Egemenlerin Fanatizmi ve Fanatizmin Egemen Tasavvuru
“İnsanların canları pahasına
savunacakları cepheler olduğu sürece fanatizm de olacaktır” [Arnold Ruge]
“Yaşamlarını tehlikeye atanlar
genelde ölüm, acı veya hastalıklı kibir üzerinden değil, yaşam üzerinden
düşünürler”
[Gilles Deleuze]
[Gilles Deleuze]
İçinden geçtiğimiz zamanların barındırdığı egemenlik
biçimleri, üretim ilişkileri, yönetim teknikleri ve özneleşme süreçleri farklı
politik kuramlar çerçevesinde ele alınmış, analiz edilmiştir. Antonio Negri ve Michael Hart’a göre
dışarısının olmadığı bir imparatorluk, Giorgio Agamben’e göre istisnanın kural
haline geldiği bir bio-politika çağı, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’ye göre
disiplin toplumundan denetim toplumuna geçiş, Jean Baudrillard’a göre
toplumsalın ve temsilin yok olduğu bir simülasyon dünyasında yaşamaktayız.
Bütün bu teşhislerin belli oranda doğru ve belli bir toplumsal gerçekliğe
tekabül ettiğini varsaymakla birlikte paylaşılan en yaygın kanaat, siyaset-sonrası
bu toplumun temel antagonizmaları gizlemeyi başaran depolitize bir toplum
olmasıdır. Eleştiri veya muhalefet, pragmatik müzakerelere ve stratejik uzlaşma
oyunlarına indirgenmiş durumda, yani toplumsalın radikal biçimde sorgulanması
anlamında siyaset bir nevi ortadan kalkmış görünmektedir. Her türlü kuşatıcı
özgürleşme tasavvurundan vazgeçmek, her türlü binyılcı vizyon veya felaket
imasıyla ve “ayaklarıyla ölüme gidenlerin maneviyatı”yla alay etmek bu
siyaset-sonrası çağın en belirgin özelliği sayılabilir. Toplumsal adalet
fikrinin yontula yontula bir insan hakları kapsülüne dönüştüğü, sinizmin kör
karanlığında “söyledim ve ruhumu kurtardım” tavrının muhalefet sanıldığı bir
çağ. “Radikal değişimi hayal edemeyen siyaset-sonrası bir toplum bizimkisi,
siyasetin hiper-siyasete dönüştüğü ‘tek boyutlu’ bir toplum. Her şeyi
siyasallaştırmakta, her şeyi eleştirmekte özgürüz ama sadece tersyüz edilmiş
bir biçimde, herhangi bir görüşe sadık kalmadan elbette; tam anlamıyla fetişist
bir biçimde, eleştirimiz var olan olanla sınırlı kaldığı ölçüde.”[1]
Post-politika, güvenlik birimlerini ve parlamentoyu temsil eden aktörler
dışında hiç kimseye verili olanı dönüştürme kudreti isnat etmemektedir. Siyasi
aktörler, insanlığın ete kemiğe bürünmüş en güçlü temsili olarak insanlığa
gerekli olanı zaten sunmaya çalışmaktadır. Nihai felaket kapıda olsa bile
gündelik işlerinize devam etmeli ve gerisini hükümete bırakmalısınız. Kısacası,
endüstriyel kapitalizmde politika "iyiliklerin paylaşımı" meselesi
iken günümüzde "kötülüklerin ve risklerin paylaşımı" meselesi
olmuştur artık. İdeoloji sonrası dönemin bu siyasetsiz yönetim âleminde
kitleleri seferber edebilen tek şey korkudur (göçmen korkusu, komşu korkusu,
bulaşıcı hastalıklar korkusu, aramızda dolaşan “azılı teröristlerin” veya
suçluların yarattığı korku). Sistem bir taraftan kimsenin denetlemediği ve
kapsamını kestiremediği meçhul bir güç tarafından örülmüş görünmektedir, diğer
taraftan sistem, bu devasa egemenlik ve sömürü çarkı içinde bir dişli olarak
görevini yapan herkestir. Kısacası bu liberal demokrasilerde; militan
coşkulara, toplumsal seferberliklere, bir ideolojiye olan tutkulu bağlılıklara
yer yoktur, bu tür hareketler ya totalitarizmin hortlaması olarak
kodlanmaktadır, ya da hiçbir amaç veya değer gözetmeyen nihilist bir fanatizm
türü olarak değerlendirilmektedir. Liberalizm için siyasi tutkular yoktur,
ekonomik çıkarlar vardır, yurttaşların ruhsuzlaştırıldığı bu pasif nihilist
sistemde, siyasal fanatizm yerini ekonomik fanatizme bırakmıştır. Liberalizmin
kolektif belleğinde, “20 yüzyıl, soyut ilkelerin somut felaketlere yol açtığı,
topyekûn dönüşüm arzusunun emsalsiz katliamlara tercüme edildiği, bir yandan
koca bir idealler mezarlığı, bir yandan da bu ideallerin öldürdüğü sayısız
insanın yattığı engin bir mezarlık”[2]
olarak hatırlanmaktadır/hatırlatılmaktadır. 20. Yüzyılda komünizmle olan
savaştan muzaffer taraf olarak ayrılan liberalizm, soğuk savaş yılları boyunca
ölü komünizm atını kırbaçlamaktan geri durmamış, her türlü hak mücadelesini
veya toplumsal adalet talebini bastırmayı demokrasiyi totaliter hayaletlerden
veya siyasal fanatizmden arındırmak mücadelesi şeklinde göstermeyi ve
meşrulaştırmayı başarmıştır. Dünyanın komünizmden sonraki halini Alain Badiou
harika bir şekilde özetlemişti: “Kötülük
dediğimiz şeyin Kötülüğün enkazı üzerinde dans ettiği karmakarışık bir durum.”[3]
Kısacası modern tarihinin bize öğrettiği temel hakikatlerden biri de, düşünsel
ve siyasal bakımdan en şanlı zamanlarında dahi, liberalizmi desteklemekle
köleliği bir biçimde mazur göstermek hep el ele gitmiştir.
