23 Temmuz 2014 Çarşamba

Post-Politika Çağında Devrimci Fanatizm - Ramazan Kaya


Egemenlerin Fanatizmi ve Fanatizmin Egemen Tasavvuru


“İnsanların canları pahasına savunacakları cepheler olduğu sürece fanatizm de olacaktır” [Arnold Ruge]

“Yaşamlarını tehlikeye atanlar genelde ölüm, acı veya hastalıklı kibir üzerinden değil, yaşam üzerinden düşünürler”
[Gilles Deleuze]

İçinden geçtiğimiz zamanların barındırdığı egemenlik biçimleri, üretim ilişkileri, yönetim teknikleri ve özneleşme süreçleri farklı politik kuramlar çerçevesinde ele alınmış, analiz edilmiştir.  Antonio Negri ve Michael Hart’a göre dışarısının olmadığı bir imparatorluk, Giorgio Agamben’e göre istisnanın kural haline geldiği bir bio-politika çağı, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’ye göre disiplin toplumundan denetim toplumuna geçiş, Jean Baudrillard’a göre toplumsalın ve temsilin yok olduğu bir simülasyon dünyasında yaşamaktayız. Bütün bu teşhislerin belli oranda doğru ve belli bir toplumsal gerçekliğe tekabül ettiğini varsaymakla birlikte paylaşılan en yaygın kanaat, siyaset-sonrası bu toplumun temel antagonizmaları gizlemeyi başaran depolitize bir toplum olmasıdır. Eleştiri veya muhalefet, pragmatik müzakerelere ve stratejik uzlaşma oyunlarına indirgenmiş durumda, yani toplumsalın radikal biçimde sorgulanması anlamında siyaset bir nevi ortadan kalkmış görünmektedir. Her türlü kuşatıcı özgürleşme tasavvurundan vazgeçmek, her türlü binyılcı vizyon veya felaket imasıyla ve “ayaklarıyla ölüme gidenlerin maneviyatı”yla alay etmek bu siyaset-sonrası çağın en belirgin özelliği sayılabilir. Toplumsal adalet fikrinin yontula yontula bir insan hakları kapsülüne dönüştüğü, sinizmin kör karanlığında “söyledim ve ruhumu kurtardım” tavrının muhalefet sanıldığı bir çağ. “Radikal değişimi hayal edemeyen siyaset-sonrası bir toplum bizimkisi, siyasetin hiper-siyasete dönüştüğü ‘tek boyutlu’ bir toplum. Her şeyi siyasallaştırmakta, her şeyi eleştirmekte özgürüz ama sadece tersyüz edilmiş bir biçimde, herhangi bir görüşe sadık kalmadan elbette; tam anlamıyla fetişist bir biçimde, eleştirimiz var olan olanla sınırlı kaldığı ölçüde.”[1] Post-politika, güvenlik birimlerini ve parlamentoyu temsil eden aktörler dışında hiç kimseye verili olanı dönüştürme kudreti isnat etmemektedir. Siyasi aktörler, insanlığın ete kemiğe bürünmüş en güçlü temsili olarak insanlığa gerekli olanı zaten sunmaya çalışmaktadır. Nihai felaket kapıda olsa bile gündelik işlerinize devam etmeli ve gerisini hükümete bırakmalısınız. Kısacası, endüstriyel kapitalizmde politika "iyiliklerin paylaşımı" meselesi iken günümüzde "kötülüklerin ve risklerin paylaşımı" meselesi olmuştur artık. İdeoloji sonrası dönemin bu siyasetsiz yönetim âleminde kitleleri seferber edebilen tek şey korkudur (göçmen korkusu, komşu korkusu, bulaşıcı hastalıklar korkusu, aramızda dolaşan “azılı teröristlerin” veya suçluların yarattığı korku). Sistem bir taraftan kimsenin denetlemediği ve kapsamını kestiremediği meçhul bir güç tarafından örülmüş görünmektedir, diğer taraftan sistem, bu devasa egemenlik ve sömürü çarkı içinde bir dişli olarak görevini yapan herkestir. Kısacası bu liberal demokrasilerde; militan coşkulara, toplumsal seferberliklere, bir ideolojiye olan tutkulu bağlılıklara yer yoktur, bu tür hareketler ya totalitarizmin hortlaması olarak kodlanmaktadır, ya da hiçbir amaç veya değer gözetmeyen nihilist bir fanatizm türü olarak değerlendirilmektedir. Liberalizm için siyasi tutkular yoktur, ekonomik çıkarlar vardır, yurttaşların ruhsuzlaştırıldığı bu pasif nihilist sistemde, siyasal fanatizm yerini ekonomik fanatizme bırakmıştır. Liberalizmin kolektif belleğinde, “20 yüzyıl, soyut ilkelerin somut felaketlere yol açtığı, topyekûn dönüşüm arzusunun emsalsiz katliamlara tercüme edildiği, bir yandan koca bir idealler mezarlığı, bir yandan da bu ideallerin öldürdüğü sayısız insanın yattığı engin bir mezarlık”[2] olarak hatırlanmaktadır/hatırlatılmaktadır. 20. Yüzyılda komünizmle olan savaştan muzaffer taraf olarak ayrılan liberalizm, soğuk savaş yılları boyunca ölü komünizm atını kırbaçlamaktan geri durmamış, her türlü hak mücadelesini veya toplumsal adalet talebini bastırmayı demokrasiyi totaliter hayaletlerden veya siyasal fanatizmden arındırmak mücadelesi şeklinde göstermeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır. Dünyanın komünizmden sonraki halini Alain Badiou harika bir şekilde özetlemişti: “Kötülük dediğimiz şeyin Kötülüğün enkazı üzerinde dans ettiği karmakarışık bir durum.”[3] Kısacası modern tarihinin bize öğrettiği temel hakikatlerden biri de, düşünsel ve siyasal bakımdan en şanlı zamanlarında dahi, liberalizmi desteklemekle köleliği bir biçimde mazur göstermek hep el ele gitmiştir.

