8 Kasım 2013 Cuma

Rojava Sınırında Yükselen Duvar, Zayıflayan Sömürgeci Egemenlik - Ramazan Kaya


“Antik tapınaklar sınırları belirsiz ve başa çıkılamaz bir dünyada tanrıların eviydi. Ulus-devlet duvarları, bu anlamda siyasal egemenliğin hayaletine ev sahipliği yapan zamane tapınaklarıdır”

[Wendy Brown – Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik]


Mardin-Nusaybin ile Batı Kürdistan’daki Qamişlo kenti arasına örülme çalışmasına başlanan 7 kilometrelik duvara karşı Nusaybin belediye başkanı Ayşe Gökkan’ın başlattığı ölüm orucu ve duvara karşı yapılan kitlesel eylemler duvar inşaatını şimdilik durdurmuş görünüyor olsa da ilerleyen zamanlarda bölgedeki toplumsal muhalefetin temel gündemlerinden biri olacağı muhtemeldir. Kürdistan coğrafyasını dört parçaya bölen tel örgülerin ve yapılması planlanan duvarların hangi gelişmelerin bir sonucu ve hangi siyasal-kültürel korkuları açığa çıkardığını analiz etmeden önce dünyada yükselen duvarların genel manzarasına bir göz atmak durumu daha anlaşılır kılacaktır.


Sermaye, emek, bilgi, insan ve teknoloji akışının sınır tanımadığı, bütün kimliklerin ve sınırların geçirgenleştiği, iktidarın şebekeleşmiş, sanal ve mikro-fizik şekilde işlediği küresel kapitalizm çağında bu yükselen katı duvarlar ne anlama gelmektedir, hangi siyasal, hukuki, ekonomik koşulların veya zorunlulukların bir sonucudur? Wendy Brown’a göre: “Bugün ulus-devletlerin duvar inşa etme çılgınlığını ortaya çıkaran şey, büyük oranda devlet egemenliğinin zayıflaması, egemenliğin ulus-devletten kopmasıdır. Yeni inşa edilen duvarlar ulus-devlet egemenliğinin dirilmesinin ifadeleri değil, aşınmasının simgeleridir”.[1] Ulus-devlet egemenliğinin abartılı göstergeleri gibi görünse de, gerçekte korkuyu, kırılganlığı, belirsizliği veya istikrarsızlığı sembolize etmektedirler, egemenliğin çözüldüğüne delalet eden nitelikleri açığa vurmaktadırlar. Küreselleşme ve geç modern dönemdeki sömürgeleştirme faaliyetleriyle birlikte dizgininden boşanan bir dizi gücün hukuk ve siyasetle kontrol altına alınamadığını ve bu denetimsizlik karşısında çare olarak polisiye tedbirlere ve etrafını çevirme yöntemine başvurulduğunu gösteren bir manzaradır. Soğuk savaş döneminde liberal demokrasilerin küresel tehdit söyleminin baş sırasında oturan komünizm günümüzde yerini “aç yığınlara ve Batı değerlerine düşman kültürel-dinsel saldırılar”a bırakmış durumdadır. Liberal özgürlükler sosuna bulanmış “küresel olarak birleşmiş insan dünyası” vaadi çimento, tel örgü, gözetim ve kapatmanın norm haline geldiği bir dünyanın katı gerçekliğine toslamaktadır. Modern dönem öncesi uygarlıkların “barbar kavimler”in fetihlerine karşı çektikleri surların yerini günümüzde yoksul güneylilere ve “küresel terörizme” karşı çekilen ulusal duvarlar almıştır diyebiliriz. Güney Asya’daki ulus-devlet duvarlarının çoğunun hedefinde göçmenler varken, Ortadoğu’daki duvarların büyük kısmı güvenlik adına inşa edilmiştir. Özbekistan’ın Kırgızistan sınırındaki duvar sınır çatışmalarının sonucuyken, Fas’ta Ceuta ile Melilla arasında bulunan duvarın yapım amacı İspanyol yerleşim bölgelerinin Avrupa’ya geçmeyi amaçlayan Asyalı ve Afrikalılar için bir aktarım noktasına dönüşmesini engellemektedir. Dünyanın en çok konuşulan iki duvarından biri olan İsrail duvarı yerleşimci sömürgeciliğin bir ürünüyken, ABD-Meksika arasındaki 1350 kilometrelik devasa duvar zengin Küresel Kuzey’i yoksul Küresel Güney’den ayırmayı hedeflemektedir. 21. Yüzyılın başındaki bu duvarlar başka devlet iktidarlarından gelebilecek saldırılara karşı bir savunma amacını taşımamaktadır tam aksine siyasal egemenliğin desteğinden yoksun ulusaşırı ekonomik, toplumsal ve dini akışlara verilmiş bir tepki olarak inşa edilmişlerdir. “Ulus-aşırı terörizm” hortlağına karşı devletin ve tebaanın savunmasızlığını vurgulamak, ulus-aşırı göçü kontrol altına almak, ulusun saflığını ve sağlığını korumak, aşınmış ulusal değerleri ve egemenlik sembollerini diriltmek, eski sömürgelerden gelen yoksulların hatırlattığı sömürgeci geçmişle ve küresel tahakkümdeki rolleriyle yüzleşmeyi örtbas etmek, “dışarıdakiler”i sürekli istilacı, asalak ve Batı değerlerine düşman olarak kodlamak duvarların inşa edilme gerekçelerini meşrulaştırmaktadır. Wendy Brown, ulusal duvarların toplumsal cinsiyetle olan bağını da es geçmez. “Egemen eril devletin himayesi olmadığında, ulus savunmasız, tecavüze açık ve biçare kalır. Duvarlar eksiksiz egemen iktidar ve himaye isteğini görsel olarak tatmin eder”[2]. Dişileştirilmiş bir ulusal özne konumundan, ulusaşırı göçün yarattığı erkeklik kaybından ve iğdiş edilmiş devlet iktidarından kurtulmak” isteği duvar arzusunu güçlendiren bir başka faktördür.


