentinde bir kadın sığınma evinde 14 kadının katledilmesinin ikinci yıldönümü olan 1991 yılında başlayan kampanya 4 kıta ve 35 ülkede faaliyet gösteren, erkekleri şiddete karşı harekete geçirmeye çalışan bir örgütlenmeye dönüşmüştür. Erkekler beyaz kurdele takarak, kendileri kadına hiçbir zaman şiddet uygulamayacaklarına, uygulanan şiddete karşı çıkıp buna sessiz kalmayacaklarına söz veriyorlar. Hindistan’da “Taciz ve Şiddete Karşı Erkekler”örgütü, Orta Amerika’da “Buluşma Noktaları” ve “Şiddete Karşı Erkekler” örgütleri, Şubat 2000’de Namibya’da toplanan “Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Erkekler Konferansı” ve yine Avustralya’da “Cinsel Saldırıya Karşı Erkekler”gibi örgütler eril şiddet kültürünü reddetmeye, şiddet mağduru kadın ve çocuklarla dayanışmaya çalışmaktadırlar. ABD’de şuan itibariyle 100’ü aşkın erkek grubu bulunmaktadır. En önemlileri “Şiddetle Baş Eden Erkekler”, “Erkek Destek Merkezi”, “Erkekler Tecavüzü Durdurabilir” olarak sayılabilinir. Ayrıca yaşadığımız topraklarda bir ilk olan ve bu konuda geleceğe cılızda olsa umutla bakmamızı sağlayan ”Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi”nden özel olarak söz etmek gerekmektedir. BEDİ (Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi), oluşum hikâyesini anlattığı bildiride kendisini şöyle tanımlamaktadır: “Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi, toplumda hâkim olan erkeklik biçimlerine, cinsiyetçiliğe, dayatılmış cins kimliklerine ve homofobiye karşı olan anti-otoriter bir erkek inisiyatifidir. İtalyan sanatçı Pippa Bacca'nın tecavüz edilerek öldürülmesine karşı ortaya çıkan tepkilerin ardından kendi tavrını ortaya koymak isteyen bazı anarşist/anti-otoriter erkeklerin çağrısıyla, 19 Nisan 2008 Cumartesi akşamı Galatasaray lisesi önünde başlayıp Taksim meydanına kadar bir yürüyüş gerçekleştirilmiştir. Eylem 50'nin üzerinde anarşist, anti-otoriter, sol ve muhalif erkeklerin katılımı ve bir o kadar anarşist ve feminist kadının desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu eylemin ardından toplumsal cinsiyet ve erkeklik konularında hem sokağa yönelik eylemler hem de daha yaygın çalışmalar yürütmek üzere bu eylemin örgütlenmesinde yer alan bazı anti-otoriter erkekler "Biz Erkek Değiliz İnisiyatifini" oluşturmuşlardır”. Cinsiyetçiliğe karşı çıkan erkek gruplarının taahhütlerini şöyle sıralayabiliriz: “antiseksist erkek gruplarına katılarak cinsiyetçilikle baş etmeyi öğrenmek ve ciddi bir bilinç yükseltme çalışması yapmak. Kadın özgürlük hareketini ve Gay hareketidesteklemek, ev işlerini ve çocuk bakımını paylaşmak, feminist ve gay hareketin eleştiri ve önerilerini önemsemek, şiddetin her türünü (fiziksel, duygusal, sözel, sembolik) reddetmek[11]

Patriarkal kültürün, tarihin uzun bir kesiti boyunca kutsadığı ve doğallaştırdığı eş ve annelik rollerini feminist hareketin cesaretle red etmesi, erkek kurtuluş hareketine de önemli bir esin kaynağı olabilir. Erkeğin yaşamı boyunca; güçlü bir erkek, fedakâr bir koca, romantik bir âşık, rol modeli bir baba, vatan kurtaran asker olmak gibi boğucu ve hayatı çölleştiren erkeklik rollerine başkaldırması mümkündür. Çünkü erkeklerin büyük bir bölümü “koşum takımları içinde yaşamaktadır”[12]. Sürekli zirvede kalmak arzusu, bitiş çizgisi olmayan bir maratonda tökezlemeden ölümüne koşmayı gerektirmektedir. Çocukluktan başlayarak öğretilen duygularını bastırmak, korkmamak, eşcinsel yönelimden nefret etmek, yetersizliklerini saklamak, evi geçindirecek bir baltaya sap olmak rolleri erkeklik adına çoğu zaman bir öz-yıkım yaratmaktadır. Bu yüzden “erkek, hemen hiçbir zaman nihayet bir erkek haline geldiğini varsaymadığı için sürekli savaş halindedir”[13]. Erkeklik daima tamamlanmamış olan bir toplumsal varoluşun üzerine kurulmuştur. Bir kahramanlık mitiyle büyüyen erkek, hayatı bir savaş ve rekabet arenası olarak görmekte, kadınla yaşadığı ilişkide de her yönüyle fetihçi rolüne layık olmaya çalışmaktadır. Ancak David Cohen’in dediği gibi “çağdaş ilişkiler, tıpkı modern kahramanlar gibi yeni baskılar altındadır”[14]. Her gün ölesiye çalışan, horlanan, disiplin toplumunun her yerde örselediği ve başka erkeklerin ırkçı aşağılamalarına maruz kalan erkeklerin ayrıcalıklarını sürdürebildikleri tek yer evdeki iktidarlarıdır. Gerek kadının yasalar karşısında ve gündelik yaşam içinde güçlenen konumu gerekse dışarıdaki hayatın dayattığı yeni erkeklik rolleri evdeki iktidarın da çatırdamasını ve erkeğin iktidarsız iktidarıyla yüzleşmesini zorunlu kılmaktadır. “Erkeğin özgürlüğü, erkin her türünü sorgulayarak başlar. Erkin her türlü uygulanmasından feragat edebildiği ölçüde özgürleşir, erkek. Öyleyse; sinsilikten, ketumluktan, yalnızlıktan gerçek inzivaya. Kontratlardan gayri meşru bir varoluşa. Ebedi rekabetten dostluğa. Kolay çatılmış akıldan Heves'in kuracağı tuzaklara. Erkekliğin saldırganlıkla, meydan okumayla, savaşçılıkla, avcılıkla tıka basa doldurulmuş, hazzı kıyıcı zaferlerde bulan tanımını silmek; karşılığında kocaman, uğultulu bir boşluk bırakmak gerek”[15].

