18 Temmuz 2007 Çarşamba

Modern Yanılsamalar ve Özgürlük Paradoksu


“Hayat ağacı yeşildir, teori ise gri” [Baudrillard]

Günümüzün postmodern toplumu katı olan her şeyi buharlaştırdı. Emek-sermaye, kitle-iktidar, özne-nesne yani modern aklın üzerinde biçimlendiği tüm düaliteler buharlaşarak modern tarihin çöplüğünde eşelenen kuramsal nesnelere dönüştü . Aklın iktidarını meşrulaştırma çabasıyla varlık bulan total gelecek mitleri, bireyin dizginsiz özgürlük istenci ve arzuları karşısında son buldu. Gezegeni politik bır toplama kampına dönüşterme hayalleri, isyanın ve kaosun sıcak kasırgalarına yenik düştü. Kaos özü gereği biçimsizdi ve biçim verilemezdi. Akıl, iktidar, denge, düzen bir imla içinde vücut bulurken; aşk, şiir, isyan, devrim ve özgürlük imlanın bozulduğu yerlerden fışkırıyordu. Tarih, Toplum ve Tanrı adına konuşanlar, toplumsalın son perdesini oynayan sessiz yığınlar tarafından sonsuza dek aforoz edilmişti. "Kuramlar Sonrası" tüketim toplumunun tükettikçe mutlu(!) olan yitik özneler cennetinin adıydı belkide "postmodern durum". Çağın kahramanlara ihtiyacı yoktu. İnsanlık, ‘parıldayan yıldızlar’ı değil, hep kayan ve kaybolan yıldızları izlemek istiyordu artık..

Mükemmel ya da ideal bir toplum hayalinin insanlık kadar eski olduğu söylenebilir. XIX. yüzyıl modern toplum tasavvuru, hem kendisinden önceki tüm ütopyaların bir devamı hemde bu ütopyaların "pratik aklın" temsilinde bir siyasal erke dönüşme arzusu olduğunu söylemek mümkün.. Adorno ütopya kavramı hakkında piyano başında oturan bir çocuk örneği verir; bu çocuk daha önceden hiç duyulmamış bir akor aramaktadır.Aslında bu akor her daim oradadır,zira olası kombinasyonlar sınırlıdır ve tümü de piyano tuşları üzerinde örtük olarak bulunmaktadır. Belki de yapılması gereken, piyanoya yeniden bakmak ve gerçekten yeni olanı istemekti. Modern ütopya yeni olanı istemek cesaretini, burjuva ve proleter devrimleriyle göstermişti üstelik. Aklın(!) klavuzlugunda her idealin toplumsal bır proje olarak hayat bulma şansı vardı ve bu doğrultuda kitleler, kurtarıcı öncülerinden desteğini esirgemeyecekti. Tarihin öznesi birey'di ve tanrı bir daha yeryüzüne inmeyecek şekilde gökyüzüne gönderilmişti. Modernizm, genel ve toplumsal düzeyde aydınlanma ilkelerini temel alan toplumsal projenin adıdır. Felsefi gücünü 18.yüzyıl Aydınlanma felsefesi'nden alan Modernite, Akıl'ı ve İnsan'ı merkezi nosyonlar olarak belirler, toplumsal yaşamı rasyonalize eder, Din'i toplumsal yaşamda geriletir, laisizmi ilke olarak benimser, özgürleşmeyi ilkeleştirir. Öznenin ve özgürlük fikrinin yaygınlaşıp güçlenmesi ve bunların tüm siyasal ve felsefi düşüncenin merkezi durumuna gelmesiyle anlamını bulur. Aydınlanma ise, inanca karşı bilgiyi, teolojiye karşı bilimi ön plana alan bir düşünce sistemidir. Modernizm, aydınlanma düşüncesini temel alır. İlerlemeye inanır. Akıl ve bilimi ilerlemenin aracı ya da silahi olarak görür. Nesnel, evrensel ve geçerli bilginin akıl ve deney yoluyla edinilebilir olduğuna yönelik kesin bir epistemolojik konuma sahiptir ve bu düşünce bütün modernist öğretilerde sabit noktadır. Modernizm bu halde, her tür öğretiye dayanak olacak olan bir epistemolojik ve tarihsel bilinç zeminidir. Kısacası modern bilimin temel amacı Weber'in tabiriyle dünyayı büyülü bir yer olmaktan çıkatmaktı diyebiliz..