Egemenlerin siyasal dağarcığında fanatizm her zaman uğursuz bir kelime olmuştur. Eşitlik mücadelelerini itibarsızlaştırmak, özgürleşme çabalarını aşağılamak için egemenler tarafından tarih boyunca en çok başvurulan, sicili en kötü terimlerden biridir fanatizm.  Alberto Toscano’nun da vurguladığı gibi, “Fanatik, siyasi söz dağarımızdaki en ağır yaftalardan biridir. Hoşgörü sınırlarını aşan ve iletişime kapalı olan fanatik, siyasi rasyonalite çerçevesinin dışında durur; hiçbir argümana tahammül edemeyen ve ancak kendine rakip gördüğü her türlü hayat görüşü veya tarzı ortadan kalktığında yatışacak olan azılı bir inancın boyunduruğu altındadır. Fanatik ayrıca değişmez, uzlaşmaz, iflah olmaz bir öznedir.”[4] Fanatikler, çoğunlukla patolojik karakterler olarak yansıtılmış, bireysel veya toplumsal eylemleri de kriminalize edilerek insanlığı tehdit eden canavarlıklar olarak sunulmuştur. Binyılcı dini hareketler, köleliğe ve ırkçılığa karşı mücadeleler, sosyalist devrimler, anarşist suikastlar, anti-sömürgeci şiddet, savaş-karşıtı, anti-militarist, feminist ve eşcinsel grupların eylemleri her daim fanatik sapkınlıklar olarak mahkûm edilmiş,  bu hareketlerin bünyesinden fışkıran kimi fanatik figürler de aşırılığın peygamberleri olarak resmedilmiştir. Kısacası mülküzleştirmeye direnen, evrensel hakları hiçbir hiyerarşi ve ayrıma tabi kılmadan herkes için isteyen ve evrensel bir insan doğasını kayıtsız şartsız olumlayan kimseler fanatik addedilmiştir. Fanatizmin emperyalist ve sömürgeci kullanımları da bu minvalde önemli bir sayfadır. Bu kullanım biçimlerinde 19. ve 20. Yüzyılın sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı mücadeleleri kuşkusuz önemli bir rol oynamıştır. Sömürgeciliğe ve ırkçılık karşıtı mücadelelerin tetiklediği beyaz korkular, şiddetin ve fanatizmin belli bir ırka mahsus kılınmasını sağlamış, “yobaz Müslümanlar” ve “medeniyetten nasibi almamış siyahlar” şeklinde üretilen bu ırkçı fanatik kalıplar, “yobazlara” ve “vahşilere” yönelik her türlü sömürgeci şiddeti doğallaştırmıştır. Fanatizmin, Arap aklının, Asyalı despotizmin, İbrani teokrasisinin bir tezahürü olarak kültürelleştirilmesi bu sömürgeci geçmişin ve Avrupa merkezli kibirli medeniyet algısının bir ürünüdür. Günümüzde komünizmin tehdit edici bir siyasal rakip olarak sahneden çekilmiş olmasından ötürü bütün fanatik yaftaların yapıştırıldığı özne konumunda köktenci islamcı hareketler vardır. İslam, Allah adına binlerce kurbanın kanlarının sunakları doldurduğu, modern uygarlığın bütün değerlerine karşıt, “eylem halindeki hurafe” olarak kodlanmaktadır. Kısaca bugün fanatizm denince akla İslam kaynaklı bir dinsel delilik gelmektedir. Özellikle 11 Eylül olaylarından bu yana İslam dinini doktriner ve yekpare bir şekilde ele alan Oryantalist yaklaşımın şahikası denilebilecek bir siyasal algı hâkim olmuş durumdadır. Uzaktaki müslüman fanatik, ABD’nin emperyal politikalarını meşrulaştırması ve muhafazakâr neo-liberal iktidarını perçinlemesi adına bütün korkularını yansıttığı yeni “Büyük Öteki”dir. Düşman her zamanki gibi bireysel patoloji veya şer semptomlarına indirgenmekte, “terörizme karşı savaş” adı altında sonsuz bir savaşla geçecek belirsiz bir geleceğe mahkûm edilmeye çalışılıyoruz. ABD, dünyayı kötülüklerden arındırmaya çalışan yeni bir Leviathan olmaya soyunmuş durumda. “Arap baharı” olarak nitelendirilen isyanların, “kaderine razı Arap” imgesini yok etmesiyle birlikte emperyal-liberal söylem, “özgürlüklerimizden nefret ettiklerini için bizi öldürüyorlar”dan “özgürlüklerimizi istedikleri için isyan ediyorlar”a evrilmiş durumda. Sömürgecin kibrin şaha kalktığı liberal medya, el çabukluğuyla ayaklanmaları totaliter Şark’taki ebedi demokrasi eksikliğine bağladı. Çünkü emperyal Batı’nın zaten devrimlere veya isyanlara ihtiyacı yoktu, ne de olsa takı takır işleyen ve herkesin hoşnut olduğu bir demokrasiye sahiptiler. Devrim, azgelişmiş toplumların bir alametiydi. Sözün özü, günümüzde fanatizm karşıtı ideolojik seferberliğin anlamı, küresel kapitalist köleliği muhafaza etmek, eşitlikçi radikal siyasetleri itibarsızlaştırmak ve liberal demokrasi idealini tarihin nihai evresi olarak pazarlamaktan ibarettir.



Devrimci Fanatizm


“Radikal olmak meselenin kökenine inmektir. Ancak insan söz konusu olduğunda, meselenin kökeni de bizzat insanın kendisidir” [Karl Marx]

 “İsyan duygusu bulaşıcıdır, her bilinci aşar ve gururlu hale getirir” [Antonio Negri]