Egemenlerin siyasal dağarcığında fanatizm her zaman uğursuz
bir kelime olmuştur. Eşitlik
mücadelelerini itibarsızlaştırmak, özgürleşme çabalarını aşağılamak için
egemenler tarafından tarih boyunca en çok başvurulan, sicili en kötü terimlerden
biridir fanatizm. Alberto Toscano’nun da
vurguladığı gibi, “Fanatik, siyasi söz dağarımızdaki en ağır yaftalardan
biridir. Hoşgörü sınırlarını aşan ve iletişime kapalı olan fanatik, siyasi
rasyonalite çerçevesinin dışında durur; hiçbir argümana tahammül edemeyen ve
ancak kendine rakip gördüğü her türlü hayat görüşü veya tarzı ortadan
kalktığında yatışacak olan azılı bir inancın boyunduruğu altındadır. Fanatik
ayrıca değişmez, uzlaşmaz, iflah olmaz bir öznedir.”[4]
Fanatikler, çoğunlukla patolojik karakterler olarak yansıtılmış, bireysel veya
toplumsal eylemleri de kriminalize edilerek insanlığı tehdit eden canavarlıklar
olarak sunulmuştur. Binyılcı dini hareketler, köleliğe ve ırkçılığa karşı
mücadeleler, sosyalist devrimler, anarşist suikastlar, anti-sömürgeci şiddet,
savaş-karşıtı, anti-militarist, feminist ve eşcinsel grupların eylemleri her
daim fanatik sapkınlıklar olarak mahkûm edilmiş, bu hareketlerin bünyesinden fışkıran kimi
fanatik figürler de aşırılığın peygamberleri olarak resmedilmiştir. Kısacası
mülküzleştirmeye direnen, evrensel hakları hiçbir hiyerarşi ve ayrıma tabi
kılmadan herkes için isteyen ve evrensel bir insan doğasını kayıtsız şartsız
olumlayan kimseler fanatik addedilmiştir. Fanatizmin emperyalist ve sömürgeci
kullanımları da bu minvalde önemli bir sayfadır. Bu kullanım biçimlerinde 19.
ve 20. Yüzyılın sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı mücadeleleri kuşkusuz önemli
bir rol oynamıştır. Sömürgeciliğe ve ırkçılık karşıtı mücadelelerin tetiklediği
beyaz korkular, şiddetin ve fanatizmin belli bir ırka mahsus kılınmasını
sağlamış, “yobaz Müslümanlar” ve “medeniyetten nasibi almamış siyahlar”
şeklinde üretilen bu ırkçı fanatik kalıplar, “yobazlara” ve “vahşilere” yönelik
her türlü sömürgeci şiddeti doğallaştırmıştır. Fanatizmin, Arap aklının, Asyalı
despotizmin, İbrani teokrasisinin bir tezahürü olarak kültürelleştirilmesi bu
sömürgeci geçmişin ve Avrupa merkezli kibirli medeniyet algısının bir ürünüdür.
Günümüzde komünizmin tehdit edici bir siyasal rakip olarak sahneden çekilmiş
olmasından ötürü bütün fanatik yaftaların yapıştırıldığı özne konumunda
köktenci islamcı hareketler vardır. İslam, Allah adına binlerce kurbanın
kanlarının sunakları doldurduğu, modern uygarlığın bütün değerlerine karşıt,
“eylem halindeki hurafe” olarak kodlanmaktadır. Kısaca bugün fanatizm denince
akla İslam kaynaklı bir dinsel delilik gelmektedir. Özellikle 11 Eylül
olaylarından bu yana İslam dinini doktriner ve yekpare bir şekilde ele alan
Oryantalist yaklaşımın şahikası denilebilecek bir siyasal algı hâkim olmuş
durumdadır. Uzaktaki müslüman fanatik, ABD’nin emperyal politikalarını
meşrulaştırması ve muhafazakâr neo-liberal iktidarını perçinlemesi adına bütün
korkularını yansıttığı yeni “Büyük Öteki”dir. Düşman her zamanki gibi bireysel
patoloji veya şer semptomlarına indirgenmekte, “terörizme karşı savaş” adı
altında sonsuz bir savaşla geçecek belirsiz bir geleceğe mahkûm edilmeye
çalışılıyoruz. ABD, dünyayı kötülüklerden arındırmaya çalışan yeni bir
Leviathan olmaya soyunmuş durumda. “Arap baharı” olarak nitelendirilen
isyanların, “kaderine razı Arap” imgesini yok etmesiyle birlikte
emperyal-liberal söylem, “özgürlüklerimizden nefret ettiklerini için bizi
öldürüyorlar”dan “özgürlüklerimizi istedikleri için isyan ediyorlar”a evrilmiş
durumda. Sömürgecin kibrin şaha kalktığı liberal medya, el çabukluğuyla
ayaklanmaları totaliter Şark’taki ebedi demokrasi eksikliğine bağladı. Çünkü
emperyal Batı’nın zaten devrimlere veya isyanlara ihtiyacı yoktu, ne de olsa
takı takır işleyen ve herkesin hoşnut olduğu bir demokrasiye sahiptiler.
Devrim, azgelişmiş toplumların bir alametiydi. Sözün özü, günümüzde fanatizm
karşıtı ideolojik seferberliğin anlamı, küresel kapitalist köleliği muhafaza
etmek, eşitlikçi radikal siyasetleri itibarsızlaştırmak ve liberal demokrasi
idealini tarihin nihai evresi olarak pazarlamaktan ibarettir.