Belki de üzerimize yapışmış bu tahakküm gömleğini çıkarmakla başlayacak özgürlük serüvenimiz. Erkek olarak bugüne kadar varlığımızdan dışladığımız “kadınsı” addedilen değerleri yani pasifliği, sıcaklığı, sezgiyi, inceliği, sevgiyi, vermeyi ve en önemlisi duyguyu yeniden keşfederek bizi katılaştıran, hayatı kurutan eril iktidarın soğuk hücrelerinden çıkabiliriz.


Kaynakça:

  • Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar - Metis Yayınları
  • Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Pınar Selek - İletişim Yayınları
  • Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler, Lynne Segel - Ayrıntı Yayınları
  • Erkek Olmak, David Cohen - Alan Yayıncılık
  • Erkek Olmanın Tehlikeleri, Herd Goldberg - Bilim ve Sanat
  • Erkek Kimliğinin Değişe(meye)n Halleri, Editör: Huriye Kuruoğlu - Beta Yayınları
  • Toplum ve Bilim Dergisi, Erkeklik Sayısı, Sayı: 101, Güz 2004


Dipnotlar:

[1] Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Pınar Selek, syf: 10, İletişim Yayınları

[2] Pınar Selek, syf: 23

[3] Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar, syf:16, Metis Yayınları

[4] Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler, Lynne Segel syf: 117, Ayrıntı Yayınları

* Habitus, Bourdieo’ya göre “failleri belli bir şekilde davranmaya yönelten bir eğilimler kümesi” olarak tanımlamaktadır. Bu eğilimler algının, davranışların, yani her tür pratiğin ana kaynağını oluştururlar. Burada önemli olan nokta, bu pratiklerin düzenli pratikler olmasına karşın, bu düzenlikleri uygulatan ya da zorlayan bir yöneticiden bahsetmenin mümkün olmamasıdır. Bunlar hayatın içine kazılı olup sürekli dönüştürülebilir bir eğilimler sistemi olarak işler. Kısaca habitus, insana ‘şu’ değil de ‘bu’ şekilde davranmasını söyleyen bir görünmez çerçevedir. “Bugün içinde süren ve gelecekte de kendi ilkelerine göre yapılaşmış edimlerde mevcudiyetini devam ettirecek olan bir geçmiştir”. Habitus, “toplumsallaşmış öznellik”tir. Bu bağlamda habitus, vücudumuz içinde dünün, geçmişin ya da tarihin anonimleştirildiği, yeniden üretildiği bir mekândır.

[5] Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar, syf:54-57, Metis Yayınları

[6] Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Pınar Selek, syf: 24-25, İletişim Yayınları

© Hegemonik erkeklik, “belirli erkek gruplarının güç ve zenginliği nasıl ellerinde tuttukları, tahakkümü yaratan toplumsal ilişkileri nasıl meşrulaştırdıklarını ve yeniden ürettiklerini” anlamaya yönelik bir kavramdır. Hegemonik erkeklik; sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünü değil, farklı erkeklik grupları arasındaki tahakküm ilişkilerini de anlamaya yönelik olarak oluşturulmuş ikili işleve sahip bir kavramdır. Dışsal hegemonya erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünün kurumsallaşması sürecine işaret ederken, içsel hegemonya bir grup erkeğin diğer erkekler üzerindeki hâkimiyetine göndermede bulunmaktadır. Hegemonik erkeklik, sadece zor ya da şiddet üzerinden işlemez. Kavramın önemi, erkeklerin kadınlara ve birbirlerine karşı kurdukları tahakküm ilişkilerinin inşasında kültür ve kurumlar üzerinden işleyen ikna ve rıza pratiklerine göndermede bulunmasında yatmaktadır. Hegemonik erkeklik, toplumsal süreçler içinde idealize edilmiş erkeklik formlarının iktidar ilişkileri aracılığıyla tüm topluma nasıl yayıldığını sorunsallaştıran bir kavramdır.