"Aydınlanma dönemi olarak nitelendirilen süreç, Avrupa kültürünün 18. yüzyılda kaydettiği dönüşümleri genel bir oluşum projesi olarak tanımlayan bir sürecin adıdır aynı zamanda..Bütün aydınlanma tanımlamalarındaki ortak vurgu, despotizmin karanlığından rasyonel bilginin aydınlığına geçiştir.. Aydınlanma, aydınlatma gereklılıgını de beraberinde taşıyan bir süreç oldu daima.. Eski Rejim, değişmez bir dünya algılamakta, egemenliğin kaynağını da Tanrıda görmektedir. Kader, her şeye egemendir. Birey yoktur, cemaat vardır. İnsanlar, ancak doğumdan mensup oldukları cemaatin içinde varlık ve kimlik kazanabilirler. Bu düzende bilim de yoktur, çünkü evrenin sırları Tanrı tarafından, onun seçtiği bazı kişilere ifşa edilmektedir,o zaman bilgi ancak, bu kişilerin yazdıklarını okuyarak edinilebilir. Aydınlanmanın en büyük özelliklerinden biri de,dinin dogmalarını reddederek, her şeyi doğa parantezine almasıdır.. Yani doğal hukuk, doğanın yasaları, doğal düzen, doğanın egemenliği, doğal haklar, doğal ekonomi, doğa durumu gibi. Aydınlanma, dünyanın düzenli, anlaşılabilir ve akla uygun olduğuna inanır. Hiçbir sihirsel, efsanevi veya gizemli yanı olmayan dünyanın sırları da yoktur, sadece insanın henüz bilemediği, bulamadığı, ama bileceği ve bulacağı yasaları vardır". Pozitif bilimlerin temel düşünce referansı olması ve aklın kutsanması zamanla bılginin birey üzerinde seküler bir otoriteye dönüşmesinin zeminini besleyen mihenk taşı olacaktır. Ruhban sınıfının yerini bir nevi "seküler rahipler" dolduracaktır. Kilisenin ve ona bağlı olan üniversitenin dışında alternatif ve görece bağımsız bilgi odaklarının oluşması aydınlanmanın en büyük kazanımı olarak görülsede, zamanla her söylem kendi bilgi cemaatini ve kurumlaşmasını yaratacaktır.. Her paradigma, mutlaklaştırılan avrupa merkezci evrensel(!) düşünce referanslarının imbiğinden ve onayından geçerek ancak meşru bir kimlik kazanabilirdi. Modern batılının gözü (bakışı) çağın ufkuydu.. Sömürgeci politikalar,emperyalist kıyımlar bile modern dünyanın geri kalmış barbar ulusların(!) üretim güçlerini geliştirmesi şeklinde teorize etmek, "araçsal aklın" ilerlemeci tarih rotası adına gerekli gördüğü ve meşruluk kazandırdığı sicili bozuk siyaset(marksist ekonomi) diline ivme kattı.. Her karşı çıkış, aydınlanma mantıgının verili dili ve ufku içinde eriyerek, farklı ıktidar lehçelerine evrilmenin kaçınılmaz yazgısını paylaştı. Aydınlanmanın belirleyici düşünce dizgeleri olan; Endüstriyel üretimin zorunluluğu, Siyasal erkin zaptedılmesi, Temsili demokrasi, Aşamalı toplumsal gelişim, Eşitlık,İnsan dogasının hümanist yorumu, tarihin sürekli ileriye doğru evrildiği miti az çok tüm karşı çıkışların özünü belirleyen aşılması zor ve her seferinde toslanan bir tarihi bariyere dönüştü.. Aydınlanmanın haşarı çocuklarının (Marx, Nietzche,Foucault, Freud,Bakunin vb..) aydınlanma dliyle verili tarihe ve topluma yönelik geliştirdikleri itirazların "uygar dünyanın" göreceli hoşnutsuzlukları olarak görülmesinin altında yatan neden belkide, ortak örülmüş bu zihniyet dünyasının aşılmazlığına duyulan sarsılmaz inançtı..


Modern Çıkmazlar ve Eleştirel Söylemler:

Günümüz dünyası; toptan kurtuluş projelerinin terkedildiği, farklı kültürel,etnik,cinsel ve grup kimliklerinin kendini yeniden inşa ederek kamusal alanda yanyana boy gösterdikleri ancak birbirlerinin içinde erimeden (özerk) organize oldukları, postmodern bir siyasal yönelişin içinden tüm muhalif renklerin aynı anda aktığı bir eşiği imliyor. Anti-hiyerarşi, anti-otoriter, öncü güçlerin ve liderlerin varlığını dıştalayan dolayımsız örgütlenme modellerine tanık olduğumuz bir süreç işliyor artık. Postmodern siyaset genel çerçevede “Büyük anlatılara”, “Büyük projelere”, “Büyük ilkelere” itirazdır ve bunların olanaksızlığı iddiasıdır." Politik düzlemde Makro siyaset modeli Mikro siyaset anlayışıyla, Majör olan Minör olan ile yer değiştirir. Belirsizliğin, kesinsizliğin ve olumsallığın bastirildiği, yoksayildığı, gözardı edildiği zihniyet biçimine itiraz eden postmodern düsünce, etik ve siyasaya ilişkin olarak bunları yeniden devreye sokan bir düsünüş biçimi temellendirmeye yönelir. Postmodern söylemde artık önemli olan daha döğru bilginin araştırılması değil, bizzat doğruluk kategorisinin yerinden edilmesi ve işleyiş mekanizmalarının deşifrasyonu sözkonusudur.Böylece yeni doğruların oluşturulmasından daha çok(bu da yapılmakla birlikte) doğruların çoğullaştırılması hedeflenir. Genel ahlaksal anlayışlar ve ilkeler, modenitede doruğuna çıkan akılcı argümantasyon yapıları artık geçerliliğını yitirmiştir ya da en azından eski geçerliliğini sürdüremeyecek bir konuma gelmiştir.