Devrimci Fanatizm
“Radikal olmak meselenin kökenine
inmektir. Ancak insan söz konusu olduğunda, meselenin kökeni de bizzat insanın
kendisidir” [Karl Marx]
“İsyan duygusu bulaşıcıdır, her bilinci aşar ve
gururlu hale getirir” [Antonio
Negri]
Dini bağnazlıktan, köktenci milliyetçilikten, nasyonal
sosyalizmden, birer “ideokrasi” devleti olarak tanımlanan reel sosyalizm
deneyimlerinden kaynağını alan ve yıkımla, din savaşlarıyla, faşizmle,
soykırımlarla ve toplama kamplarıyla sonuçlanan, kısacası yeryüzünde insan
yapımı bir cehennem inşa eden fanatizm örnekleri elbette yok değildir. “Püriten
baskının, Fransız devrimindeki terör döneminin, Stalin’in yaptığı temizliğin,
Yahudi soykırımının, çağdaş milliyetçi katliamlarla tehcirlerin geçmişte de
bugün de hep tutkuyla yanıp tutuşanların eseri olduğunu kim inkâr edebilir ki?
Onların tutkuları en berbatıdır: dogmatik netlik, öfke, haset, hınç, yobazlık,
nefret.”[5] Ancak fanatizmin bir siyasi mecaz olarak
kullanılmasının egemen güçler açısından en kullanışlı tarafı bütün ayrımları ve
farkları silen, her türlü analojiye, teşbihe ve homolojiye elverişli bir kavram
haline getirilmesidir. Thomas Müntzer, Hasan Sabbah, Hitler, Lenin, Nelson
Mandela, Bakunin, John Brown, Louise Michel, Usame bin Ladin, Ulrike Meinhof,
Mazlum Doğan, Daniel Cohn-Bendit kolayca aynı fanatik fotoğraf içinde
gösterilebilmekte, her türlü siyasal coşku veya partizan bağlılık fanatizm
olarak damgalanabilmektedir. Oysa özgürleşme çabalarını aşağılayan bir terim
olarak fanatizmin uzun tarihinden haberdar olan bizler, coşkunun, tutkulu bir
bağlılığın, soyutlamanın ve evrenselliğin herhangi bir özgürleşme siyasetinin
vazgeçilmez unsurları olduğunu çok iyi biliyoruz ve hakiki bir insani kazanımın
veya tarihsel edimin her zaman devrimci bir fanatizmi gerektirdiğinin
farkındayız. Fanatik, siyasetin ufkuna esrarengiz, uzlaşmaz ve yabancı bir
düşman gibi giren kişidir, tehlikeli bir yenilik merakıdır, belli ideallere
duyulan ödünsüz inançtır. Ödün vermenin reddedilmesi, ilkenin ve tutkulu
partizanlığın olumlanması ve statükonun radikal bir dönüşümünü hedeflemek
özgürlükçü bir siyasetin temel uğrakları olmuştur. Özellikle ödünsüz
partizanlık fanatizmin en devrimci özelliği olagelmiştir. Devrimci fanatizm, yasa
ve yasal olarak belirlenmiş her türlü eşitsizliğin mutlak reddidir. Devrimci
fanatizm çoğunlukla krizlerden, aciliyetten ve şoktan doğmuştur. Tutkulu ve
koşulsuz bir inanç siyaseti olan devrimci fanatizm, siyasi pusulanın şaştığı,
ekonomik istikrarın ve adalet duygusunun dibe vurduğu ve “yönetenlerin eskisi
gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmediği”
tarihsel uğraklarda militan bir irade olarak baş göstermiştir. Böyle koşullarda
devrimci fanatizm, yine de pratik saiklerden ziyade devrimci idealizme dayanan
örgütlenmeler sayesinde ayakta kalmıştır. Krizler mücadelelere istek katar, ama
aynı zamanda “normale dönme” arzusu da uyandırırlar. İşte bu “normale dönme”
arzularını daha radikal bir beklentiye tercüme etmek, devrimci örgütlenmeler
sayesinde mümkün olmuştur. Fanatizm hakikatin yörüngesinde dönerek onunla
hemhal olur, bireye yoksun olduğu ikna gücünü ve cesareti aşılar.
Gerek kurumsal semavi dinlerin hükümranlığında gerekse
modern kapitalist köleliğin tarihi boyunca egemenlerin uyguladığı dini terör,
cadı avları, sömürgeci katliamlar, milliyetçi soykırımlar, emperyalist dünya
savaşları fanatizm türleri olarak görülmekten ziyade tarihi yol kazaları veya
insanlığın olgunlaşmadığı zamanlara ait münferit ilkellikler olarak geçiştirilmiştir.
