“Antik tapınaklar sınırları
belirsiz ve başa çıkılamaz bir dünyada tanrıların eviydi. Ulus-devlet
duvarları, bu anlamda siyasal egemenliğin hayaletine ev sahipliği yapan zamane
tapınaklarıdır”
[Wendy Brown – Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik]
[Wendy Brown – Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik]
Mardin-Nusaybin ile Batı Kürdistan’daki Qamişlo kenti
arasına örülme çalışmasına başlanan 7 kilometrelik duvara karşı Nusaybin
belediye başkanı Ayşe Gökkan’ın başlattığı ölüm orucu ve duvara karşı yapılan
kitlesel eylemler duvar inşaatını şimdilik durdurmuş görünüyor olsa da ilerleyen
zamanlarda bölgedeki toplumsal muhalefetin temel gündemlerinden biri olacağı muhtemeldir.
Kürdistan coğrafyasını dört parçaya bölen tel örgülerin ve yapılması
planlanan duvarların hangi gelişmelerin bir sonucu ve hangi siyasal-kültürel
korkuları açığa çıkardığını analiz etmeden önce dünyada yükselen duvarların
genel manzarasına bir göz atmak durumu daha anlaşılır kılacaktır.
Sermaye, emek, bilgi, insan ve teknoloji akışının sınır
tanımadığı, bütün kimliklerin ve sınırların geçirgenleştiği, iktidarın
şebekeleşmiş, sanal ve mikro-fizik şekilde işlediği küresel kapitalizm çağında
bu yükselen katı duvarlar ne anlama gelmektedir, hangi siyasal, hukuki, ekonomik
koşulların veya zorunlulukların bir sonucudur? Wendy Brown’a göre: “Bugün
ulus-devletlerin duvar inşa etme çılgınlığını ortaya çıkaran şey, büyük oranda
devlet egemenliğinin zayıflaması, egemenliğin ulus-devletten kopmasıdır. Yeni
inşa edilen duvarlar ulus-devlet egemenliğinin dirilmesinin ifadeleri değil,
aşınmasının simgeleridir”.[1] Ulus-devlet egemenliğinin
abartılı göstergeleri gibi görünse de, gerçekte korkuyu, kırılganlığı,
belirsizliği veya istikrarsızlığı sembolize etmektedirler, egemenliğin
çözüldüğüne delalet eden nitelikleri açığa vurmaktadırlar. Küreselleşme ve geç
modern dönemdeki sömürgeleştirme faaliyetleriyle birlikte dizgininden boşanan
bir dizi gücün hukuk ve siyasetle kontrol altına alınamadığını ve bu
denetimsizlik karşısında çare olarak polisiye tedbirlere ve etrafını çevirme
yöntemine başvurulduğunu gösteren bir manzaradır. Soğuk savaş döneminde liberal
demokrasilerin küresel tehdit söyleminin baş sırasında oturan komünizm günümüzde
yerini “aç yığınlara ve Batı değerlerine düşman kültürel-dinsel saldırılar”a
bırakmış durumdadır. Liberal özgürlükler sosuna bulanmış “küresel olarak
birleşmiş insan dünyası” vaadi çimento, tel örgü, gözetim ve kapatmanın norm
haline geldiği bir dünyanın katı gerçekliğine toslamaktadır. Modern dönem öncesi
uygarlıkların “barbar kavimler”in fetihlerine karşı çektikleri surların yerini
günümüzde yoksul güneylilere ve “küresel terörizme” karşı çekilen ulusal duvarlar
almıştır diyebiliriz. Güney Asya’daki ulus-devlet duvarlarının çoğunun
hedefinde göçmenler varken, Ortadoğu’daki duvarların büyük kısmı güvenlik adına
inşa edilmiştir. Özbekistan’ın Kırgızistan sınırındaki duvar sınır
çatışmalarının sonucuyken, Fas’ta Ceuta ile Melilla arasında bulunan duvarın
yapım amacı İspanyol yerleşim bölgelerinin Avrupa’ya geçmeyi amaçlayan Asyalı
ve Afrikalılar için bir aktarım noktasına dönüşmesini engellemektedir. Dünyanın
en çok konuşulan iki duvarından biri olan İsrail duvarı yerleşimci
sömürgeciliğin bir ürünüyken, ABD-Meksika arasındaki 1350 kilometrelik devasa
duvar zengin Küresel Kuzey’i yoksul Küresel Güney’den ayırmayı hedeflemektedir.