Postmodern siyaseti karakterize eden temel unsurlardan biride, toplumsal sorunları önem derecesine göre hiyeraşize eden ve belli siyasal özne veya öznelere merkezi rol biçen total söylemlerin reddi olmasıdır..Bu siyasal tahayyülde,işçi sınıfı artık radikal siyasal öznelliğin kendisi yoluyla tanımlandığı merkezi kategori değildir. Dahası çağdaş siyasal mücadeleler artık kapitalizme karşı mücadele ile belirlenmiyor, yeni tahakküm alanlarına işaret edip yeni uzlaşmaz karşıtlık arenalarının (ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, ekolojik tahribat, özelleştirme, işyerindeki gözetim, bürokratikleşme, vs.) altını çiziyorlar, özetle bu yeni toplumsal hareketler, marksist paradigmanın sandığı gibi sırf ekonomik sömürüye karşı değil, her şeyden önce tahakküme karşı savaşımlarıdır. 1970’lerden itibaren modernlik eleştirilirken, başat söylem “farklılığın”, eşitlikten daha önemli olduğunun vurgulanması oldu. Altı iyice oyulan cazibesini yitiren evrensel eşitliğe dayalı özgürlük anlayışının yerini bir nevi “kimlikler savaşı” almaya başladı. Kültürel kimlikler, cinsel kimlikler, etnik kimlikler, siyasetin önde gelen temaları oldular. Tikellik evrenselliğin önüne geçti. Kimi yerde çokkültürlülük, kimi yerde kozmopolitizme karşı mücadele, kimi yerde ise yabancı düşmanlığı veya benmerkezli bir kültürel-etnik duruş biçiminde tezahür eden tikellik, evrensel eşitlikçiliğin karşısına hemen her yerde kültürel kimliğin üstünlüğü fikrini öne çıkardı. Kimlik politikaları, yeni dönemin siyasal çekim merkezi olmaya başladılar. Ayrıca son zamanlara damgasına vuran küreselleşme-karşıtı hareketi, aydınlanmanın akılcı ve ahlaki üstanlatılarına karşı pratik ve radikal bir meydan okuma olarak değerlendirmek mümkün.. Bu küresel yoksullar ve ötelenenler hareketi, klasik sol örgütlenme -eylem çizgisinden oldukça uzak bir görüntü sergilemekte. Açık bir yörünge yada siyasal bir programa sahip olmayan hareket, çoğul kimliklerin birlikte dokuduğu , "başka bir dünya mümkün" ün açık uçlu radikal siyaset sunumudur.. Peki ne olduda devrimler çağının en su geçirmez yönelimi olan marksizm, alternatif odak olmanın siyasal cazibesini yitirdi sorusu, küreselleşme karşıtı hareketin örgütlenme modelinde ve taleplerınde cevabını kısmen buldu diye düşünüyorum.. Dogu Bloğu olarak adlandırılan ülkelerdeki devletçi sosyalist yapıların çöküşünün kitlelerın umutlarının çöküşünü hızlandırması, marksizmin modernitenin ilerlemeci, hümanist, ekonomik merkezli,özcü siyasal nosyonlarının sadık bir evladı olarak kalma ısrarı, anarşizmin lehine işleyen parametreler oldu.. Post-marksistlerin, toplumsal donukluğa cevap olma gayretiyle marksizmi her teorik kriz dönemlerinde yeniden tanımlama girişimleri marksizmi, anarşizme biraz daha yakınlaştırmaya yaradı sadece.. Modern sol insanı merkeze alan, onun ihtiyaçlarını birinci öncelik olarak gören, insanın emeğin toplumsal örgütlenmesiyle doğayı dönüştürmesi sonucu göreli bir refah elde etmesini amaç edinen ve tüm bunları akıl dışı olan kapitalizmden daha iyi yapma iddiasında bulunan bir siyasal tahayyüldür.. Emeğin ve üretimin kutsandığı, her türlü iktidar ilişkisinin kökenlerinin sınıfsal eşitsizliklerde arandığı, insanın emeği özgürleştirmeden özgür olmasının imkansız oldugunu hatta insanın kendisini gerçekleştirmesinin ve insan olmasının doğayı dönüştürmesinden geçtiği tezleri temelinde varlık oluşturan marksist solun, çağın kemirici problematikleri altında ezildiğini söylemek mümkün..Neo marksist Adorno, Marks dünyayı dev bir atölyeye dönüştürmek istıyor derken üretimin birey üzerindeki tahakkümüne ve ekolojik yaşam dengesinin marksist özle uyuşmayacak yönlerine dikkat çekmek istiyordu belkide.. Marks için devrim bir üretim tarzından bir başka üretim tarzına geçişti. Ve kapitalizm yaptıkları ile sosyalizmin yolunu açıyordu. Çünkü kapitalizm yarattığı üretimsel devrimle komünist toplumda her kesin yaşamını sürdürmek için çalışma sorununu aşacak bir zemin hazırlıyordu..İnsanın herşeyin ölçüsü, varlıksal merkez, evrimsel düğüm noktası vb.hümanist tanımların, bireyin yeryüzünün efendisi veya tanrısı olma saiklerini kışkırtan ve sonucunda toplumsal ve ekolojik felaketlerle süregelen bir uygarlık tarihinin temel taşlarını döşeyen nosyonlar olmuştur..Özellikle sanayi üretiminin dogayla ve doğal yaşamla olan sorunsallığına cevap üretmeyen bir özgürlük söyleminin veya hareketin kitlesel bir güç olma olasılığı iyice zayıflamış durumda..Gezegenin gittikçe küresel bir çöplüğe dönüşme tehlikesi bütün insan merkezli, hümanist modern argümanların radikal bir şekilde sorgulanmasınıda beraberinde getirdi.."İnsanlık doğaya hükmettikçe, insan öteki insanlara ya da kendi lanetine köle oluyor" diyen marx aynı zamanda kapitalist sanayi gelişimini özgürlük potansiyellerinin çoğalması olarak ta görebiliyordu.