Ancak bu zulüm ve kölelik çarkına meydan okuyan tüm direniş tarihi “fanatik
çılgınlıklar” olarak egemen tarihe kaydolmuştur. Fanatizmin veya fanatiklerin
ilk beslenme kaynağı kuşkusuz din ve dini yorumlar olmuştur, egemenlerin
siyasal gazabına ve lanetlenme merasimlerine ilk maruz kalanlarda haliyle dini
hareketler ve dini figürler olmuştur. On birinci yüzyıl ile on altıncı yüzyıl
arasında Avrupa coğrafyasında binyılcı Hristiyan devrimciler ve İslam
coğrafyasındaki heretik mezhepler temelinde ortaya çıkan devrimci figürler,
tehlikeli haydutlar, kana susamış fanatikler ve tanrının emirlerini çiğneyen
zındıklar olarak yansıtılmışlardır. Tancheln, İmparator Frederic, Sahte
Baldwin, John Ball, Hans Böhm, Thomas Müntzer, Jan Bockkelsen, Hasan Sabbah,
Baba İshak, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal vb. nice tutkulu ve asi ruh,
fanatik düşüncelerin sapkın porteleri olarak her türlü karalama ve aşağılama
propagandasından nasiplerini fazlasıyla almışlardır. Ortaçağın devrimci
binyılcılığı devrimci gücünü toplumun çeperlerine itilmişlerden, kırdan şehre
taşınan yersiz yurtsuzlardan, mülksüzleştirilenlerden ve ağır vergilere tabi
tutulan köylülerden almıştır. Çoğu zaman bir felaket, veba ya da kıtlık
yaşandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Mesih figürü, peygamber veya Tanrı’yı
içinde taşıdığını iddia eden din adamları suretinde ortaya çıkan bu devrimci
önderler, mevcut düzeni Deccal ilan ederek isyan etmişler ve eşitlikçi komünist
bir toplum idealini savunarak, birey ile Tanrı arasında aracı olduğunu iddia
eden bütün kurumları, sınıfları, halifeleri ve doğuştan günahkâr insan doğasını
reddetmişlerdir. Yönetici sınıflara duyulan nefreti körükleyen bu hareketler,
başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna yönelik isyancı tutkuları da her zaman
kamçılamışlardır. Tanrı’nın krallığını bu dünyada kurmaya yönelik bu devrimci
arzular, “Allahsızlara kafa tutan bu Allahlın kulları” dünyanın baştan sona
değiştirilebileceğini bütün ezilenlere göstermişilerdir. Binyılcılık veya Mesihçi devrimcilik, ancak
yüzyıllar sonra gerçek bir ihtimale dönüşecek olan sınıfsız ve devletsiz toplum
tasarısının büründüğü biçimdir. Guy Debord haklı olarak, “Binyılcılık -son
defalığına konuşan devrimci sınıf mücadelesi-
kendisinin sadece tarihsel olduğunun bilincine henüz sahip olmayan
modern bir devrimci eğilimdir. Binyılcılar kaybetmeye mahkûmdular, çünkü
devrimi kendilerinin yapacağı bir şey olarak görmüyorlardı”[6]
demiştir. Çağdaş devrimlerin birer öncüsü ve ilham kaynağı olan bu hareketlerin
hayaletleri hiçbir zaman tam olarak gömülememiş, 68 Mayıs’ında konsey
komünizmiyle, anarşizmin liberter ruhunu birleştiren Sitüasyonist Enternasyonal
başta olmak üzere birçok radikal devrimci eğilime, hazzı ve esrimeyi amaçlayan
komünal oluşumlara ve karşı-kültür gruplarına esin kaynağı olmayı sürdürmüştür.
Birçok tarihçinin ortak kanısı Batı tarihini başlatan şey, “duygulanımların
sekülerleşmesi”dir. Yani tutkuların insanlara sahip olduğu bir durumdan,
insanların tutkulara sahip olduğu bir duruma geçiş. Modern devrimci hareketler,
bu binyılcı komünist geleneklerin ve özgürleşme ütopyalarının varisidir, bu
radikal düşünce selinin bir parçasıdır.
19. yüzyılda devrimci düşüncenin seküler bir çehre kazanması
egemenlerin fanatizm tanımını ve fanatizm algısını şüphesiz değiştirmiştir.
Fanatizm mefhumunun siyasi ve sosyoloji biliminin kriminolojisine ilk kez Paris
Komünü’nün tetiklediği olaylar sayesinde girdiği tahmin edilmektedir. O güne
kadar bütün toplumsal aşırılıkların dini fanatizmden beslendiği iddiası bu
olayla birlikte değişmeye başlamıştır. Seküler siyasetleri oluşturan siyasi
figürler bundan böyle patolojik figürler olarak ele alınmaya başlanmış, suçun
kaynağı etnik köken, sınıfsal kimlik, kültürel yapılar gibi öğelerde aranmış,
toplumsal sapkınlığı biyolojik kökenlere bağlama eğilimi güçlenerek siyasal eylemciler
bir nevi “doğuştan suçlu” konumuna indirgenmeye başlanmıştır. Paris komünü ve
onu izleyen devrimler tarihi boyunca anarşist ve komünist figürlerin büyük bir
bölümü yozlaşmış kimseler veya “siyasi isteri ve epilepsiden muzdarip” kişiler
olarak ele alınmıştır. 19. ve 20. yüzyıla ait itibarsızlaştırma politikaları
her coğrafyada farklılıklar arz etmekle birlikte, radikal hareket ve örgütleri
düşman kabul edilen devletlerin ajanları ilan etmek, anti-semitist önyargıları
kullanarak Yahu olduklarını iddia etmek, halkın her türlü dini ve manevi
değerlerine düşman insanlar olduklarının propagandasını yapmak ve masum
insanları katleden şiddet fetişti caniler olduğunu vurgulamak en çok başvurulan
karalama yöntemleri olmuştur. Egemen sınıflar ve iktidar blokları tarafından
devrimci fanatizmin en çok kriminalize edilen özelliği kuşkusuz şiddetle olan