21. Yüzyılın başındaki bu duvarlar başka devlet iktidarlarından gelebilecek
saldırılara karşı bir savunma amacını taşımamaktadır tam aksine siyasal
egemenliğin desteğinden yoksun ulusaşırı
ekonomik, toplumsal ve dini akışlara verilmiş bir tepki olarak inşa
edilmişlerdir. “Ulus-aşırı terörizm” hortlağına karşı devletin ve tebaanın
savunmasızlığını vurgulamak, ulus-aşırı göçü kontrol altına almak, ulusun
saflığını ve sağlığını korumak, aşınmış ulusal değerleri ve egemenlik
sembollerini diriltmek, eski sömürgelerden gelen yoksulların hatırlattığı
sömürgeci geçmişle ve küresel tahakkümdeki rolleriyle yüzleşmeyi örtbas etmek,
“dışarıdakiler”i sürekli istilacı, asalak ve Batı değerlerine düşman olarak kodlamak
duvarların inşa edilme gerekçelerini meşrulaştırmaktadır. Wendy Brown, ulusal
duvarların toplumsal cinsiyetle olan bağını da es geçmez. “Egemen eril devletin
himayesi olmadığında, ulus savunmasız, tecavüze açık ve biçare kalır. Duvarlar
eksiksiz egemen iktidar ve himaye isteğini görsel olarak tatmin eder”[2]. Dişileştirilmiş bir
ulusal özne konumundan, ulusaşırı göçün yarattığı erkeklik kaybından ve iğdiş
edilmiş devlet iktidarından kurtulmak” isteği duvar arzusunu güçlendiren bir
başka faktördür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Rojava sınırına çekilmek istenen
duvar şüphesiz Rojava devriminin tetiklediği korkuların ve zayıflayan sömürgeci
egemenliğin bir sonucudur. Rojava devrimiyle birlikte Kürtlerin Ortadoğu’daki otonom
statülerinin güçlenmesi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan topraklarının birleşme
olasılığının artması ve olası bir Kürt devletinin kurulma ihtimali Kürdistanı
bölen sömürgeci devletlerin teyakkuz haline geçmesini sağlamıştır. Birinci
dünya savaşının sonucunda dört parçaya bölünen Kürdistan, Rojava devrimiyle
birlikte belki de ilk defa örgütsel çelişkileri ve çatışmaları aşan bir ulusal
birliktelik ve dayanışma ruhuna kaynaklık etmiştir. Bu dayanışma ruhu Kürt
ulusal kongresiyle pekiştirilmiş, Kürt siyasal aktörlerinin bölgedeki devletler
nezdinde muhatap alınma gücü ve saygınlığı gözle görünür şekilde artmıştır.
Devletlerin kriminalize ettiği Kürt sorunu söylemi yerini Kürdistan sorunu
söylemine bırakmak zorunda kalmıştır. Rojava devrimi, klasik bir ulusal veya
bölgesel konumu ele geçirmek değildir, öz-yönetimi mümkün kılan, bütün
toplumsal güçleri özgürlük için mobilize eden, kadının direniş saflarında
yerini alarak söz sahibi olduğu, sömürgeci devletlerin siyasal baskısından
bunalmış bütün özgürlükçü ve eşitlikçi hareketler tarafından desteklenen, Paris
Komünü’yle karşılaştırılan çağdaş bir devrimdir. Ortadoğu’da devletsiz bir
toplumsal organizasyonun mümkün olduğunu gösteren bir kurtuluş modelidir. Rojava
devriminin niteliklerinin farkında olan bölgedeki emperyal ve sömürgeci güçler
bu devrimi boğmak için bütün imkânlarını seferber etmiş, kiralık Hizbullahçı
çeteler aracılığıyla savunmasız halkı katletmekten, işgal hamlelerinden geri
durmamışlardır. Rojava sınırındaki tel duvar salt bir sınır duvarı ya da
güvenlik bariyeri değildir, yerleşimci sömürgecilik ve işgal bağlamı içinde iş
gören bir ayırma ve tahakküm teknolojisidir, sömürgeci egemenliğini yitirmiş
bir devletin imgesini canlı tutma çabasından ibarettir. Erken modern siyaset
teorisyenleri (Machiavelli, Rousseau, Locke, Vico, Kant) toprak temellükünü
siyasal egemenliğin temeli olarak görmüşlerdir. Egemenlik mekânın sıradan
olandan ayrılmasıyla vücut bulmuştur. Örneğin sınırın çitle tayin edilmesi ilk
olarak İrlanda’daki İngiliz sömürge topraklarının sınırını belirtmek için
başvurulmuştur. Egemenlik bir sınır kavramıdır, bir kendiliğin sınırlarını
belirtmekle kalmaz, bu sınır çekme edimi yoluyla o kendiliğin hem içini hem de
dışını düzenler ve bu alanların koşullarını belirler. Egemen, sınırların neresi
ve düşmanın kim olduğuna karar veren kişidir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin
ideolojik kapsama gücünü yitirmesi, bölgedeki gelişmelerin neticesinde sömürgeci
egemenliğinin gittikçe zayıflaması, Ortadoğu’da İslam coğrafyasının hamisi
olmaya yönelik “Neo-Osmanlıcı” hayallerin Arap baharı isyanlarıyla birlikte tuz
buz olması, Rojava devrimiyle birlikte Kürdistan’ın somut bir komşuya dönüşmüş
olması, korumacı ve savunmacı militer devlet reflekslerini güçlendirmiş bu da
duvarlarla çözüm arayan bir çözümsüzlük girdabına düşmesini beraberinde
getirmiştir. Rojava sınırındaki duvar Türkiye tarafı için korunma ve güvenliği
ifade ediyorken, Kürtler açısındansa saldırı, işgal, tahakküm ve utancın
anıtıdır. Rojava sınırına çekilmek istenen duvar hem Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğin
çatırdayan sembolü hem de Kürdistan topraklarının sömürgeci işgalinin ve
bölünmesinin resmi kabulüdür.