Türkiye Cumhuriyeti’nin Rojava sınırına çekilmek istenen duvar şüphesiz Rojava devriminin tetiklediği korkuların ve zayıflayan sömürgeci egemenliğin bir sonucudur. Rojava devrimiyle birlikte Kürtlerin Ortadoğu’daki otonom statülerinin güçlenmesi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan topraklarının birleşme olasılığının artması ve olası bir Kürt devletinin kurulma ihtimali Kürdistanı bölen sömürgeci devletlerin teyakkuz haline geçmesini sağlamıştır. Birinci dünya savaşının sonucunda dört parçaya bölünen Kürdistan, Rojava devrimiyle birlikte belki de ilk defa örgütsel çelişkileri ve çatışmaları aşan bir ulusal birliktelik ve dayanışma ruhuna kaynaklık etmiştir. Bu dayanışma ruhu Kürt ulusal kongresiyle pekiştirilmiş, Kürt siyasal aktörlerinin bölgedeki devletler nezdinde muhatap alınma gücü ve saygınlığı gözle görünür şekilde artmıştır. Devletlerin kriminalize ettiği Kürt sorunu söylemi yerini Kürdistan sorunu söylemine bırakmak zorunda kalmıştır. Rojava devrimi, klasik bir ulusal veya bölgesel konumu ele geçirmek değildir, öz-yönetimi mümkün kılan, bütün toplumsal güçleri özgürlük için mobilize eden, kadının direniş saflarında yerini alarak söz sahibi olduğu, sömürgeci devletlerin siyasal baskısından bunalmış bütün özgürlükçü ve eşitlikçi hareketler tarafından desteklenen, Paris Komünü’yle karşılaştırılan çağdaş bir devrimdir. Ortadoğu’da devletsiz bir toplumsal organizasyonun mümkün olduğunu gösteren bir kurtuluş modelidir. Rojava devriminin niteliklerinin farkında olan bölgedeki emperyal ve sömürgeci güçler bu devrimi boğmak için bütün imkânlarını seferber etmiş, kiralık Hizbullahçı çeteler aracılığıyla savunmasız halkı katletmekten, işgal hamlelerinden geri durmamışlardır. Rojava sınırındaki tel duvar salt bir sınır duvarı ya da güvenlik bariyeri değildir, yerleşimci sömürgecilik ve işgal bağlamı içinde iş gören bir ayırma ve tahakküm teknolojisidir, sömürgeci egemenliğini yitirmiş bir devletin imgesini canlı tutma çabasından ibarettir. Erken modern siyaset teorisyenleri (Machiavelli, Rousseau, Locke, Vico, Kant) toprak temellükünü siyasal egemenliğin temeli olarak görmüşlerdir. Egemenlik mekânın sıradan olandan ayrılmasıyla vücut bulmuştur. Örneğin sınırın çitle tayin edilmesi ilk olarak İrlanda’daki İngiliz sömürge topraklarının sınırını belirtmek için başvurulmuştur. Egemenlik bir sınır kavramıdır, bir kendiliğin sınırlarını belirtmekle kalmaz, bu sınır çekme edimi yoluyla o kendiliğin hem içini hem de dışını düzenler ve bu alanların koşullarını belirler. Egemen, sınırların neresi ve düşmanın kim olduğuna karar veren kişidir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik kapsama gücünü yitirmesi, bölgedeki gelişmelerin neticesinde sömürgeci egemenliğinin gittikçe zayıflaması, Ortadoğu’da İslam coğrafyasının hamisi olmaya yönelik “Neo-Osmanlıcı” hayallerin Arap baharı isyanlarıyla birlikte tuz buz olması, Rojava devrimiyle birlikte Kürdistan’ın somut bir komşuya dönüşmüş olması, korumacı ve savunmacı militer devlet reflekslerini güçlendirmiş bu da duvarlarla çözüm arayan bir çözümsüzlük girdabına düşmesini beraberinde getirmiştir. Rojava sınırındaki duvar Türkiye tarafı için korunma ve güvenliği ifade ediyorken, Kürtler açısındansa saldırı, işgal, tahakküm ve utancın anıtıdır. Rojava sınırına çekilmek istenen duvar hem Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğin çatırdayan sembolü hem de Kürdistan topraklarının sömürgeci işgalinin ve bölünmesinin resmi kabulüdür.




[1] Wendy Brown, Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, Metis Yayınları, s.29
[2] A.g.e, s.155-156