ilişkisi olmuştur. Devletin bir şiddet örgütlenmesi, hukukun temelinin kurumsal
şiddet olduğu gerçeği her zaman es geçilmiş, devletin askeri ve polisiye
şiddetine yönelik silahlı direnişler “terörizm” veya kana susamışlık olarak
mahkûm edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda şiddetsizliği aşkın bir değer, bir
soyutlama, bir ilke, ya da kategorik bir buyruk haline getirmek egemenlerin
kurumsal şiddetini meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Robert
Young’ın belirttiği gibi, “Şiddet sömürgeleştirilenler için asla soyut bir
kavram değildir.” Sömürgeleştirilen halklar, mülksüzleştirilen sınıflar,
dışlanan ve eşit kabul edilmeyen bütün cinsel ve etnik kimlikler iktidarın
kurumsal şiddetini her gün bedenlerinde ve ruhlarında taşımaktadırlar. Şiddet,
elbette yüceltilecek bir değer veya mutlaklaştırılacak bir araç değildir ancak Frantz
Fanon’da çürütülemeyen hakikat, şiddetin, yeryüzünün lanetlilerinin günbegün
yaşadıkları aşağılanmaya neden olan, canlı, tarihsel bir mülksüzleştirilme ve
aşağılama deneyimi olmasıdır. Devletin kanlı şiddet döngüsünü kırmak, devlet
iktidarının dayandığı meşru şiddet tekelini ortadan kaldırmak ve kurumsal
şiddetin varlığı sayesinde süregelen toplumsal eşitsizliklere, adaletsizliklere
son vermek kuşkusuz bir karşı-şiddeti yani devrimci şiddeti çoğu zaman
gerektirmiştir ve gerektirebilir. Devrimci şiddet, şiddet karşıtı bir
şiddettir, Benjamin’in tabiriyle “yaşayanlar için şiddettir.” Kuvveti kuvvetle
tamamlama arzusudur, iktidarın ölümcül savaşına karşı bir varolma kavgasıdır. Dolaysıyla “nereden ve kimden gelirse gelsin”
şiddete karşı olmak retoriği, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında
yapılabilecek ayrımların ve tüm toplumsal eşitsizliklerin, baskıların üzerini
örtmekte, bireyi toplumsal mücadele ve çatışmalarda etik ve politik bir tavır
almaktan alıkoyarak, bireyi ahlaki bir mutlakçılığa mahkûm eden bir tutuma
dönüşmektedir. Ayrıca günümüzde küresel kapitalist iktidarı korkutan şey
aslında fanatiklerin uyguladığı şiddet değil, uğruna ölmek pahasına
direndikleri ideallerin hala devam eden varlığıdır. Çünkü “büyük ideolojilere
inançsızlık üzerinden temellenen bir toplumun gözünde terörist, hala uğrunda
kendi hayatını feda etmeye razı olduğu bir ideolojiye inanan bir kişinin dehşet
verici gerçekliğini sunar” (Renata Salecl 2014: 19). Devrimlerin
başarısız olmuş olması, çocuklarını yiyen birer canavara, bir savaş aygıtına
dönüşmüş olmaları, ortaya çıkış gerekçelerine, bağlı oldukları haklı davalara
ve verdikleri zorunlu bedellere halel getirmez ve insanların devrimci olmasını
da asla engellemez. Devrimler yenilgiye uğradığında bile verili durum değişir,
problemler dönüşüme uğrar. Bugün küresel kapitalizmin üzerinde tepindiği ve tek
tek geri almaya çalıştığı hakların büyük
bir bölümü geçmişteki devrimci mücadelelerin ve mücadelelerin yarattığı
korkunun kazandırdığı haklardır. Geçmişin devrimci muhasebesi elbette
yapılmıştır ve yapılmaya devam edilecektir. Günümüzdeki anti-kapitalist
toplumsal hareketlerin ortaya koyduğu direniş biçimleri, örgütlenme tarzları,
otoriteye ve her türlü hiyerarşiye yönelik ödünsüz tavır, radikal bir nihilizme
dönüşme potansiyeli taşıyan şiddet biçimlerine karşı mesafeli tutum, geçmişten
alınan “derslerin” bir göstergesidir. Ancak bu toplumsal hareketler devrimci
fanatizmden, tarihten keskin bir kopuşu yaratan bir olay olma niteliğinden, sitemi
bir bütün olarak ezilenlerin lehine dönüştürme kudretinden ne yazık ki şimdilik
yoksundur.
Apokaliptik Bir Devrime Doğru mu?
“Devrim yaşayan Dün’ü işgal edip
yeniden vaftiz etmedikçe bu hep böyle sürecek”
[Ernst Bloch]
“Bizler beklemekte olduğumuz
kişileriz” [Hopiler]
Günümüzde sınıf ve ulus
teleolojileri tam anlamıyla krizdedir, gerçekliği yerle bir edecek Arşimet
noktası olmaktan uzaktırlar. Siyasal deneyim biçimlerini tarihsel bir
gelişmenin ürünü olarak gören ve evrensel bir kapitalizmin birliğini ve
sürekliliğini esas alan bütün devrimci anlatılar iflas etmiş durumdadır.
1870’te olası bir devrim kapıdayken Engels’e “Ben şu Das Kapital’i bitirene kadar birkaç yıl daha beklese ya,” diye
şikâyetlerde bulunan Marx’ı vakti zamanında bile dinleyen çok az kimse olmuştu.
Kapitalizm, komünizme giden yolu açmadığı gibi, insanın onuruna ve öz-saygısına uzanan bütün yolları bile tıkadı.
İnsanlık, Marx’ın tarihsel zorunluluklarla hareket eden devrim lokomotifine
binmek beklentisinden tamamen vazgeçmiş, dünya ölçeğinde felakete koşan Tarih
trenini durduracak Benjamin’in “el freni olarak devrim” fikrine daha fazla
sarılmış görünmektedir. Benjamin için devrim, tarihin “acil durum frenini”
çekip bu belirsiz akışa bir dur demek, tarihselci konformizmden kurtulmaktı.