[7] Serpil Sancar, syf: 155

[8] Pınar Selek, syf: 210

[9] Serpil Sancar, syf:139

[10] Erkeklik: İmkânsız İktidar, Serpil Sancar, syf:270, Metis Yayınları

[11] Serpil Sancar, syf:273

[12] Erkek Olmanın Tehlikeleri - Erkek Üstünlüğü Mitini Yaşatmak, Herd Goldberg, syf:15, Bilim ve Sanat

[13] Erkek Kimliğinin Değişe(meye)n Halleri, Editör: Huriye Kuruoğlu, syf:8, Beta Yayınları

[14] Erkek Olmak, David Cohen, syf:199, Alan Yayıncılık

[15] Erk ile erkek, Yıldırım Türker, syf: 9-10, Toplum ve Bilim Dergisi, Güz 2004

21 Temmuz 2011 Perşembe

Faşizmin Azgın Sularında Çırpınan Bir Toplum


Diyarbakır'ın Silvan ilçesi kırsalında yaşamını yitiren on üç askerin cenaze törenleri savaş naralarının ülke sathına yayıldığı, milliyetçi histerilerin ayyuka çıktığı bir ulusal yas seremonisine dönüştürüldü. Giorgio Agamben, Yas ile Yasasızlık arasında tarih boyunca süregelen bir ilişki olduğuna dikkatimizi çeker. “Ne zaman aşırı güvensiz ortamı örten meşrulaştırmalar yıkılsa ya da tehdit edilse, sürekli yasasızlığın tedhiş olasılığı gündeme gelir[1]. İktidarı zora sokan veya meşruluk kaynağının altını oyan cenaze törenlerinde “ulusal yasa” eşlik eden bir tür seferberliğin ruhu varlığını hissettirir. Siyasal İktidar, bu cenaze törenlerini ulusal bir felaket ya da herkesin bir parçasını oluşturduğu bir toplumsal drama dönüştürme gayreti içine girer. Ülke çapında bir seferberlik veya teyakkuz duygusunu hâkim kılmanın en uygun koşulları olarak değerlendirilir. Yas, yasasızlığın bahanesi haline geldiğinde, iktidar savaş ve ölüm kusan sarhoşluğundan yeni istisna halleri yaratmaya çalışır. Kürt Siyasal Hareketi, Türkiye toplumunun kimyasını bozduğu gibi, devlet aklını ve hâkim siyaset algısını da iptal etti. Bütün bu Kemalist, milliyetçi hezeyanlar, “Efendi Türk”e hizmet etme rolünden vazgeçmiş Kür’dü temelli yitirmiş olmanın yarattığı telaşın bir dışa vurumudur. Kürtlerin varlığının görünür hale gelmesi, aynı zamanda Türkiye toplumunun kök hücrelerine yapışmış faşizan virüslerin görünme aynası oldu. Kürtleri eski kölelik ilişkilerine razı etme hayalleri çıkmaza girdikçe ayrımcılığın azgın suları da kabarmaktadır. Kürdün kendi tarihinin öznesi haline gelmesi, özgür bir politikanın failine dönüşmesi muktedirlerin dilinde kriminal her vakayla özdeşleştirilmesini de beraberinde getirmektedir. Herhangi bir Kürt bireyin veya grubun sebep olduğu her türlü olay, kürdün kolektif kimliğinin ontolojik bir özelliği olarak kodlanmaktadır. Albert Memmi, “çoğulluk damgası kolonileştirilmiş olanın kişisellikten soyundurulmasının göstergesidir der. Kolonileştirilmiş olanlar asla bireysel bir tarzda karakterize edilmezler, onların yalnızca anonim bir kolektiviteye batıp gitmeye hakları vardır”[2] der. Gelinen aşamada devletle özdeşleşmiş egemen ulus kimliğinden feragat etmeyen politik öznelerin bırakın demokrat olması, siyasal varlığı bile hükümsüzdür. Bölgedeki militarist işgal, çıplak şiddete dayalı sömürgeci politika, simetrik olmayan savaş her açıdan Kürt halkının safından bakmayı gerektirmektedir.


Ölümlerin sebebi sorgulanmadıkça...

Bu anlamsız savaşta yaşamını yitiren her Türk veya Kürt bireyin varlığı savaşın temel sebeplerini sorgulamaya dönüşmedikçe, bu trajedi üzerinden toplumsal bir muhalefet örgütlenmedikçe barış diliyle konuşmak şansımızın olabileceğini sanmıyorum. Jean Genet’in vakti zamanında Filistinliler iktidar olana kadar ben Filistinliyim demesi misali, her Türk muhalifin de hâkim ulusa mensup ayrıcalıklarıyla hesaplaşabilmesi için bu sorun çözülene kadar Kürt olması tarihin sırtımıza yüklediği bir onur ödevidir. Bu etnik bir entegrasyon veya yeni bir kimlik inşası degil, egemen kıyafetlerden soyunmak, devlet aklından istifa etmektir. Türkiye siyasal coğrafyası içinde her kimlik kendi özerk ve eşit ilişkilere dayalı dünyasını kurma sansına sahip olamadığı surece büyük ağabey küçük kardeşi dövme ve hor görme siyasetini sürdürecektir.