Modern dünya aynı zamanda bir paradokslar dünyasıydı, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürdürmek demekti. Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vadeden, ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama paradoksal bir birliktir bu; bölünmüşlüğün birliğidir.Modern hayatın girdabı pek çok kaynaktan beslenegelmiştir; fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yokeden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir başka ucuna yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik alt üst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirlerine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da artırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. Yirminci yüzyılda bu girdabı doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler, modernleşme tarihinin ayrılmaz ve sürekli bir karşıtlık içinde beslenen olgularının adı oldu.

Max Weber’e göre,modern toplum bir kafes olmakla kalmaz, içindeki insanlar da o kafesin parmaklıklarınca biçimlendirilir. Modernlik, geçmişten öylesine koparılmış ve habire, öylesine baş döndürücü bir hızla koşuyorki, kök salamıyor; bir günden ertesine ayakta kalabilmekle yetiniyor; başlangıcına dönemiyor ve böylelikle yenilenme gücünü bulamıyor, büyük, geniş manzaralar uçurumlara her an dönüşebiliyor. Modern hayatın en temel gerçeklerinden biri şu ki bugün hepimiz uzun saçlı bebeleriz. Kant'ın beklediği reşit olma eşiğini bir türlü aşamadık..Kişisel ve toplumsal yaşamı bir girdap deneyimi gibi yaşamak, insanın kendini ve dünyasını sürekli bir çözülüş, yenilenme, sıkıntı, kaygı, belirsizlik ve çelişki içinde bulması demektir. Kısaca katı olan her şeyin eriyip havaya karıştığı bir evrenin parçaları olmak. Öte yandan modern birey olmak, insanın kendini bu girdabın içinde bile bir şekilde evinde hissetmeyi başarması, bu girdabın ritimlerini özümsemesi; bu girdabın akıntıları arasında, mahvedici akışının ortaya çıkmasına izin verdiği gerçeklik, güzellik, özgürlük ve adalet potansiyelleri arasında dolaşmak demektir. Modernizm baştan çıkarıcı bir dünyayı selamlamaktır aynı zamanda. İktidar tarafından sürekli kışkırtılan fakat nihai doyumun imkansız olduğu devasa bir gösteri dünyasının edilgen figürleriyiz. İktidarın yeni metası "arzunun karanlık nesnesi"dir. Kadının cinsel ve politik özgürleşmesindeki tuzak, tam da kadınları kadın olduklarına inandırmak oldu. Herkes diğerine kurduğu tuzakla yaşiyor.İktidarın her alana ve söyleme sızan zehiri, arzulayan özneler üretmek temelinde hayat buluyor. Modern tüketim toplumunu en iyi analiz eden kuramcılardan biri olan Baudrillard'a kulak kabartmakta fayda var. "Cinsel beden günümüzde bir tür yapay yazgıya mahkum edilmiştir. Bu yapay yazgı da trans-seksüelliktir..Hepimiz trasn-seksüeliz; çünkü potansiyel olarak değişebilir biyolojik yaratıklarız. Bununla birlikte, biyolojik bir süreç de değil bu; hepimiz simgesel olarak trans-seksüeliz. Hepimiz bilinemezciyiz ya da sanatın veya cinselliğin travestileriyiz. Ne estetik ne de cinsel bir inancımız var, ama hala bunlara sahip olmayı öğretiyoruz.Aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü… her kişi kendi görüntüsünü arıyor. Kendi varoluşunu ileri sürmek artık olanaklı olmadığından, ne var olmayı ne de bakılıyor olmayı dert etmeksizin boy göstermekten başka yapılacak bir şey kalmıyor geriye. Varım, buradayım değil, görülüyorum, bir imajım, bak bana, bak! Narsizm bile değil bu; sığ bir dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı." Dünya çılgın bir seyir aldığına göre biz de bu dünyaya ilişkin çılgın bir bakış açısı edinmeliyiz artık. Özgürlüğün tüketim standartlarıyla ölçüldüğü, eşitlikten hukuk önündeki eşit