Uçuruma doğru hızla ilerleyen bu trenin el freninin tam olarak ne olacağı ve kim tarafından çekileceği kuşkusuz kestirilememektedir. Belki de
ekolojik krizlerin yarattığı bir aciliyet duygusu bu el frenini çekecektir veya
bir tekno-iktidar’a dönüşen bu uygarlığı bir siber saldırı paralize edecektir
veya her türlü aşağılanmaya maruz kalan mülksüz göçmenlerin arı sürüsünü
andıran bir “barbarlık saldırısı” bu ücretli kölelik sistemini ateşe veren
“fren” olacaktır. Bilebildiğimiz tek şey, radikal bir devrim adına ufukta
hiçbir devrimci alametin görünmemesidir. György Lukacs’ın, “yeni bir dünyanın
umutlarımızdan başka habercisi yok mu?” sorusuna gönül rahatlığıyla “evet
yoktur” diye cevaplayabiliriz. Ancak “umut ilkesi” ve devrimci bir iman,
radikal siyasetlerin her zaman vazgeçilmez harcı olmuştur ve tarihin treninden
umudumuzu kestiğimiz ve nereye gideceğini kestirilemediğimiz bu çağda bel
bağlayabileceğimiz yegâne silahlarımızdır. Bizim buradaki görevimiz Badiou’nun
Ebedi Komünizm Fikri adını verdiği şeye sadık kalmak ve Sparataküs’ten, Thomas
Müntzer’e, Şeyh Bedrettin’den, Paris komünarlarına, Sovyet devrimcilerinden,
İspanyol anarşistlere ve sömürgeciliğe karşı savaşan militanlara varıncaya dek
bin yılık başkaldırıların, ütopyacı rüyaların ve radikal hareketlerin hayat
verdiği bu eşitlikçi ruha bağlanmaktır. Deleuze ustadan öğrendiğimiz gibi,
“devrim oluştur ve oluş tarihe indirgenemez, tarih açısından bakarsak hep
zamansızdır” (Deleuze 1995:171). Bilimsel Marksizm’in determinizminden ya da
aşkın bir dinden türeyen bir devrim tahayyülü yerine “dinsiz bir binyılcılığı”
veya “imansızların imanı”nı esas alan bir devrim tahayyülüne ihtiyacımız var
belki de. Gershom Scholem’in sözleriyle “tarihi perişan eden bir davetsiz
misafir” olarak devrim.
Aydınlanmacı Marksist anlatıların,
ilerlemeci devrim öngörülerinin eleştiresinde Ernest Bloch ve Walter Benjamin
çok önemli ve istisna komünist düşünürlerdir. Hıristiyanlığın yeraltı
akımlarını, heretikleri, Yahudi Mesihçiliğini, Kabala düşüncesini ve plebyen
ütopyaları inceleyerek toplumsal devrimi apokaliptik arzuların sekülerleşmesi
olarak geliştirmeye çalışmışlardır. Onlar için radikal bir özgürleşme anlayışı her
şeyden önce geçmişin kurtarılmasını
gerektirmekteydi. Ernest Bloch, Thomas Müntzer’i çağdaş devrimlerin tutkulu bir
öncüsü olarak selamlar, “devrimin teoloğu” olarak nitelendirdiği Thomas Müntzer
üzerine yazdığı kitabında ve birçok eserinde apokaliptik teoloji, mistik
maneviyatçılık ve devrimci siyaset arasında bağlantı hatları örmüş ve
apokaliptik mitlerin faşist siyasetlere terk edilmemesi gerektiğini ve devrimci
bir siyaset için önemini sürekli vurgulamıştır. Bloch’un heretik Marksizmine
göre, binyılcı komünist hareketler hiçbir geriliği temsil etmiyorlardı tam
aksine siyasal üst-yapının çok ilerisinde olan hareketlerdi. Bloch’un gözünde
Marksizm, ütopik yanılsamaların cenazesini kaldırmak işini üstlenmemiştir tam
aksine bu binyılcı komünizm soyunun gerçek varisidir ve bu ütopyanın
gerçekleştirilmesinin içkin araçlarını sunmuştur. Bloch şöyle der: “Marx’ın
amacı dünyaya, tam da bu dünyanın bilgeliğine uygun olarak girişilmiş zorlu bir
mücadele aracılığıyla, rasyonel sosyalizmin gerektirdiği cennetvari düzeni
dayatmaktır; bu düzen kökten binyılcıdır, ama bugüne kadar hep fazlasıyla
pastoral bir şey, bir tür öte düzen olarak düşünülmüştür[7].”
Hakeza Benjamin’in Mesihçi devrim anlayışına göre de, “Devrim, tarihin sonucu
değil, tarihin sonu olacaktı. Kurtuluş, tarihin sonucu ya da hedefi değildi;
tarihle kesin bir kopuşu içeriyordu. Bugünden geleceğe, sürgünden özgürlüğe
ancak bir sıçramayla, tarihin sona ermesiyle geçilebileceği varsayımına
dayanıyordu”[8].
Benjamin için devrimin zamanı “şimdinin zamanı”dır. O, boş ve sahte olaylar
yığını olan kronolojik zamana değil, kairolojik zamana inanmaktaydı. Klasik
zaman kavramı içinde, kairos andır, yani kronolojik zaman döngüsünden kopuş ve
başlangıç anıdır. Kairos şimdi fırlatılmış oktur. Devrim, mesiyanik bir
müdahaleyle tarihin homojen ve çizgisel zaman akışından kopartılması, kısacası
“Mesihin açıp girebileceği dar bir kapıdır”. Benjamin’in devrim arzusu,
“köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması
idealiyle değil”. Bu bağlamda onun için devrimin önemi tüm mazlum kuşakların ve
yenilmişlerin intikamını alacak bir kefaret devrimi olmasıdır.