Dini bağnazlıktan, köktenci milliyetçilikten, nasyonal sosyalizmden, birer “ideokrasi” devleti olarak tanımlanan reel sosyalizm deneyimlerinden kaynağını alan ve yıkımla, din savaşlarıyla, faşizmle, soykırımlarla ve toplama kamplarıyla sonuçlanan, kısacası yeryüzünde insan yapımı bir cehennem inşa eden fanatizm örnekleri elbette yok değildir. “Püriten baskının, Fransız devrimindeki terör döneminin, Stalin’in yaptığı temizliğin, Yahudi soykırımının, çağdaş milliyetçi katliamlarla tehcirlerin geçmişte de bugün de hep tutkuyla yanıp tutuşanların eseri olduğunu kim inkâr edebilir ki? Onların tutkuları en berbatıdır: dogmatik netlik, öfke, haset, hınç, yobazlık, nefret.”[5]  Ancak fanatizmin bir siyasi mecaz olarak kullanılmasının egemen güçler açısından en kullanışlı tarafı bütün ayrımları ve farkları silen, her türlü analojiye, teşbihe ve homolojiye elverişli bir kavram haline getirilmesidir. Thomas Müntzer, Hasan Sabbah, Hitler, Lenin, Nelson Mandela, Bakunin, John Brown, Louise Michel, Usame bin Ladin, Ulrike Meinhof, Mazlum Doğan, Daniel Cohn-Bendit kolayca aynı fanatik fotoğraf içinde gösterilebilmekte, her türlü siyasal coşku veya partizan bağlılık fanatizm olarak damgalanabilmektedir. Oysa özgürleşme çabalarını aşağılayan bir terim olarak fanatizmin uzun tarihinden haberdar olan bizler, coşkunun, tutkulu bir bağlılığın, soyutlamanın ve evrenselliğin herhangi bir özgürleşme siyasetinin vazgeçilmez unsurları olduğunu çok iyi biliyoruz ve hakiki bir insani kazanımın veya tarihsel edimin her zaman devrimci bir fanatizmi gerektirdiğinin farkındayız. Fanatik, siyasetin ufkuna esrarengiz, uzlaşmaz ve yabancı bir düşman gibi giren kişidir, tehlikeli bir yenilik merakıdır, belli ideallere duyulan ödünsüz inançtır. Ödün vermenin reddedilmesi, ilkenin ve tutkulu partizanlığın olumlanması ve statükonun radikal bir dönüşümünü hedeflemek özgürlükçü bir siyasetin temel uğrakları olmuştur. Özellikle ödünsüz partizanlık fanatizmin en devrimci özelliği olagelmiştir. Devrimci fanatizm, yasa ve yasal olarak belirlenmiş her türlü eşitsizliğin mutlak reddidir. Devrimci fanatizm çoğunlukla krizlerden, aciliyetten ve şoktan doğmuştur. Tutkulu ve koşulsuz bir inanç siyaseti olan devrimci fanatizm, siyasi pusulanın şaştığı, ekonomik istikrarın ve adalet duygusunun dibe vurduğu ve “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmediği” tarihsel uğraklarda militan bir irade olarak baş göstermiştir. Böyle koşullarda devrimci fanatizm, yine de pratik saiklerden ziyade devrimci idealizme dayanan örgütlenmeler sayesinde ayakta kalmıştır. Krizler mücadelelere istek katar, ama aynı zamanda “normale dönme” arzusu da uyandırırlar. İşte bu “normale dönme” arzularını daha radikal bir beklentiye tercüme etmek, devrimci örgütlenmeler sayesinde mümkün olmuştur. Fanatizm hakikatin yörüngesinde dönerek onunla hemhal olur, bireye yoksun olduğu ikna gücünü ve cesareti aşılar.

Gerek kurumsal semavi dinlerin hükümranlığında gerekse modern kapitalist köleliğin tarihi boyunca egemenlerin uyguladığı dini terör, cadı avları, sömürgeci katliamlar, milliyetçi soykırımlar, emperyalist dünya savaşları fanatizm türleri olarak görülmekten ziyade tarihi yol kazaları veya insanlığın olgunlaşmadığı zamanlara ait münferit ilkellikler olarak geçiştirilmiştir. Ancak bu zulüm ve kölelik çarkına meydan okuyan tüm direniş tarihi “fanatik çılgınlıklar” olarak egemen tarihe kaydolmuştur. Fanatizmin veya fanatiklerin ilk beslenme kaynağı kuşkusuz din ve dini yorumlar olmuştur, egemenlerin siyasal gazabına ve lanetlenme merasimlerine ilk maruz kalanlarda haliyle dini hareketler ve dini figürler olmuştur. On birinci yüzyıl ile on altıncı yüzyıl arasında Avrupa coğrafyasında binyılcı Hristiyan devrimciler ve İslam coğrafyasındaki heretik mezhepler temelinde ortaya çıkan devrimci figürler, tehlikeli haydutlar, kana susamış fanatikler ve tanrının emirlerini çiğneyen zındıklar olarak yansıtılmışlardır. Tancheln, İmparator Frederic, Sahte Baldwin, John Ball, Hans Böhm, Thomas Müntzer, Jan Bockkelsen, Hasan Sabbah, Baba İshak, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal vb. nice tutkulu ve asi ruh, fanatik düşüncelerin sapkın porteleri olarak her türlü karalama ve aşağılama propagandasından nasiplerini fazlasıyla almışlardır. Ortaçağın devrimci binyılcılığı devrimci gücünü toplumun çeperlerine itilmişlerden, kırdan şehre taşınan yersiz yurtsuzlardan, mülksüzleştirilenlerden ve ağır vergilere tabi tutulan köylülerden almıştır. Çoğu zaman bir felaket, veba ya da kıtlık yaşandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Mesih figürü, peygamber veya Tanrı’yı içinde taşıdığını iddia eden din adamları suretinde ortaya çıkan bu devrimci önderler, mevcut düzeni Deccal ilan ederek isyan etmişler ve eşitlikçi komünist bir toplum idealini savunarak, birey ile Tanrı arasında aracı olduğunu iddia eden bütün kurumları, sınıfları, halifeleri ve doğuştan günahkâr insan doğasını reddetmişlerdir. Yönetici sınıflara duyulan nefreti körükleyen bu hareketler, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna yönelik isyancı tutkuları da her zaman kamçılamışlardır. Tanrı’nın krallığını bu dünyada kurmaya yönelik bu devrimci arzular, “Allahsızlara kafa tutan bu Allahlın kulları” dünyanın baştan sona değiştirilebileceğini bütün ezilenlere göstermişilerdir.  Binyılcılık veya Mesihçi devrimcilik, ancak yüzyıllar sonra gerçek bir ihtimale dönüşecek olan sınıfsız ve devletsiz toplum tasarısının büründüğü biçimdir. Guy Debord haklı olarak, “Binyılcılık -son defalığına konuşan devrimci sınıf mücadelesi-  kendisinin sadece tarihsel olduğunun bilincine henüz sahip olmayan modern bir devrimci eğilimdir. Binyılcılar kaybetmeye mahkûmdular, çünkü devrimi kendilerinin yapacağı bir şey olarak görmüyorlardı”[6] demiştir. Çağdaş devrimlerin birer öncüsü ve ilham kaynağı olan bu hareketlerin hayaletleri hiçbir zaman tam olarak gömülememiş, 68 Mayıs’ında konsey komünizmiyle, anarşizmin liberter ruhunu birleştiren Sitüasyonist Enternasyonal başta olmak üzere birçok radikal devrimci eğilime, hazzı ve esrimeyi amaçlayan komünal oluşumlara ve karşı-kültür gruplarına esin kaynağı olmayı sürdürmüştür. Birçok tarihçinin ortak kanısı Batı tarihini başlatan şey, “duygulanımların sekülerleşmesi”dir. Yani tutkuların insanlara sahip olduğu bir durumdan, insanların tutkulara sahip olduğu bir duruma geçiş. Modern devrimci hareketler, bu binyılcı komünist geleneklerin ve özgürleşme ütopyalarının varisidir, bu radikal düşünce selinin bir parçasıdır.