savunma haklarının anlaşıldıgı ve bireysel varoluşun iktidarca empoze edilen ve tüketilen hijyenik alt- kültürlerin temsili olduğu bir çağın radikal bir sorgulanışı, bu boğuntu veya laberintten çıkış kapıları yaratabilir. Her şeyin kopya edildiği ve "miş" gibi yapmanın yeterli olduğu bir boğuntunun sarmalındayız. "Artık yalnızca orji ve özgürleşme simülasyonu yapmak, hızlanarak aynı yönde gidiyormuş gibi görünmek geliyor elimizden; oysa gerçekte boşlukta hızlanıyoruz, çünkü özgürleşmenin tüm hedeflerini çoktan ardımızda bıraktık. Özgür kalan şeyler sonu gelmez biçimde birbirinin yerine geçmeye ve böylelikle gitgide artan belirsizliğe ve şüphelilik ilkesine mahkumdurlar. Artık hiçbir şey, Tanrı bile sona ererek ya da ölümle yok olmuyor; hızla çoğalarak, sirayet ederek, doygunluk ve şeffaflık yoluyla, bitkinlik ve kökü kazınma yoluyla, simülasyon salgını yoluyla yok oluyor. Bu artık bir ölümcül yok olma biçimi değil, fraktal bir dağılma biçimidir." (fraktal: Kar tanesi gibi parçalandıkça benzer motifler sergileyen doğal nesnelere verilen ad)

Gerçekten yansıyan bir şey yok artık,değerler alanında devrim yok; değerler birbirine dolanıp kendi üzerlerine katlanıyor. Modernliğin görkemli ilerleyişi tüm değerlerde hayal ettiğimiz değişime yol açmadı; değerlerin birbirine dolanıp kendi üzerlerine katlanmasına yol açtı ki, bunun sonucu bizim için tam bir kafa karışıklığı oldu. Cinsel, politik ya da estetik alanda belirleyici bir ilkeyi kavramamız artık olanaksızdır. Sanat da modern zamanların estetik ütopyası uyarınca kendini aşıp, ideal yaşam biçimi haline gelmeyi başaramadı. Sanat kendini aşkın bir ideallik haline getiremedi ve gündelik yaşamın genel estetikleştirilmesi içinde dağıldı, görüntülerin katıksız dolaşımı uğruna sıradanlığın trans-estetiği içinde yok oldu. Sanatın her yerde çoğaldığını görüyoruz. Sanat üzerine söylem ise daha da hızlı çoğalmaktadır. Ama sanatın ruhu yok oldu. Ticaretin maddi kurallarının bile değiştiği bir süreci yaşıyoruz, reklamlar, medya ve görüntüler aracılığıyla her şey bir gösterge sanayisine dönüşmüş durumda. En marjinal en sıradan veya en müstehcen şey bile estetikleşiyor, kültürelleşiyor. Her şey söyleniyor, her şey ifade ediliyor, her şey bir gösterge gücüne ya da tavrına bürünüyor."Marksist düşünce özne/nesne, birey/toplum gibi karşıtlıkların komünist toplumda aşılacağını öne sürmekteydi. "Post-modern" tüketim toplumu olumsuz anlamda bu karşıtlıkları kendi içinde "çözdü". Artık nesne karşısında bir mesafe, eleştirel bir gerilim taşımayan, ruhuyla ve bedeniyle bir tüketim makinasına dönüşen özne, standardize edilmiş tüketim nesnelerinden oluşan dünyayla uyum içine girmiştir."Ötekinin kökünü kazımak için girişilmiş olan her şey ötekinin yok edilemezliğini, yani ötekiliğin sürüp giden kaçınılmazlığını kanıtlıyor". Yadsınan tüm ötekilik hayaleti kendi kendini yıkan bir süreç olarak diriliyor. Bu da kötülüğün şeffaflığıdır" İnsanlığı birleştirme amacı, farklılığı birleştirme amacı, her yerde açmazdadır ve bu açmaz, tamda modern evrensellik kavramının açmazıdır.Tüm diğer kültürlerin bozulmasıyla ve üşüşmesiyle örtüşen eklektik kültürümüzde kabul edilmeyecek hiçbir şey yok artık ve her kültürel koda sınırsız bir hoşgürü var. "Her şeyi toptan reddetmenin alerjik çekiciliği, yavaşça zehirleme, yavaşça aşırı besleme, hoşgörü, güçbirliği ve anlaşma şantajı", trendi yüksek değerler olarak karşımıza çıkıyor. "İş artık eylem değil bir işlemdir. Tüketim artık sadece mallardan bir haz alma değil; bir haz aldırma, gösterge-nesnelerin diferansiyel dizilişi model alınarak belirlenmiş endeksli bir işlemdir. İletişim konuşmak değil, konuşturmak; enformasyon bilmek değil, bildirmektir."