[1] İstisna Hali, Giorgio Agamben - Otonom Yayınları

23 Mart 2011 Çarşamba

Modern Hukukun “Evrensel” Anlamı ve Devletle İlişkisi Üzerine


“Evrensel” İnsan Hakları ve Hukuk, Kimin Hakları ve Hukukudur?


“İki yüzyıl sonra Aydınlanma geri dönmektedir. Ancak hiç de Batı’nın mevcut olanaklarını ve özgürlüklerini kavramının bir yolu olarak değil. Ama sınırlarının ve kötüye kullandığı iktidarının sorgulanmasının bir yolu olarak. Aklın despotik Aydınlanma olarak sorgulanması için” [Foucault]

Batının modern toplum modelinden ve değerlerinden farklı bir toplum modeli veya değeri savunmak, sürekli geri kalmışlığın bir ifadesi veya “modern - öncesi” bir aşamada kalmışlığın göstergesi olarak sunulmuştur. Batılı olmayan başka aydınlanmaların ve modernleşme süreçlerinin olduğunu, rasyonalite ve ahlak üzerinde mutlak tekelini kurmuş “emperyal özne” Batıya kabullendirmek her zaman zor olmuştur. “Ahlak, Kant’tan beri rasyonel uyuşmazlığa yer olmayan bir evrensel buyruklar alanı olarak sunuldu. Bu, bana göre, dünyanın kökten çoğulcu niteliğinin ve değerlerin indirgenemez çatışmasının farkına varmaya engel olmaktadır”[1] Modern Batı’nın tarihine ve belli bir toplumsal gelişim düzeyine tekabül eden ahlaki ve politik değerleri, kültürel ve coğrafik farkları yadsıyarak “evrensel” norm haline getirmek Batı’nın başka toplumları medenileştirme misyonunu meşrulaştırmış, bu da fetihçi failin başka toplumlar üzerinde kurduğu hegemonyayı uzun süre görünmez kılmayı başarmıştır. Aynı hegemonyanın izlerini insan hakları mevzusunda da takip etmek mümkündür. İnsan haklarının “evrensel” olduğu vurgusu, belli uygulamaların ve yaptırımların Batı’nın kurumsal normlarına uyması gerektiğini varsayan örtük bir emperyal politikadır. Günümüzdeki neo-liberal projenin temel inancı, insan haklarının evrenselleştirilmesinin başka toplumların Batılı liberal demokratik kurumları benimsemesini gerektirdiğidir. Oysa “insan haklarının “evrenselliği” meselesinin kendisi, insan haklarının Batılı, belli bir kültüre özgü bir mesele olduğuna işaret etmekte ve insan haklarını kültürel bir sabit olarak sunmayı imkânsızlaştırmaktadır”[2]. İnsan hakları mefhumunun Batılı hegemonyanın empoze edilmesinin bir aracı olmaması için, insan hakları fikrinin çoğul formülasyonları olabileceğini kabullenmek, insan haklarının siyasal niteliğini ön plana çıkarmayı gerektirmektedir. İnsan haklarına dair tartışmayı (Batı’nın tanımladığı) ahlak ve rasyonalitenin buyruklarının tek meşru kıstasları oluşturduğu tarafsız bir saha üzerinde gerçekleşiyormuş gibi tahayyül etmek bu hegemonyanın görünmez tuzaklarına yuvarlanmaktır. İnsan hakları “evrensel” olarak kavrandığı müddetçe bu Batı’nın dünyanın geriye kalanına empoze ettiği ve dolaysıyla her türlü etnik, ekonomik ve kültürel çatışmayı tetikleyen sonuçlar yaratmaya mahkûmdur. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ndeki orta sınıf beyaz erkeği referans alan soyut insanının; cinsiyetçi, Avrupa-merkezli ve devlet odaklı karakteri madun siyasetler tarafından her geçen gün daha çok sorgulanmaktadır. “Liberal evrenselciliğin bir dışlanmış ötekiler tarihi içermekle kalmayıp –heteroseksüel ve ataerkil aileler, sermaye ve “beyazlık vasfı” minvalli– kendisine has normatif bir içeriğe de sahip olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, liberalizmin, kendi özgürlük ve eşitlik alanını giderek genişlettiği, hak sahipliğinin ve soyut bireyliğin faydalarını gün geçtikçe daha fazla dünya halkını kapsayacak şekilde yaygınlaştırdığı yollu klasik hikâyesinin güvenilirliği sarsılmaktadır”[3]. Eşit ekonomik ve siyasal dengelere dayanmayan küresel arenada belli hegemonik aktörlerin almaya çalıştıkları kararları, tüm ulusların ve toplumların temsiliyle gerçekleşen insanlığın ortak menfaatini yansıtan kararlar olarak gösterilmesi tam bir aldatmacadır. Eşit söz ve karar hakkının olmadığı küresel siyaset platformlarında, hangi kararların alınıp, hangilerinin alınmayacağı, hangi devletlerin demokratik, hangilerinin anti-demokratik olduğunu belirleyen politik ve ekonomik çerçevelerin neler olduğunu, hangi değer ve kurumların merkez alındığını biliyoruz artık. Ayrıca kimi devletlerin demokratik niteliğine kim ve hangi demokratik kıstaslarla karar vermektedir sorusu tek kutuplu dünyanın eşitsiz güç dağılımını ortaya seren ve alınan kararların emperyal odakların lehine kararlar olduğuna kuşkuya yer bırakmamaktadır. Örneğin bir Ortadoğu ülkesindeki idam cezaları o ülkeye belli ekonomik ve siyasal yaptırımlar uygulama sebebiyken, Birleşik Devletlerin “demokrasi düşmanı” şer odaklarını dize getirme operasyonları, halk katliamlarıyla sonuçlanan askeri müdahaleleri, Guantanamo kampındaki vahşet, ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerindeki barbarları medenileştirme politikası olarak uluslar-arası hukukta kabul görebilmekte, bu ihlaller sessizce geçiştirilebilmektedir. Hangi toplumda temel ihlalin ne olduğu veya ihlallerin öncelikler sıralaması yine liberal özgürlükler çerçevesinde ele alınmakta, bu ihlallerin sosyo-ekonomik boyutu yok sayılarak toplum mühendislerinin belli kurumsal veya ekonomik reformlarla bu ihlalleri engelleyebileceği öngörülmektedir. Toplumda verili olan sınıfsal, etnik, kültürel ve cinsiyet temelli eşitsizliklerin maddi ve politik temellerine dokunmadan, toplumsal gövdenin belli yaralardan ve şiddet mikroplarından temizlenmesi liberal politik vizyonunun çözüm reçetesi olarak empoze edilmeye çalışılmaktadır. Siyaset sahnesi, ya politik çatışmalardan arındırılmış ahlaki bir dizgeyle kurulmakta ya da belli siyasal çatışmaların temsili politikalar aracılığıyla kamusal yaşamda görünür olmayı başardığı, kamusal yaşamı renklendirdiği, devlet-merkezli bir politik tahayyülün sığ sularına çekilmektedir. Oysa politika tam da devletin ve kapitalizmin yarattığı toplumsal çatlaklardan türeyen belli siyasal öznelerin kolektif bir öznellik etrafında devlete ve kapitalizme mesafe alarak kendi politik sahnesini kurma mücadelesidir. Devletin ve kapitalizmin sınırlarını çizdiği bir politik sahnede oynamak değildir.