Marx’ın din eleştirisi aynı zamanda
dinin eleştirisinin de bir eleştirisidir. Marx dini hem “gerçek ızdırabın
dışavurumu hem de gerçek ızdıraba karşı bir itiraz olarak tanımlamıştır, dini
sadece devletin veya kilisenin bir sömürü aracı olarak görmemiş, “ezilenin iç
çekişişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olabilen rolünü de
hesaba katmıştır. Din yerine göre egemenlerin afyonu, yerine göre de
güçsüzlerin vitaminidir. Tarih boyunca kurumsal dinlerin baskısına, sömürüsüne,
aşağılamalarına, hiyerarşik ve eşitsiz bir dünyayı dayatmalarına ve her türlü
özgür düşünceye yönelik sansürlerine karşı ortaya çıkan sapkın mezhepler
(Anabaptistler, Quakerler, Familistler, Beşinci Monarşistler, Hariciler,
Karamatiler, İsmailliler, Aleviler) ezilenlerin başkaldırı ve direniş
sancakları olmayı başarmıştır. “Aydınlanmanın işaret ettiği tarihsel kopuşun
Hıristiyan mesihçiliğinden ilham aldığı, Jakobenizmden Bolşevizme ve Anarşizme
kadar bütün bir devrimci geleneğin erken dönem Hıristiyan inançlarının seküler
bir cisimleşmesi” olduğu iddiası, yabana atılacak bir iddia değildir. Komünist
devrim geleneklerinde dine indirgenmeyecek bir mesihçilik damarı vardır. Bu
dini olmayan mesihçiliğin indirgenemez tarafı yeniye dair bir çağrı, bir
“özgürlük vaadi” deneyimi olmasıdır. Komünist devrimdeki devrim anıyla, mesihçi
binyılcılıktaki kıyamet anı aynıdır ve her ikisi de kairolojiktir, yani salt
tekrarı, kronolojik zaman akışını bozarak zamanı değiştiren ana yatırım
yapmaktır. Kişi anı ele geçirmelidir, an da kişiyi. Kairolojik zamanda, kişi
hem karar veren hem de karara tabi olandır. Mesihçi kıyamet fikrinde önemli
olan bu dünyayı diğer dünyaya bağlayacak “kıyamet anı” değil, kıyamet anı
öncesinde herkesin eşit, özgür ve günahsız yaşayacağı bin yıllık cennetin
krallığı vaadidir. Bu mesihçi kıyamet fikri zamanla üç semavi din tarafından
asimile edilerek bir felaket imgesi veya dünyanın sonu haline getirilmiştir.
Adaletin tikel arzulardan ve belirli grupların menfaatlerinden soyutlanması,
evrensel bir arzu haline getirilmesi komünist devrim fikriyle, eskatolojik
kıyamet fikri arasındaki bir başka önemli benzerlik noktasıdır. Mevcut kötü
dünyanın toptan reddi ve başka bir dünyaya yönelik tutkulu özlem, binyılcı
hareketlerle modern devrimci ütopyaların ortak özellikleridir. Yani verili
olana yönelik keskin negatiflik ve yepyeni bir dünyaya yönelik “imkânsız arzu”,
siyasal motivasyonu ve kitlesel seferberliği belirleyen ortak vizyonlar
olmuştur. Apokaliptik siyasetin ayırt edici özelliği temsil ve dolayımın
reddidir, içsel çatışmalardan muaf, total ve mutabık bir topluluğu hedeflemektir.
Çağdaş komünist entelektüellerin aniden ortaya çıkan, tarihi askıya alan ve
toplumsal gidişatın yönünü değiştiren devrimleri açıklamak için geliştirdikleri olay kavramı da mesihçi
devrimcilikle benzer bir tahayyüldür. Badiou için
olay, eşitliği ortaya koymak suretiyle toplumsal adaletsizlik ve eşitsizlikten
ibaret olan genel durumla köprülerin atıldığı o yeni, kısa, yerel ve komünal
kopuştur. Aniden ortaya çıkan olağanüstü yoğunluktur. Günümüzde artık bir
komünist devrim tahayyülü, binyılcı dinsel vizyonları, köylü ayaklanmalarını,
heretik mezhepleri kaçınılmaz hezimetler çöplüğüne atmaktansa bu asi ruhları
yeniden vaftiz edip, devrimci tarihin şanlı uğrakları ve güncel kaynakları
olarak geri çağırmalıdır.
Devrim, yüksek perdeden yürütülen
bütün tartışmaların aksine belki de bir dinsel devrim görünümüne bürünmek,
hatta bir din haline gelmek ve devrimin dili de ahit peygamberin diline dönmek
zorundadır. Tanrısız, ritüelsiz, ölümden sonra yaşam vaat etmeyen, yeryüzünde
özgürlüğün ve eşitliğin krallığını kurmayı amaçlayan bir din. Devrim, ruhlara
fısıldayan, meleklere emanet edilen ve her gün okunan bir şükran duasına
dönüşmelidir. Özgürlük teolojisinden etkilenen ve kendilerini “Anti-Kapitalist
veya Devrimci Müslümanlar” olarak tanımlayan grupların sentezci devrim
fikirlerinden, modern siyaset dillerinden ziyade bu toprakların sahih bir
devrimci anakronizme ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. İslam tarihindeki bütün
heretik mezhepleri ve devrimci figürleri görünür kılacak bir tarih analizi ve
Benjamin’in “Din Olarak Kapitalizm” vurgusu bağlamda bir sistem okuması eminim
çok daha etkili olacaktır. Hikmet Kıvılcımlı’ın belli eserleri bu ülkede hala
önemli bir referans kaynağıdır, Marksizmin bir dine dönüşmesi gerektiğine
yönelik isabetli analizleri bu bağlamda yeniden değerlendirilmeyi hak
etmektedir. Yaşadığımız bütün eşitsizlikleri ve adaletsizleri bu Deccal ya da
Nemrut iktidarına (Kapitalizm) bağlayacak, Kabil’in bu soysuz soyuna karşı bir
gazap olarak devrim. Marksistlerin ağır kapitalizm analizlerinden istifa
etmenin, Kuran ayetlerini zorlama yorumlara tabi tutmanın ve çağdaş
anti-kapitalist hareketlerin benzer gündemleriyle hareket etmenin gerekli
devrimci istenci yaratması çok zor görünmektedir. Kuşkusuz her konuda derin
entelektüel tartışmalar yürütmek önemlidir ve elzemdir ancak sokaktaki insanın
yaşadığı dünyayı keskin bir şekilde olumsuzlayacak, devrimi yalın bir dille
“eski dünyanın ateşteki parşömen gibi tutuştuğu” bir gereklilik, bir yeryüzü
cenneti olarak sunacak bir politika diline muhtacız. Sosyalistlerin yıllarca
düştüğü aydınlanmacı tuzaklara düşmek, Kabil soyunun zulmünü uzatacaktır.