19. yüzyılda devrimci düşüncenin seküler bir çehre kazanması egemenlerin fanatizm tanımını ve fanatizm algısını şüphesiz değiştirmiştir. Fanatizm mefhumunun siyasi ve sosyoloji biliminin kriminolojisine ilk kez Paris Komünü’nün tetiklediği olaylar sayesinde girdiği tahmin edilmektedir. O güne kadar bütün toplumsal aşırılıkların dini fanatizmden beslendiği iddiası bu olayla birlikte değişmeye başlamıştır. Seküler siyasetleri oluşturan siyasi figürler bundan böyle patolojik figürler olarak ele alınmaya başlanmış, suçun kaynağı etnik köken, sınıfsal kimlik, kültürel yapılar gibi öğelerde aranmış, toplumsal sapkınlığı biyolojik kökenlere bağlama eğilimi güçlenerek siyasal eylemciler bir nevi “doğuştan suçlu” konumuna indirgenmeye başlanmıştır. Paris komünü ve onu izleyen devrimler tarihi boyunca anarşist ve komünist figürlerin büyük bir bölümü yozlaşmış kimseler veya “siyasi isteri ve epilepsiden muzdarip” kişiler olarak ele alınmıştır. 19. ve 20. yüzyıla ait itibarsızlaştırma politikaları her coğrafyada farklılıklar arz etmekle birlikte, radikal hareket ve örgütleri düşman kabul edilen devletlerin ajanları ilan etmek, anti-semitist önyargıları kullanarak Yahu olduklarını iddia etmek, halkın her türlü dini ve manevi değerlerine düşman insanlar olduklarının propagandasını yapmak ve masum insanları katleden şiddet fetişti caniler olduğunu vurgulamak en çok başvurulan karalama yöntemleri olmuştur. Egemen sınıflar ve iktidar blokları tarafından devrimci fanatizmin en çok kriminalize edilen özelliği kuşkusuz şiddetle olan ilişkisi olmuştur. Devletin bir şiddet örgütlenmesi, hukukun temelinin kurumsal şiddet olduğu gerçeği her zaman es geçilmiş, devletin askeri ve polisiye şiddetine yönelik silahlı direnişler “terörizm” veya kana susamışlık olarak mahkûm edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda şiddetsizliği aşkın bir değer, bir soyutlama, bir ilke, ya da kategorik bir buyruk haline getirmek egemenlerin kurumsal şiddetini meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Robert Young’ın belirttiği gibi, “Şiddet sömürgeleştirilenler için asla soyut bir kavram değildir.” Sömürgeleştirilen halklar, mülksüzleştirilen sınıflar, dışlanan ve eşit kabul edilmeyen bütün cinsel ve etnik kimlikler iktidarın kurumsal şiddetini her gün bedenlerinde ve ruhlarında taşımaktadırlar. Şiddet, elbette yüceltilecek bir değer veya mutlaklaştırılacak bir araç değildir ancak Frantz Fanon’da çürütülemeyen hakikat, şiddetin, yeryüzünün lanetlilerinin günbegün yaşadıkları aşağılanmaya neden olan, canlı, tarihsel bir mülksüzleştirilme ve aşağılama deneyimi olmasıdır. Devletin kanlı şiddet döngüsünü kırmak, devlet iktidarının dayandığı meşru şiddet tekelini ortadan kaldırmak ve kurumsal şiddetin varlığı sayesinde süregelen toplumsal eşitsizliklere, adaletsizliklere son vermek kuşkusuz bir karşı-şiddeti yani devrimci şiddeti çoğu zaman gerektirmiştir ve gerektirebilir. Devrimci şiddet, şiddet karşıtı bir şiddettir, Benjamin’in tabiriyle “yaşayanlar için şiddettir.” Kuvveti kuvvetle tamamlama arzusudur, iktidarın ölümcül savaşına karşı bir varolma kavgasıdır. Dolaysıyla “nereden ve kimden gelirse gelsin” şiddete karşı olmak retoriği, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların ve tüm toplumsal eşitsizliklerin, baskıların üzerini örtmekte, bireyi toplumsal mücadele ve çatışmalarda etik ve politik bir tavır almaktan alıkoyarak, bireyi ahlaki bir mutlakçılığa mahkûm eden bir tutuma dönüşmektedir. Ayrıca günümüzde küresel kapitalist iktidarı korkutan şey aslında fanatiklerin uyguladığı şiddet değil, uğruna ölmek pahasına direndikleri ideallerin hala devam eden varlığıdır. Çünkü “büyük ideolojilere inançsızlık üzerinden temellenen bir toplumun gözünde terörist, hala uğrunda kendi hayatını feda etmeye razı olduğu bir ideolojiye inanan bir kişinin dehşet verici gerçekliğini sunar” (Renata Salecl 2014: 19). Devrimlerin başarısız olmuş olması, çocuklarını yiyen birer canavara, bir savaş aygıtına dönüşmüş olmaları, ortaya çıkış gerekçelerine, bağlı oldukları haklı davalara ve verdikleri zorunlu bedellere halel getirmez ve insanların devrimci olmasını da asla engellemez. Devrimler yenilgiye uğradığında bile verili durum değişir, problemler dönüşüme uğrar. Bugün küresel kapitalizmin üzerinde tepindiği ve tek tek geri almaya çalıştığı hakların büyük bir bölümü geçmişteki devrimci mücadelelerin ve mücadelelerin yarattığı korkunun kazandırdığı haklardır. Geçmişin devrimci muhasebesi elbette yapılmıştır ve yapılmaya devam edilecektir. Günümüzdeki anti-kapitalist toplumsal hareketlerin ortaya koyduğu direniş biçimleri, örgütlenme tarzları, otoriteye ve her türlü hiyerarşiye yönelik ödünsüz tavır, radikal bir nihilizme dönüşme potansiyeli taşıyan şiddet biçimlerine karşı mesafeli tutum, geçmişten alınan “derslerin” bir göstergesidir. Ancak bu toplumsal hareketler devrimci fanatizmden, tarihten keskin bir kopuşu yaratan bir olay olma niteliğinden, sitemi bir bütün olarak ezilenlerin lehine dönüştürme kudretinden ne yazık ki şimdilik yoksundur.