Devlet ve İnsan Hakları

“İnsan hakları, sahip oldukları haklara sahip olmayıp sahip olmadıkları haklara sahip olanların haklarıdır”
[Jacques Ranciére]

Hukuk denilen yönetim teorisinin bir yaptırım gücüne dönüşebilmesi devletin iktidarını zorunlu kılmaktadır. Sınırları çizilmiş bir hukuksal prosedürün nasıl uygulanacağına, hangi şartlar altında hukuk dışına çıkılacağına, hangi durumların tüm hukuku rafa kaldırıp “istisna hali”ni gerektiren hukuk dışı uygulamaları gerektirdiğine devlet elitleri karar vermektedir. Bu da bireyle devlet arasındaki asimetrik iktidar ilişkisinin ne tür bir “evrensel” güvenceye bağlı olduğunu, bireysel özgürlüğün ve can güvenliğinin devlet erkinin siyasal ve ekonomik krizlerine endeksli ve her an tek taraflı olarak bozulabilecek bir sözleşme olduğuna işaret etmektedir. Devletin devasa şiddet tekeline karşı hiçbir hukuksal normun işlerlik kazanmadığı, devletin kriz olarak tanımladığı kimi eşiklerin, soykırım ve kanlı cinayetlerle nasılda kolayca aşıldığını iktidarların zulüm tarihinden iyi biliyoruz. Hem her türlü insan hakkı ihlalinin en büyük sebebi olup hem de tüm insan haklarını güvenceye kavuşturan bir yapı olduğunu iddia etmek, devletin varoluş gerekçeleriyle çelişmektedir. Modern ulus-devlet egemenliğinin temel dayanaklarından biri, hem ulusal sınırlar içinde hem de diğer uluslara karşı meşru şiddet uygulama tekelidir. Ulusal sınırlar içinde şiddet kullanması yasal ve meşru olan yegâne toplumsal aktör devlettir, diğer bütün toplumsal veya bireysel şiddet türleri gayri meşru veya suçtur. Devlet, kontrol ettiği şiddet tekeli sayesinde bireyin veya toplumsal grupların kullandığı şiddete “suç”, kendi uyguladığı şiddete ve cezalandırma pratiklerine hukuk veya yasa diyen devasa bir suç örgütüdür veya kendi dışındaki hiçbir gücün şiddet kullanma hakkını meşru görmeme örgütlenmesidir. Modern hukukun özü, bireyi hukuku yok edecek bir tehlike olarak görerek, bireyin elindeki tüm şiddet araçlarına el koymasıdır. Hukuk denilen yönetim teorisi son kertede, devletin suçlarını meşrulaştıran, düzenleyen ideolojik bir kılıftır. “Her iktidar kendi şiddetini hukukuyla birlikte yaratır. Burada şiddet, düzen kurma ve hukukun doğrudan aracı konumundadır. Kendisini adil ve meşru gören her kurma edimi, gerekli bir araç olarak şiddetten yararlanacaktır. Şiddet amaca hizmet ettiği sürece meşru ve adildir”[4]. Ayrıca toplumsal yapı içindeki güç konumlarımızın eşitsizliği, devletin hukuku önünde eşitlik sağlanmasını da her daim imkânsız kılıyor.