Hayal etmek bile gerekmiyor bugün. Durumumuz gölgesini yitirmiş adama benziyor. Artık büyümüyor, ur halini alıyoruz. Hiçbir belirgin hedefe göre kendini düzenlemeden büyümeyi sürdüren bir toplumdayız. Bizden kaçan bir şey var ve biz de geri dönüşsüz bir sürecin parçası olarak kendimizden kaçıyoruz. Kendimizi kaybediyoruz; dönüşü olmayan bir noktadan, şeylerin çelişkilerinin sona erdiği bir noktadan geçtik ve süreçlerin tersine çevrilemediği ve anlam da taşımadığı bir çelişkisizlik, zıvanadan çıkma, kendinden geçme ve şaşkınlık evrenine sağsalim girdik. Çağdaş devrim belirsizliğin devrimi olacaktır belkide...

Kürtlerin Anarşizmle Dansı Mümkün mü?

Kederli ruhların desteklemek ve propagandasını yapmak için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi, despotun da amacına ulaşmak için ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır”
[Gılles Deleuze]

Kürtler evrensel bir hakikate yaslanmadan da meydan okumanın mümkün olduğunu keşfedecek bir tarihsel uğraktan geçiyor. Temsil ettiği veya ettirildiği bütün politik referans noktalarının ve hareketin bileşimlerinin iktidara hızla eklemlendiği bir konjonktürde yeni bir siyasal eksene ihtiyaç duyulduğu her Kürt için artık aşikâr. Tarih kimileri adına bir siyasal yanlışlar toplamıdır ne de olsa. Geçmişin ve örgütlenme biçiminin köklü bir sorgulanışından doğacak alternatif bir radikal politik ufka yelken açmanın toplumsal zemini şimdilik mevcut. İktidara yöneliş her şeye rağmen iktidar dışında kalmayı doğuruyorsa, umutsuzluğun girdabından tekil özgürlükler ırmaklarına küçük kulaçlar atmanın tam zamanıdır. Türkiye tarihinin en politikleşmiş siyasal öznesi olan bir halkın içkin anarşik coşkusuyla bu yorgun topraklarda özgürlüğün ve devrimin kara bayrağına dönüşmesi "aleyhistanda güçlü bir lehçe" yaratabilir. Örgüt ve partilerin katı hiyerarşik atmosferinde hiçleşmiş militan benliklerin ertelenmiş sosyallikleriyle buluşarak, devrim ilişkilerini gündelik hayatlarının hücrelerine yedirerek oluşturacakları bir siyasal kalkışmadan anlamlı sonuçlar beklemek kuvvetle muhtemel. Feodal ilişki ağının hükümranlarından kurtulmadan Marksist önder ve öncü kadroların mutlak otoritesini içselleştirmek zorunda kalmak, özgürleşme mücadelesine kalkışan Kürt bireyinin yaşadığı en büyük talihsizlikti belki de. "Efendiler kültü"nün, çağdaş tiranlıkların hiç eksik olmadığı bir tarihsel mirası devralmak bütün kaçış çizgilerinin daha baştan kaybedildiği bir direnişe gönüllü mağlup olarak razı olmak demekti. Her türlü stratejik ve taktik politikanın önceden belirlendiği, anlam ve yaratıcılık potansiyellerinin dondurulduğu, iktidarın dil ve davranış kodlarının örgüt disiplini adı altında yeniden üretildiği bir politik iklimden çıkmış bezgin ve savruk kimliklerin, özgür öznelere dönüşmesi elbette kolay değil. Ancak yaşanan deneyimlerin neyin istenmediği konusunda kalıcı -yaşanan- bir bellek ve bilinç yaratmış olması potansiyel bir kazanım olarak görülebilir. Kürt siyasal hareketinin içinde debelendiği bütün açmazlara karşın, hareketin yıllarca temsil ettiği sosyalist seküler kültürün daha özgürlükçü temellerde yeniden inşa edilmesi ve dönüştürülmesi tahmin edildiği kadar zor gözükmemekte. Politik söylemin "demokratik cumhuriyet veya demokratik konfederalizm" gibi argümanlarla iyice bulanıklaştırılması, hoşnutsuzlukların veya ikircikli ruh hallerinin gittikçe siyasal bir şizofreniye dönüşmesi kendi mecrasında dipten gelen özgürlükçü ve anti-otoriter akıntılar yaratmaya gebe. Ulusal Sorun ekseninden uzaklaşarak, tekil ve ötelenmiş sorunların analizine dayalı taleplerin dillendirilmesi ve çoğaltılması tarihi öneme sahip sonuçları da beraberinde getirecektir. Devletsiz, sınıfsız, cinsiyetçi ataerkil kültür kalıntılarının eritildiği, ekolojik yaşamla dengeli bir siyasal organizma her muhalif Kürdün yaşattığı bir ütopya olmasına karşın, toplumsal ve bireysel karşıtlıkların örgüt ve parti pratikleri aracılığıyla totalleştirilmesi, farklı inisiyatif ve temsiliyetlerin bastırılması - ötekileştirilmesi yaşanan krizin ana temelini oluşturmakta.