Bilinçlerden çok duygulara hitap edecek, hiçbir ek sıfatın gerekmediği, ortak
kararları ve devrimci arzuları eksen alan bir politik hattın inşa edilmesi gerekiyor.
Antonio Negri’nin haklı olarak vurguladığı gibi: “Ortak istenç, ortak akıldan
daha fazla bir şeydir, ortak karar, ortak isimden daha fazla bir şeydir; ortak
olay, aşkın olan herhangi bir şeyden daha fazla bir şeydir.” [9]
Cem Uzan’ın bile birkaç ayda faşist bir korporatizm diliyle yarattığı
mobilizasyonu, yaklaşık elli yıllık mücadele deneyimi ve devasa bir düşünce
mirası olan devrimci akımların bu topraklarda bunu hiçbir zaman başaramamış
olması (Kürt hareketi hariç) çok manidardır. Sistem-karşıtı Müslümanlar, kimi
Müslümanlara Komünizmin, Anarşizmin, Feminizmin ve Queer teorilerin “kötü” bir
şey olmadığını anlatmak yerine Baba İshak’ın Şeyh Bedrettin’in, Börklüce
Mustafa’nın, Pir Sultan Abdal’ın niçin isyan ettiklerini, otoriteyi ve özel
mülkiyeti neden reddettiklerini, Zenc devletinin nasıl kurulduğunu anlatmaları
ve apokaliptik bir dilin içinden günümüzle bağını kurmaları çok daha etkili bir
siyaset olacaktır. Bu toprakların belleğine kazınmış bütün devrimci ve
eşitlikçi mitleri yardıma çağırmak, modern sol siyasetlerin soğuk rasyonel
dilinden uzaklaşmak, bütün toplumsal bölünmeleri kesecek bir çağrı dilini
üretmek ve özgürlük havarilerine dönüşmek belki de devrimi görünür kılacaktır.
“Ne zaman ki insanlar arzularını devrimci oluşlara yatırır, bir olayı ele
geçirmeyi ve kendilerini olaya kaptırmayı arzular, işte o zaman devrimin
anlamı/hissi ortaya çıkar ve insanlar devrimi görebilir. Heyecan yoksa
dramatizasyonda yoktur. Sarhoş olmadan, isyan diye bir şey de olmaz.”[10]
İhtiyacımız olan şey devrime olan inanç değil, devrimci “iman”dır. Çünkü
yeryüzünde yeterince devrimci inanç var. İman, hayatı ortaya koyan, icra eden
bir ilan, bireyi harekete geçiren içe dönük bir karardır. Ayrıca Simon
Critchley’in de dikkat çektiği gibi iman, teist düşüncelerin temellük ettiği
bir kavram değil ve Tanrı gibi metafizik bir gerçekliğin mevcudiyetini de
gerektirmez. “İmansızların imanı, imanın hakiki mahiyetini ortaya çıkarır:
herhangi bir güvenceye bel bağlamadan her an kendini var ilan eden ve aşkın
sonsuz talebine riayet etmeye çalışan öznenin sıkı faaliyeti. İman, gücümü
aşan, ama yine de benim tüm gücüme ihtiyacı olan sonsuz bir talep karşısında
benliğin kendini ortaya koymasıdır, yeni bir şeyin doğabilmesi için eski
benliği ortadan kaldırmaya kalkışan manevi bir cesaret edimi”dir.[11]
İman, örgütlü siyasal koşulların içinde filizlenen imkânlara konmak değil,
siyasal iradeyle, çileyle, azim ve sabırla elde edilen bir zirvedir. Simon
Critchley’in o muhteşem tabiriyle: “İman eşitlerin ektiğini biçme ilişkisi
değil, ekmediğini biçme asimetrisidir” (Critchley 2014: 268). Devrim, kuşkusuz
bir örgütlenme iradesi, siyaset de, insanın kendisine yoldaş seçmesidir. Biz ve
örgütlü gücümüz hazır olmadığı sürece devrim hayaleti bize kendisini hiçbir
zaman göstermeyecektir. Ne demişti Ernest Bloch? “Mesih ancak bütün misafirler
masaya oturduğunda gelebilir”.
Kaynakça
Kaynakça
- Fanatizm - Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Alberto Toscano, Çev: Barış Özkul, Metis Yayınları
- İmansızların İmanı - Siyasal Teoloji Deneyleri, Simon Critchley, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları
- Devrimin Zamanı, Antonio Negri, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları
- İsyan, Devrim, Eleştiri, Bülent Diken, Çev: Can Evren, Metis Yayınları
- Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin, Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları
Dipnotlar
[1] Bülent Diken, İsyan, Devrim, Eleştiri, Çev: Can Evren, Metis
Yayınları, s.14
[2] Alberto Toscano, Fanatizm – Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Çev:
Barış Özkul, Metis Yayınları, s.55-58
[3] Slavoj Zizek, Somut Evrensel Olarak Komünizm Fikri, Komünizm Fikri içinde – Metis Yayınları,
s.250
[4] A.g.e, s.11
[5] A.g.e, s.55
[6] Aktaran Alberto Toscano, s.71
[7] Aktaran Alberto Toscano, s.115
[8] Nurdan Gürbilek’in Sunuşu, s.19, Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk,
Metis Yayınları
[9] Antonio Negri, Devrimin Zamanı, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları,
s.181
[10] Bülent Diken, s.25
[11] Simon Critchley, İmansızların İmanı-Siyasal Teoloji
Deneyleri, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları, s.26-29