Devletlerin, belli bir kriz veya tehditle kesintiye uğrayan toplumsal işleyişin devamını sağlamaya yönelik yasasızlığı veya boşluğu hâkim kıldıkları “istisna hali” Agamben’e göre günümüzde sürekli bir hal almış durumdadır. Yani yasasızlık veya boşluk artık normal bir durum haline gelmiştir. İstisna halini tanımlayan özellikler olarak yasasızlık, hukuk-dışılık bir yasaya ve hukuka dönüşmüş durumdadır. Günümüzde “Küresel iç savaş olarak tanımlanan durumun durdurulamaz ilerleyişi karşısında, istisna halinin çağdaş siyasette egemen yönetim paradigmasına dönüşme eğilimi her geçen gün artmaktadır”[5] Savaş halinin kalıcı bir küresel duruma dönüşmüş olması, demokrasinin askıya alınmasını istisna hali olmaktan çıkarıp normal hale getirmiştir. Geçmişte savaş yasal yapılar tarafından düzenlenirken, günümüzde savaş kendi yasal çerçevesini kurmak ve dayatmak suretiyle düzenleyici hale gelmiştir. Agamben devletin hukuk düzeninin barındırdığı hukuk-dışılık veya hukuki boşluk arasındaki ilişkiye yönelik çok yaşamsal sorular sormaktadır:”İstisna halinin temel niteliği, hukuki düzenin (bütünsel ya da kısmi olarak) askıya alınması ise, bu askıya alma nasıl olurda yasal düzen içinde yer alabilir? Nasıl olurda hukuki düzen içinde bir yasasızlığa yer verilebilir? Bunun aksine, istisna hali, yalnızca fiili ve bu niteliğiyle yasaya yabancı ya da onunla çelişik bir durum ise, düzenin tam da belirleyici durumu ilgilendiren bir boşluğu içermesi nasıl mümkün olur?”[6] Bu sorulardan çıkarılabilecek temel cevap, devlet egemenliğinin hukuk tarafından düzenlenmiş yetki ve sınırlarının, yine devletin karar verdiği siyasal veya ekonomik tehditler karşısında kolayca ihlal edilebilecek sınırlar olduğudur. Her hukuksal güvence, devletin varlığını güvence altına almaktır ve devletin varlığının tehlikede görüldüğü durumlarda aşılmayacak hukuksal sınır ve rafa kaldırılmayacak demokrasi yoktur. Agamben'e göre ''Batının siyasal modeli Şehir değil Toplama Kampı'dır. Atina değil Auschwitz'dir'' Toplama kampı modern siyaset ve hukukun doğasını anlamak için en mükemmel ve belki de en korkunç "alan" olarak değerlendirilebilir. Kamplar; "yeryüzü tarihinin en mutlak insalıkdışı koşullarının gerçekleştirildiği yerlerdir. Toplama kampları, yine Agamben'in işaret ettiği üzere, "istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı zamana açılan mekânlardır". Kamp, varsayılan bir tehlike nedeniyle hukukun askıya alınmasının sürekli bir mekânsal düzenlemeye dönüşmüş halidir. Kuraldışı duruma karar veren egemen, hukuk ve olgu arasındaki dolayımı ortadan kaldırır. Kampta yalnızca hukukun askıya alınması değil, yasa ve gerçekliğin birbirinin yerine geçmesi söz konusudur. Agamben’in tespitiyle, kampın amacı istikrarlı bir kuraldışı durum yaratmaktır. Kamplarda, kural ve kuraldışı, meşru ve gayri-meşru, hukuki ve hukuk dışı türünden kavramların hiçbir anlamının kalmadığı bir belirsizlik hâkimdir.