Apokaliptik Bir Devrime Doğru mu?


“Devrim yaşayan Dün’ü işgal edip yeniden vaftiz etmedikçe bu hep böyle sürecek”
[Ernst Bloch]

“Bizler beklemekte olduğumuz kişileriz” [Hopiler]

Günümüzde sınıf ve ulus teleolojileri tam anlamıyla krizdedir, gerçekliği yerle bir edecek Arşimet noktası olmaktan uzaktırlar. Siyasal deneyim biçimlerini tarihsel bir gelişmenin ürünü olarak gören ve evrensel bir kapitalizmin birliğini ve sürekliliğini esas alan bütün devrimci anlatılar iflas etmiş durumdadır. 1870’te olası bir devrim kapıdayken Engels’e “Ben şu Das Kapital’i bitirene kadar birkaç yıl daha beklese ya,” diye şikâyetlerde bulunan Marx’ı vakti zamanında bile dinleyen çok az kimse olmuştu. Kapitalizm, komünizme giden yolu açmadığı gibi, insanın onuruna ve öz-saygısına uzanan bütün yolları bile tıkadı. İnsanlık, Marx’ın tarihsel zorunluluklarla hareket eden devrim lokomotifine binmek beklentisinden tamamen vazgeçmiş, dünya ölçeğinde felakete koşan Tarih trenini durduracak Benjamin’in “el freni olarak devrim” fikrine daha fazla sarılmış görünmektedir. Benjamin için devrim, tarihin “acil durum frenini” çekip bu belirsiz akışa bir dur demek, tarihselci konformizmden kurtulmaktı. Uçuruma doğru hızla ilerleyen bu trenin el freninin tam olarak ne olacağı ve kim tarafından çekileceği kuşkusuz kestirilememektedir. Belki de ekolojik krizlerin yarattığı bir aciliyet duygusu bu el frenini çekecektir veya bir tekno-iktidar’a dönüşen bu uygarlığı bir siber saldırı paralize edecektir veya her türlü aşağılanmaya maruz kalan mülksüz göçmenlerin arı sürüsünü andıran bir “barbarlık saldırısı” bu ücretli kölelik sistemini ateşe veren “fren” olacaktır. Bilebildiğimiz tek şey, radikal bir devrim adına ufukta hiçbir devrimci alametin görünmemesidir. György Lukacs’ın, “yeni bir dünyanın umutlarımızdan başka habercisi yok mu?” sorusuna gönül rahatlığıyla “evet yoktur” diye cevaplayabiliriz. Ancak “umut ilkesi” ve devrimci bir iman, radikal siyasetlerin her zaman vazgeçilmez harcı olmuştur ve tarihin treninden umudumuzu kestiğimiz ve nereye gideceğini kestirilemediğimiz bu çağda bel bağlayabileceğimiz yegâne silahlarımızdır. Bizim buradaki görevimiz Badiou’nun Ebedi Komünizm Fikri adını verdiği şeye sadık kalmak ve Sparataküs’ten, Thomas Müntzer’e, Şeyh Bedrettin’den, Paris komünarlarına, Sovyet devrimcilerinden, İspanyol anarşistlere ve sömürgeciliğe karşı savaşan militanlara varıncaya dek bin yılık başkaldırıların, ütopyacı rüyaların ve radikal hareketlerin hayat verdiği bu eşitlikçi ruha bağlanmaktır. Deleuze ustadan öğrendiğimiz gibi, “devrim oluştur ve oluş tarihe indirgenemez, tarih açısından bakarsak hep zamansızdır” (Deleuze 1995:171). Bilimsel Marksizm’in determinizminden ya da aşkın bir dinden türeyen bir devrim tahayyülü yerine “dinsiz bir binyılcılığı” veya “imansızların imanı”nı esas alan bir devrim tahayyülüne ihtiyacımız var belki de. Gershom Scholem’in sözleriyle “tarihi perişan eden bir davetsiz misafir” olarak devrim.

Aydınlanmacı Marksist anlatıların, ilerlemeci devrim öngörülerinin eleştiresinde Ernest Bloch ve Walter Benjamin çok önemli ve istisna komünist düşünürlerdir. Hıristiyanlığın yeraltı akımlarını, heretikleri, Yahudi Mesihçiliğini, Kabala düşüncesini ve plebyen ütopyaları inceleyerek toplumsal devrimi apokaliptik arzuların sekülerleşmesi olarak geliştirmeye çalışmışlardır. Onlar için radikal bir özgürleşme anlayışı her şeyden önce geçmişin kurtarılmasını gerektirmekteydi. Ernest Bloch, Thomas Müntzer’i çağdaş devrimlerin tutkulu bir öncüsü olarak selamlar, “devrimin teoloğu” olarak nitelendirdiği Thomas Müntzer üzerine yazdığı kitabında ve birçok eserinde apokaliptik teoloji, mistik maneviyatçılık ve devrimci siyaset arasında bağlantı hatları örmüş ve apokaliptik mitlerin faşist siyasetlere terk edilmemesi gerektiğini ve devrimci bir siyaset için önemini sürekli vurgulamıştır. Bloch’un heretik Marksizmine göre, binyılcı komünist hareketler hiçbir geriliği temsil etmiyorlardı tam aksine siyasal üst-yapının çok ilerisinde olan hareketlerdi. Bloch’un gözünde Marksizm, ütopik yanılsamaların cenazesini kaldırmak işini üstlenmemiştir tam aksine bu binyılcı komünizm soyunun gerçek varisidir ve bu ütopyanın gerçekleştirilmesinin içkin araçlarını sunmuştur. Bloch şöyle der: “Marx’ın amacı dünyaya, tam da bu dünyanın bilgeliğine uygun olarak girişilmiş zorlu bir mücadele aracılığıyla, rasyonel sosyalizmin gerektirdiği cennetvari düzeni dayatmaktır; bu düzen kökten binyılcıdır, ama bugüne kadar hep fazlasıyla pastoral bir şey, bir tür öte düzen olarak düşünülmüştür[7].” Hakeza Benjamin’in Mesihçi devrim anlayışına göre de, “Devrim, tarihin sonucu değil, tarihin sonu olacaktı. Kurtuluş, tarihin sonucu ya da hedefi değildi; tarihle kesin bir kopuşu içeriyordu. Bugünden geleceğe, sürgünden özgürlüğe ancak bir sıçramayla, tarihin sona ermesiyle geçilebileceği varsayımına dayanıyordu”[8]. Benjamin için devrimin zamanı “şimdinin zamanı”dır. O, boş ve sahte olaylar yığını olan kronolojik zamana değil, kairolojik zamana inanmaktaydı. Klasik zaman kavramı içinde, kairos andır, yani kronolojik zaman döngüsünden kopuş ve başlangıç anıdır. Kairos şimdi fırlatılmış oktur. Devrim, mesiyanik bir müdahaleyle tarihin homojen ve çizgisel zaman akışından kopartılması, kısacası “Mesihin açıp girebileceği dar bir kapıdır”. Benjamin’in devrim arzusu, “köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil”. Bu bağlamda onun için devrimin önemi tüm mazlum kuşakların ve yenilmişlerin intikamını alacak bir kefaret devrimi olmasıdır.