Çözüm ne ortodoks, otoriter ideolojilere sarılmakta ne de burjuva demokratik cumhuriyetin uslu vatandaşı olmayı kabullenmekte saklıdır. Geçmişin toptan reddiyesi kolaycılığına itibar etmeden de "şimdideki gelecek"i örmek mümkün. Ulus-devlet projesinin tarihsel dayanaklarını yitirdiği günümüz küresel denkleminde siyasal ve kültürel reformlar talebiyle verili iktidara eklemlenerek bir alt-ulus kategorisi olmayı onaylatmak Kürt bireyinin çelişkiler yumağına dönüşen sorunlarına çözüm gücü üretmekten uzak bir rotadır. Modern uygarlığın üzerinde temellendiği değerlerin aşılması yönündeki sorgulayışların tavan yaptığı bir çağda, endüstriyel gerilik gerekçeleriyle bir ulusu modern toplumun hâkim modellerine uyarlama (cenderesine sokma) yönlendirmeleri tarihi yenilgiyi derinleştirmekten öteye gidemez. Toplumların gelişim aşamaları ve gelişim çizgilerinin farklı olduğu göreceliliğinden hareketle Kürt coğrafyasının özgül sorunları çerçevesinde her türlü hiyerarşik ve otoriter örgütlenme modelinin reddiyesiyle (önderliklerin programlarına gereksinim duymadan) farklı bir toplumsal ve siyasal organizma inşa etmek, Ortadoğu’nun kanlı tahakkümcü tarihinde neden bir kırılma veya kopuş yaratmasın? Her Kürt öznenin tekil krizleri ekseninde oluşturacağı özerk ve esnek örgütlenmeler ağıyla iktidarın altını oyacak bir radikalizmi beslemesi hayatın tüm veçhelerine yayılan bir dönüşümün –sıradan/gündelik hayatın tüm cephelerinde açılacak bir savaşımın– fitilini ateşlemek olur.