Tarihin önemli bir kesitine hâkim olan aydınlanma mitlerinden biride, modern uygarlık sürecinin bireydeki doğal cinsel ve şiddet dürtülerini evcilleştirerek toplumdaki kontrolsüz eğilimlerin ortadan kalkacağı bir uygar dünyanın yaratılacağı inancıydı. İnsanlığın düşe kalka bir şekilde, özgürlük, eşitlik, refah, rasyonalite ve barışa doğru ilerlediği görüşü on sekizinci ve on dokuzunca yüzyıl boyunca hâkimdi. “Hegel’e göre dünya giderek daha rasyonel, Kant’a göre daha barışçıl, Painé’e göre doğal hukuk ilkelerine daha sadık, Tocqueville’e göre daha eşitlikçi, Mill’e göre daha özgür ve aklını kullanmaya daha yatkın, Marx’a göre ise muhtemelen bu saydıklarımızın hepsini kapsayan bir hal almaktaydı”[7]. Şiddet, çoğunlukla modern öncesi toplumların sorunlarını haletmek için başvurdukları ilkel bir araç olarak görülüyordu. Oysa tam tersine “şiddetin önündeki tüm bentleri aşarak gürül gürül çağlaması modernite eksikliğinin değil, tersine modernitenin devasa başarısının sonucudur. Modern bilim kaçınılmaz olarak atom bombasını yaratacaktı, devlet bürokrasisi kaçınılmaz olarak soykırımın hizmet sektörüne dönüşecekti, otoriter toplumsal karakter kaçınılmaz olarak kitle katliamcısına evrilecekti. Araçsal akıl, Auschwitz ve Hiroşima’da kendini bulmuştur”[8]. Modern toplum tarihi içinde gerçekleşen soykırımlar, toplu katliamlar, toplama kampları modern toplum ilkelerinden bir sapma veya kısa süreli siyasal patolojiler olarak görülmüştür. Oysa bu insan yapımı cehennemler, bu barbarlık hıçkırıkları tam da modern uygarlık içinde kesişen bazı gelişmeler sayesinde ancak mümkün olabilirdi. Devletin ele geçirdiği kontrolsüz şiddet tekeli, toplum mühendislerinin dikensiz gül bahçesi yaratma arzuları ve siyaset dışı güç kaynaklarının, toplumsal özyönetim kurumlarının adım adım çökertilmesi soykırıma giden yolları kısaltmıştır. “Holocaust, kökü tümüyle kurutulmamış modernlik öncesi barbarlık kalıntılarının mantıkdışı bir taşma olayı değildi. O, modernlik evinin meşru bir sakiniydi, başka bir evi kendi yuvası olarak kabul edemezdi”[9]. Toplumun, toplum mühendisleri tarafından yönetilecek, kontrol altında tutulacak ve yeniden üretilecek bir nesne veya şiddet yoluyla düzenlenecek bir bahçe (özen gösterilecek kültür bitkileri ve yok edilecek yabani otlar olarak) olarak görülmesi Holocaust’u hazırlayan siyasal meşruluğun kaynaklarıdır. Bahçe ve bahçıvanlık benzetmesi modern toplum modelinin kuruluş biçimini anlamada Bauman’ın merkezi argümanlarını oluşturur. Modern soykırımlar, etnik temizlikler, toplama kampları modern aklın bir cinnet anında işlediği günahlar değildi, kusursuz toplum taslağına uygun bir toplumsal düzeni sağlamaya çalışmak anlamına gelen sosyal mühendisliğin doğal sonuçlarıydı. Bauman’a göre modern toplum mühendisleri; toplumu, yabani otlardan arındırılması gereken kusursuz ve verimli bir bahçe olarak görmekteydiler. “Bahçe tasarımı yabani otlarını belirlediğine göre bahçe olan her yerde de yabani ot olacaktır ve yabani otlar yok edilmelidir. Yabani otlardan arındırma yıkıcı değil yapıcı bir etkinliktir. Kusursuz bir bahçenin yapılması ve korunması işinde bir araya gelen diğer etkinliklerden tür olarak farklı değildir. Toplumu bahçe gibi gören tüm görüşler toplumsal doğal ortamın bazı bölümlerini yabani otlar olarak nitelerler. Bunlar, diğer yabani otlar gibi ayrılmalı, kısıtlanmalı, yayılmaları önlenmeli, yerinden çıkarılmalı ve toplum sınırlarının dışında tutulmalıdır; tüm bu yollar yetersiz kalırsa öldürülmelidir”[10]. Modern soykırımların kahramanları (Hitler, Stalin) işgal ettikleri bir ülkeyi ele geçirip sömürgeleştirme amacıyla insanları katletmemişlerdir. Onlar işledikleri cinayetleri genellikle hiçbir insanca duygu taşımaksızın, vurdumduymaz ve mekanik bir tarzda yerine getirmişledir. Ölenlerin temel günahı bu zihinlerde oluşturulan kusursuz toplum imgesine bu insanların şu ya da bu sebeple uymamalarıydı. Bu bakımdan onların öldürülmeleri yıkıcı bir iş değil yapıcı bir iştir. Tüm bu insanlar nesnel olarak daha iyi, daha verimli, daha ahlaklı bir insanlık dünyası kurulabilsin diye yok edilmişlerdir!