Marx’ın din eleştirisi aynı zamanda dinin eleştirisinin de bir eleştirisidir. Marx dini hem “gerçek ızdırabın dışavurumu hem de gerçek ızdıraba karşı bir itiraz olarak tanımlamıştır, dini sadece devletin veya kilisenin bir sömürü aracı olarak görmemiş, “ezilenin iç çekişişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olabilen rolünü de hesaba katmıştır. Din yerine göre egemenlerin afyonu, yerine göre de güçsüzlerin vitaminidir. Tarih boyunca kurumsal dinlerin baskısına, sömürüsüne, aşağılamalarına, hiyerarşik ve eşitsiz bir dünyayı dayatmalarına ve her türlü özgür düşünceye yönelik sansürlerine karşı ortaya çıkan sapkın mezhepler (Anabaptistler, Quakerler, Familistler, Beşinci Monarşistler, Hariciler, Karamatiler, İsmailliler, Aleviler) ezilenlerin başkaldırı ve direniş sancakları olmayı başarmıştır. “Aydınlanmanın işaret ettiği tarihsel kopuşun Hıristiyan mesihçiliğinden ilham aldığı, Jakobenizmden Bolşevizme ve Anarşizme kadar bütün bir devrimci geleneğin erken dönem Hıristiyan inançlarının seküler bir cisimleşmesi” olduğu iddiası, yabana atılacak bir iddia değildir. Komünist devrim geleneklerinde dine indirgenmeyecek bir mesihçilik damarı vardır. Bu dini olmayan mesihçiliğin indirgenemez tarafı yeniye dair bir çağrı, bir “özgürlük vaadi” deneyimi olmasıdır. Komünist devrimdeki devrim anıyla, mesihçi binyılcılıktaki kıyamet anı aynıdır ve her ikisi de kairolojiktir, yani salt tekrarı, kronolojik zaman akışını bozarak zamanı değiştiren ana yatırım yapmaktır. Kişi anı ele geçirmelidir, an da kişiyi. Kairolojik zamanda, kişi hem karar veren hem de karara tabi olandır. Mesihçi kıyamet fikrinde önemli olan bu dünyayı diğer dünyaya bağlayacak “kıyamet anı” değil, kıyamet anı öncesinde herkesin eşit, özgür ve günahsız yaşayacağı bin yıllık cennetin krallığı vaadidir. Bu mesihçi kıyamet fikri zamanla üç semavi din tarafından asimile edilerek bir felaket imgesi veya dünyanın sonu haline getirilmiştir. Adaletin tikel arzulardan ve belirli grupların menfaatlerinden soyutlanması, evrensel bir arzu haline getirilmesi komünist devrim fikriyle, eskatolojik kıyamet fikri arasındaki bir başka önemli benzerlik noktasıdır. Mevcut kötü dünyanın toptan reddi ve başka bir dünyaya yönelik tutkulu özlem, binyılcı hareketlerle modern devrimci ütopyaların ortak özellikleridir. Yani verili olana yönelik keskin negatiflik ve yepyeni bir dünyaya yönelik “imkânsız arzu”, siyasal motivasyonu ve kitlesel seferberliği belirleyen ortak vizyonlar olmuştur. Apokaliptik siyasetin ayırt edici özelliği temsil ve dolayımın reddidir, içsel çatışmalardan muaf, total ve mutabık bir topluluğu hedeflemektir. Çağdaş komünist entelektüellerin aniden ortaya çıkan, tarihi askıya alan ve toplumsal gidişatın yönünü değiştiren devrimleri açıklamak için geliştirdikleri olay kavramı da mesihçi devrimcilikle benzer bir tahayyüldür. Badiou için olay, eşitliği ortaya koymak suretiyle toplumsal adaletsizlik ve eşitsizlikten ibaret olan genel durumla köprülerin atıldığı o yeni, kısa, yerel ve komünal kopuştur. Aniden ortaya çıkan olağanüstü yoğunluktur. Günümüzde artık bir komünist devrim tahayyülü, binyılcı dinsel vizyonları, köylü ayaklanmalarını, heretik mezhepleri kaçınılmaz hezimetler çöplüğüne atmaktansa bu asi ruhları yeniden vaftiz edip, devrimci tarihin şanlı uğrakları ve güncel kaynakları olarak geri çağırmalıdır.