Peki nasıl? Bu soruya karşılık verecek olan kendi kaderini kendisi tayin edecek olan Kürt bireylerine düştüğü ön kabulünden şaşmamak kaydıyla bazı siyasal ve etik önermelerde bulunmayı özgür bireyselliğin bir hakkı ve gereği olarak görmekteyim yalnızca. Bir an şöyle bir hayal kuralım birlikte. Hiçbir Kürt gencinin askere gitmediği, Kürt çiftçilerin ürünlerini devlet ofislerine vermediği, Kürt vatandaşların oylarını hiçbir iktidar partisine vermediği gibi bu tip partilerin başkanlığına ve temsilciliğine soyunmadığı, vergi vermeyip kendi coğrafyasının bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sivil direnişlerle el koyduğu bir coğrafyada hangi iktidar işleyebilir? Güzel bir ideal ama mümkün değil seslerini duyar gibiyim. İdeallerini anlatan bir İspanyol anarşiste dinleyicilerden biri güzel ideallerin var ama gerçekleşmesi mümkün değil sözüne karşılık İspanyol anarşistin verdiği cevap çok manidar: peki şu an mümkün olan şeyler çok mu anlamlı? Mümkün olan şeylerin veya mümkün kılınmaya çalışılan şeylerin hiç de anlamlı olmadığını Kürtlerden daha iyi bilen veya yaşayan bir Ortadoğu halkı olmasa gerek. Tarihi boyunca devlet kurumsallaşmasını kendi ulus kimliğiyle yaşayamamış, bağrından yüzlerce eşkıya ve kendiliğinden gelişen isyan çıkarmış, her dem doğanın kucağında bir yaşamın izini sürmüş savaşçı ve direniş geleneği güçlü yıkıcı bir halk olmayı becermiş "doğal anarşist kürtler"in, öğretiler ışığında bir anarşizme göz kırpması - muhalif bir çığlığa dönüşmesi tarihin bir ironisi olmaz sanırım. Kürt ulusunun farklı çıkar, sınıf ve karşıtlıklar içeren homojen bir kategori olmadığı, ulusal kimliğin kurgusal –idealleştirmelere açık bir söyleme dönüştürülmesinin yaratacağı siyasal arızaları tarihten öğrendiğimiz derslerle unutmadan kitlesel öfkenin isyan süreci içinde yaratacağı sonuçları öngörmek de mümkün değildir. Teolojik düşüncenin bir uzantısı gibi görünen toptan kurtuluş projelerine bel bağlamadan, kadınların, gençliğin, sokak çocuklarının, köylülerin, metropollerde tutunamayan mağdur Kürt bireylerinin kendi cephelerinde özerk örgütsel yapılarla sivil itaatsizlik ve direniş kültürünü kitleselleştirmeleri, yıllara yayılan askeri savaş sürecinden daha kalıcı kazanımlar yaratabilir. Bir zamanların meşhur sloganı "Devrim hemen şimdi!" ortodoks ezberimizi bozan bir yaşamsallık kazanabilirse yeni bir siyaset dilinin şemsiyesi altında anlaşabilmek ve paylaşmak daha kolay olacaktır. Leninist örgütlenme ve önderlik modelinin Kürt siyasal hareketi süresince yarattığı tahakküm kültürünü ve tahribatları görmek için, sayıları her geçen gün artan hainler(!) aritmetiğine bakmak yeterli. Hain bütün yalnızların en yalnız olanıdır, çünkü doğrularının betonlaşan bu siyasal ve ahlaki kuşatılmışlıkta bir yankısı yoktur. Farklı her söylemi ve ayrıksı duruşu marjinalleştiren politik kültürümüzle yüzleşmenin zamanı gelmedi mi hala? İktidarı, Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri veya polisiye aygıtları olarak belleyen bir bilincin kendi muhalif dünyasında yarattığı su geçirmez iktidarını görmesi elbette mümkün değildir. Cioran'ın "En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar" sözü sakın biz Kürtler için söylenmiş olmasın. İktidar elbette ki bir ilişki ve davranış düzeneğidir ve gündelik yaşam pratiklerimizde kendini yeniden üreten bir olumsallığa sahiptir. Karşıt güce göre konumlanmak zamanla karşıt gücün dil kodlarıyla belirlenmeyi ve düşmana benzeşmeyi kabullenmektir. Devrim bir karşıt olma kültürü değil dışında kalmak ve alternatif yapılar üretmektir. "Devrim'i satın alamazsınız Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzda ya hiçbir yerde değildir"(1) Toplumu, belli kuramsal varsayımların her seferinde karşılık bulduğu bir nesne olarak görmek; toplumu özgürleştirmek için yola çıkmış ’hayırsever azınlığın’ toplum üzerindeki sınırsız siyasal tasarrufuna zaman içinde davetiye çıkarmaktır. “Toplum geçerli bir söylem nesnesi değildir. Bütün farklar alanını sabitleyen – ve bundan dolayı oluşturan – tek bir öncelikli ilke yoktur” [Laclau – Moufue]

Son olarak yaşamı siyasallaştırmak yerine siyaseti yaşamsallaştırarak, hayatın tüm veçhelerine nüfuz eden anti-otoriter bir kültürün kök salmasına ivme katarak, dil ve davranış kodları dönüştürülmeli ve bu dönüşümden doğacak bir anarşist etikle yeni bir dünya tasavvur etmek temel kalkış noktamız olmalı. Tüm toplumsal problematiklerin eşdeğer olduğunu ve hiç bir çelişkinin merkezi rolünü kabullenmeden, sorunların hiyerarşik hale getirilerek bazı taleplerin ötelenmesini beslememek de etik duruşumuzun önemli bir parçasını oluşturmalıdır. Her siyasal doktrine yıllarca kadro ve kitle desteği sunmuş bu esmer ulusun anarşist seslere kulak kabartması bu labirentten çıkmanın kapısı rolünü oynayabilir.
Anarşizm, tarihin Kürtlere son özgürlük çağrısı ve imkânıdır.

(1)Ursula K. LeGuin - Mülksüzler