Auschwitz’i, Hiroşima’yı, Gulag’ı, Guantanamo’yu, Bağdat’ı, Şırnak’ı, Gazze’yi doğuran ideoloji ve sistem olduğu gibi yerinde duruyor. Buda devletin sahip olduğu savaş makinası sayesinde bu ölüm yürüyüşünü istediği zaman başlatabileceği anlamına gelmektedir. Uygarlaşma sürecinde değişen tek şey, şiddetin kullanıldığı yerin ve onu kullanacakların değiştirilmesidir. Şiddetin varlığına son verilmemiş, yalnızca gözden uzaklaştırılmıştır. Yani dar bir sınırla çevrili ve özele indirgenmiş kişisel deneyimin seyir yerinden görülemez olmuştur. Küresel iç savaş çağında, “Savaş bir biyo-iktidar rejimi, yani sadece nüfusu kontrol etmeyi değil toplumsal yaşamın tüm yönlerini üretme ve yeniden üretmeyi amaçlayan bir idare biçimi haline gelmiştir”[11]. ‘İmparatorluk’un küresel savaş makinasının hiçbir hukuk tanımayan, hiçbir meşruluk kaynağı olmayan “istisna hali” uygulamalarını, insan hakları ihlallerini Irak’ta, Filistin’de, Bosna’da, Afganistan’da ve Kürdistan’da yaşamış bir nesil olarak devletlerin belirlediği hukuk sisteminin dışında toplumsal güvenceler oluşturmamız gerektiği en çıplak haliyle ortadadır. Devletle birey arasındaki eşitsiz şiddet gücünü dengeleyen, devletin şiddet fırtınası karşısında atomize olmuş ilişkilerin çaresizliğiyle kurban rolüne razı olmamak için belki de küçük ölçekli ve hiyerarşik olmayan gönüllü kolektif şiddet örgütlenmeleri yaratmak gerekiyor. Devlet şiddetine hazırlıklı, bu şiddeti bertaraf etme tekniklerini bilen bir örgütlenme olmadan ölüm makineleri karşısında toplama kamplarına götürülmek için sırasını bekleyen kurbanlar olmaktan kurtulamayız. Toplumu gittikçe şiddet kullanma potansiyelinden arındırmaya çalışan, ancak kendi şiddet araçlarını ve sınırlarını teknolojinin sınırsız desteğiyle sürekli arttıran ve genişleten devlet şiddeti karşısında, “ben her türlü şiddete karşıyım” türünden bir sinik politikanın üzerine yeniden düşünmek gerekmektedir. Devletin merkezi varlığını ve sahip olduğu şiddet tekelini emerek etkisiz kılacak özgür alanlar ve mikro siyasal birimler tesis etmek zorundayız. Anarşist mücadele geleneğinin ortaya koyduğu, federalizm, komün, otonom, özgür belediyecilik gibi örgütlenme modelleri devletin kontrol edilemez iktidarına karşı önemli örgütlenme modelleridir. Her türlü siyasal kararı ve yaşam ilkesini orada yaşayan insanların ürettiği, gücün ve şiddetin kontrol altında tutulduğu, hukuku gerektirmeyen bir öz yönetim politikası bu şiddet cehenneminden çıkışın tek kapısı olarak görünmektedir.
Devletle hukuk arasındaki yapay bağı kesecek temel eylem, özgür öznelerin anti-otoriter ve modern egemenlik araçlarını ateşe verecekleri bir devrimdir.

Dipnotlar

[1] Siyasal Üzerine, Chantal Mouffe, syf: 140, İletişim Yayınları
[2] Mouffe, syf, 144
[3] Tarihten Çıkan Siyaset, Wendy Brown, syf: 21, Metis Yayınları
[4] Şiddetin Eleştirisi Üzerine, syf: 265, Hazırlayan: Aykut Çelebi, Metis Yayınları,
[5] İstisna Hali, Giorgio Agamben, Otonom Yayınları, syf: 11
[6] Agamben, syf: 33
[7] Tarihten Çıkan Siyaset, Wendy Brown, syf: 17, Metis Yayınları
[8] Wolfgang Sofsky, Dehşetli Zamanlar: Amok, Terör ve Savaş, syf: 70, İletişim Yayınları
[9] Modernite ve Holocaust, Zygmunt Bauman, syf: 33, Versus Yayınları
[10] Modernite ve Holocaust, Zygmunt Bauman, syf: 129 -130, Versus Yayınları
[11] Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, syf: 30, M. Hart & A. Negri – Ayrıntı Yayınları


Kaynakça

1) Siyasal Üzerine, Chantal Mouffe, Çeviren: Mehmet Ratip - İletişim Yayınları

2) Tarihten Çıkan Siyaset, Wendy Brown, Çeviren: Emine Ayhan - Metis Yayınları

3) Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan: Aykut Çelebi - Metis Yayınları

4) İstisna Hali, Giorgio Agamben, Çeviren: Kemal Atakay - Otonom Yayınları

5) Dehşetli Zamanlar: Amok, Terör ve Savaş, Wolfgang Sofsky, Çeviren: Dilek Zaptçıoğlu - İletişim Yayınları

6) Modernite ve Holocaust, Zygmunt Bauman, Çeviren: Süha Sertabiboğlu - Versus Yayınları

7) Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi – Çeviren: Barış Yıldırım – M. Hart & A. Negri – Ayrıntı Yayınları