Devrim, yüksek perdeden yürütülen bütün tartışmaların aksine belki de bir dinsel devrim görünümüne bürünmek, hatta bir din haline gelmek ve devrimin dili de ahit peygamberin diline dönmek zorundadır. Tanrısız, ritüelsiz, ölümden sonra yaşam vaat etmeyen, yeryüzünde özgürlüğün ve eşitliğin krallığını kurmayı amaçlayan bir din. Devrim, ruhlara fısıldayan, meleklere emanet edilen ve her gün okunan bir şükran duasına dönüşmelidir. Özgürlük teolojisinden etkilenen ve kendilerini “Anti-Kapitalist veya Devrimci Müslümanlar” olarak tanımlayan grupların sentezci devrim fikirlerinden, modern siyaset dillerinden ziyade bu toprakların sahih bir devrimci anakronizme ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. İslam tarihindeki bütün heretik mezhepleri ve devrimci figürleri görünür kılacak bir tarih analizi ve Benjamin’in “Din Olarak Kapitalizm” vurgusu bağlamda bir sistem okuması eminim çok daha etkili olacaktır. Hikmet Kıvılcımlı’ın belli eserleri bu ülkede hala önemli bir referans kaynağıdır, Marksizmin bir dine dönüşmesi gerektiğine yönelik isabetli analizleri bu bağlamda yeniden değerlendirilmeyi hak etmektedir. Yaşadığımız bütün eşitsizlikleri ve adaletsizleri bu Deccal ya da Nemrut iktidarına (Kapitalizm) bağlayacak, Kabil’in bu soysuz soyuna karşı bir gazap olarak devrim. Marksistlerin ağır kapitalizm analizlerinden istifa etmenin, Kuran ayetlerini zorlama yorumlara tabi tutmanın ve çağdaş anti-kapitalist hareketlerin benzer gündemleriyle hareket etmenin gerekli devrimci istenci yaratması çok zor görünmektedir. Kuşkusuz her konuda derin entelektüel tartışmalar yürütmek önemlidir ve elzemdir ancak sokaktaki insanın yaşadığı dünyayı keskin bir şekilde olumsuzlayacak, devrimi yalın bir dille “eski dünyanın ateşteki parşömen gibi tutuştuğu” bir gereklilik, bir yeryüzü cenneti olarak sunacak bir politika diline muhtacız. Sosyalistlerin yıllarca düştüğü aydınlanmacı tuzaklara düşmek, Kabil soyunun zulmünü uzatacaktır. Bilinçlerden çok duygulara hitap edecek, hiçbir ek sıfatın gerekmediği, ortak kararları ve devrimci arzuları eksen alan bir politik hattın inşa edilmesi gerekiyor. Antonio Negri’nin haklı olarak vurguladığı gibi: “Ortak istenç, ortak akıldan daha fazla bir şeydir, ortak karar, ortak isimden daha fazla bir şeydir; ortak olay, aşkın olan herhangi bir şeyden daha fazla bir şeydir.” [9] Cem Uzan’ın bile birkaç ayda faşist bir korporatizm diliyle yarattığı mobilizasyonu, yaklaşık elli yıllık mücadele deneyimi ve devasa bir düşünce mirası olan devrimci akımların bu topraklarda bunu hiçbir zaman başaramamış olması (Kürt hareketi hariç) çok manidardır. Sistem-karşıtı Müslümanlar, kimi Müslümanlara Komünizmin, Anarşizmin, Feminizmin ve Queer teorilerin “kötü” bir şey olmadığını anlatmak yerine Baba İshak’ın Şeyh Bedrettin’in, Börklüce Mustafa’nın, Pir Sultan Abdal’ın niçin isyan ettiklerini, otoriteyi ve özel mülkiyeti neden reddettiklerini, Zenc devletinin nasıl kurulduğunu anlatmaları ve apokaliptik bir dilin içinden günümüzle bağını kurmaları çok daha etkili bir siyaset olacaktır. Bu toprakların belleğine kazınmış bütün devrimci ve eşitlikçi mitleri yardıma çağırmak, modern sol siyasetlerin soğuk rasyonel dilinden uzaklaşmak, bütün toplumsal bölünmeleri kesecek bir çağrı dilini üretmek ve özgürlük havarilerine dönüşmek belki de devrimi görünür kılacaktır. “Ne zaman ki insanlar arzularını devrimci oluşlara yatırır, bir olayı ele geçirmeyi ve kendilerini olaya kaptırmayı arzular, işte o zaman devrimin anlamı/hissi ortaya çıkar ve insanlar devrimi görebilir. Heyecan yoksa dramatizasyonda yoktur. Sarhoş olmadan, isyan diye bir şey de olmaz.”[10] İhtiyacımız olan şey devrime olan inanç değil, devrimci “iman”dır. Çünkü yeryüzünde yeterince devrimci inanç var. İman, hayatı ortaya koyan, icra eden bir ilan, bireyi harekete geçiren içe dönük bir karardır. Ayrıca Simon Critchley’in de dikkat çektiği gibi iman, teist düşüncelerin temellük ettiği bir kavram değil ve Tanrı gibi metafizik bir gerçekliğin mevcudiyetini de gerektirmez. “İmansızların imanı, imanın hakiki mahiyetini ortaya çıkarır: herhangi bir güvenceye bel bağlamadan her an kendini var ilan eden ve aşkın sonsuz talebine riayet etmeye çalışan öznenin sıkı faaliyeti. İman, gücümü aşan, ama yine de benim tüm gücüme ihtiyacı olan sonsuz bir talep karşısında benliğin kendini ortaya koymasıdır, yeni bir şeyin doğabilmesi için eski benliği ortadan kaldırmaya kalkışan manevi bir cesaret edimi”dir.[11] İman, örgütlü siyasal koşulların içinde filizlenen imkânlara konmak değil, siyasal iradeyle, çileyle, azim ve sabırla elde edilen bir zirvedir. Simon Critchley’in o muhteşem tabiriyle: “İman eşitlerin ektiğini biçme ilişkisi değil, ekmediğini biçme asimetrisidir” (Critchley 2014: 268). Devrim, kuşkusuz bir örgütlenme iradesi, siyaset de, insanın kendisine yoldaş seçmesidir. Biz ve örgütlü gücümüz hazır olmadığı sürece devrim hayaleti bize kendisini hiçbir zaman göstermeyecektir. Ne demişti Ernest Bloch? “Mesih ancak bütün misafirler masaya oturduğunda gelebilir”.


Kaynakça

  • Fanatizm - Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Alberto Toscano, Çev: Barış Özkul, Metis Yayınları
  • İmansızların İmanı - Siyasal Teoloji Deneyleri, Simon Critchley, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları
  • Devrimin Zamanı, Antonio Negri, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları
  • İsyan, Devrim, Eleştiri, Bülent Diken, Çev: Can Evren, Metis Yayınları
  • Komünizm Fikri, Hazırlayanlar: Slavoj Zizek - Alain Badiou, Metis Yayınları
  • Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin, Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları



Dipnotlar


[1] Bülent Diken, İsyan, Devrim, Eleştiri, Çev: Can Evren, Metis Yayınları, s.14
[2] Alberto Toscano, Fanatizm – Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Çev: Barış Özkul, Metis Yayınları, s.55-58
[3] Slavoj Zizek, Somut Evrensel Olarak Komünizm Fikri,  Komünizm Fikri içinde – Metis Yayınları, s.250
[4] A.g.e, s.11
[5] A.g.e, s.55
[6] Aktaran Alberto Toscano, s.71
[7] Aktaran Alberto Toscano, s.115
[8] Nurdan Gürbilek’in Sunuşu, s.19, Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları
[9] Antonio Negri, Devrimin Zamanı, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, s.181
[10] Bülent Diken, s.25
[11] Simon Critchley, İmansızların İmanı-Siyasal Teoloji Deneyleri, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları, s.26-29

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Rojava Devrimi'nin Üçüncü Yıl Dönümü Üzerine - Ramazan Kaya


Bugün günlerden 19 Temmuz, yani Rojava Devrimi'nin üçüncü yıl dönümü. Rojava devrimi, iki yıl önce "Arap baharı" olarak adlandırılan isyan fırtınasının içine doğdu ve o isyan dalgası içinde solmayan, sonbahar'a dönüşmeyen, baharın yemyeşil umudunu ve coşkusunu koruyan tek halkadır. Sömürgeci Suriye devletinin yaşadığı bozgun, egemenlik sınırlarının giderek zayıflaması ve ülke içinde yaşanılan iktidar çatışmaları sonucunda Batı Kürdistan'da tertemiz, haklı ve gerçek bir devrim filizlendi. Kürdistan'da benim kuşağımın yaşadığı ilk devrimci zafer duygusudur. Yani Ortadoğu'da devrimci kuşaklara vaat edilmiş “gelecek güzel günler”e uyandığımız ilk sabahtır. Bu yorgun topraklarda, bu tükenmiş gökyüzünün altında ütopyalar çağının bitmediğini, devrimler defterinin kapanmadığını duyuran zayıf bir çığlıktır Rojava. Murray Bookchin, "gerçek bir devrim organik ve kendiliğinden olmalıdır; onun başarısı inceden inceye planlanmış bir stratejiye dayanmamalı, doğal bir gelişim seyri izlemelidir" der. Rojava devrimi tam da böyle gelişmişti, kenetlenmiş bir halkın yaralı gövdesine davetsiz bir misafir misali bir anda konuk olmuştu. Ancak halk, bağrına bastığı bu davetsiz misafiri çok iyi tanıyordu, yıllarca o topraklarda sömürgeci Suriye devletinin kimliğine almaya bile layık görmediği bir avuç Kürdün koynunda büyüttüğü bir çocuktu ve herkesin onun üzerinde emeği vardı. Rojava, aynı zamanda ulus-devlete ve devletçi sosyalizme veda eden 36 yıllık bir halk hareketinin ilk komünalist özgürlük deneyidir, Ortadoğu tarihinde örneği olmayan ilk öz-yönetim projesidir ve dört bir taraftan kuşatılmış yoksul bir halkın kendi özgücüyle ayak direttiği, ayakta kaldığı bir direniş deneyimidir. 

6 Ocak 2014 tarihinde Rojava’nın Amûdê kentinde toplanan Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi Yasama Meclisi, Rojava Toplumsal Sözleşmesi’ni kabul etti. Ortadoğu’daki milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve ulus-devlet çıkmazından kurutuluşun yol haritasını hayata geçirdi. Demokratik Özerk Kanton Yönetimleri’nin (Cizîr, Kobanê ve Efrîn) esas alındığı Rojava'da, ulus-devlet, askeri ve dini devlet anlayışı ve her türlü merkezi iktidar biçimi reddedilmiştir. Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler Kanton yönetiminin sağladığı bütün haklardan ve imkanlardan yararlanan eşit halklar olarak kabul edilmiştir. İslam, Hıristiyan ve Êzidî inançlarının her türlü baskıdan azade birlikte yaşamasının güvencesi verilmiştir. Cizîr kantonunun resmi dilleri Kürtçe, Arapça ve Süryanice’dir. Aynı zamanda diğer tüm oluşumların anadillerini kullanma ve anadillerinde eğitim görme hakkı tanınmıştır. Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisini öngören kurucu bir politika temel siyaset ilkesidir. Halk iktidarın yegane sahibidir, seçimle belirlediği kurumları ve meclisleri aracılığıyla yönetimini sağlamaktadır. Ayrıca yeraltı ve yerüstü tüm zenginlikler bütün toplumun eşit derecede yararlandığı bir ortak mülkiyet ilkesine bağlanmıştır.


Rojava Devrimi üçüncü yılına girerken Rojava’da ve devrimin başladığı Kobane’de direniş IŞİD çetesine karşı yükselmeye devam etmektedir. Bölgedeki sömürgeci devletlerin ve emperyal güçlerin Rojava'yı düşman listesine sokmalarında sebep ne petrol kuyuları, ne verimli araziler ne de bölgenin stratejik önemidir, temel sebep Rojava'nın Ortadoğu'da ulus-devletlere dayalı tahakküm zincirini kıran bir özgürleşme halkası olmasıdır. Milliyetçi, dinsel, mezhepsel çatışmalar cehennemine dönen, kadınların adeta soykırıma uğradığı, farklı cinsel yönelimlere yönelik nefretin ve ayrımcılığın ayyuka çıktığı, neo-liberal muhafazakar yönetimlerin vahşi sömürü ve baskısının dayanılmaz boyutlara vardığı bir coğrafyada Rojava başka türlü bir dünyanın  burada da mümkün olduğunun kanıtı ve kurucu iradesidir. Bu iradeyi kırmak, bu çorak topraklara ekilmiş ütopya tohumlarının yeşermesini önlemek adına ilan edildiği günden bu yana onlarca taşeron örgüt aracılığıyla Rojava kuşatılmaya ve teslim alınmaya çalışılmaktadır. Ancak Rojava o bölgede yaşayan bütün halkların seferber olmuş direniş ruhuyla, varlığını dayandırdığı anti-otoriter çağdaş devrim idealiyle mutlaka ayakta kalacaktır. Çünkü, Rojava Devrimi o yürekli evlatları ile birlikte eline silahı alıp dünyayı şaşırtan anaların eseridir. Kürdün, Arabın, Süryaninin, Ermeninin, Çeçenin ortak bestelediği özgürlük melodisidir, İslam, Hristiyan, Êzidî inançlarının özgürce serpildiği bir özerklik bahçesidir. Kadınların erkeklerle birlikte mevzi aldığı, geleneksel cinsiyet rollerini reddettiği, özel mülkiyete ve devlete meydan okuyan çağdaş bir devrimdir. Rojava Devrimi, 1871'de Paris'te, 1921'de Kronştad'da,1939'da İspanya'da yarım kalan düşlerimizin tamamlanma ihtimalidir.


Rojava Devrimi'ine selam olsun.

19 Tîrmehê Pîrozbe
Şoreşa Rojavayê li hemû gelê Kurdistanê ra, li hemû bindestê Cîhanê ra pîroz be..