19 Ocak 2009 Pazartesi

Acıyı Soğuran Kalkanlarımız: Kimliklerimiz


“Kimlikler kendimize kapatılmamızın hücreleridir”

İnsan soyuna ait olmak kimliği neden tek başına insanları tatmin etmeye yetmez? Bütün toplum bilimlerinin belki de cevaplamakta en çok zorlandıkları ve üzerinde anlaştıkları ortak bir cevabın olmadığı çok girift ve katmanlı bir soru. İnsan soyunun zincirine eklenen bir halka olmanın çıplak gerçeğini, kolektif kimliklerle sarmalamanın hangi ihtiyacın bir ürünü olduğu sorusuna insanlık tarihinin yorgun serüveni içinde sınırsız cevaplar verilmesine karşın, bu kimliklerin hayali sınırlarını gittikçe genişleterek, varlığını koyultarak sürdürüyor olması tarihin çözülmesi zor bir muamması olsa gerek. John Holloway bu soruya çok sarsıcı bir cevapla karşılık olmaya çalışırken, bireyin kimliklere olan ihtiyacına kanımca yeni bir boyut ve derinlik katmakta. Holloway için kimlikler, yaşamın ürettiği acılar denizinden bireyin payına düşen oranı azaltma sandallarıdır. Yani dünyadaki sınırsız coğrafyalarda vuku bulan trajik olaylardan, birey kimliği üzerinden ilişkilenerek kimliğine değen katmanlar ölçüsünde acıyı duyumsar. Acıyı, kimlik dünyasının sınırları içinde hiyerarşik bir algıyla canını çok acıtan, az acıtan veya hiç acıtmayan acılar şeklinde katmanlaştırarak gündelik rutinini sürdürebilmekte. Yoksa bir günün yirmi dört saatlik dilimi içinde bile cereyan eden insanlık vahşetleri karşısında bilinç bütün olayları eşit derecede bir dehşet tonuyla duyumsayabilseydi benliğin hayata kaldığı yerden devam edebilme kapasitesi dumura uğrar, günlük hayatın temel işlevlerini yerine getirebilme ihtimali bir nevi ortadan kalkardı. Kahvaltı yaparken dünyada ölen her insanın ölüm haberini annesi ölmüş haberi şeklinde keskin bir acıyla duyumsayan bir insanın kahvaltısına devam etme şansı mümkün mü sizce? Veya dışarı çıkıp alışveriş yapma, spor yapma, sinemaya gidip hiçbir şey olmamış gibi hayatına kaldığı yerden hemen devam etmesi ne derece mümkün olabilirdi? İşte cenderesinden çıkmaya çalıştığımız kimliklerin kilit işlevi John Holloway’a göre acıların şiddetini emen bariyerler olmasıdır. Örneğin bir Kürt için Halepçe katliamı, ruhuna hançer saplayan, bilincini felç eden bir acıyken, Filistin veya Afrika’daki insanlık dramları bilincinin kınadığı veya yadırgadığı bir acı olabilmekte. Bir Türk Bulgaristan’daki Türkmenlerin hak ihlalleri karşısında dünyayı ayağa kaldırmaya çalışırken, Irak’taki savaşı, kıyımları canlı yayından bir reyting şovunu izler gibi soğuk ve duygusuz ekrandan aktığı gibi izleyebilmekte. Bir Müslüman Filistin halkının davası için yardımlar toplayıp, her türlü dayanışma pratiklerini çoğaltmaya çalışırken, Etiyopya’daki ölümün kucağına oturmuş sefalet için kılını kıpırdatmayabiliyor. Son bir örnek olarak bir kadının cinsel tacize maruz kalması toplumsal infial uyandırırken bir travestinin yollarda üzerine araba sürülmesi veya dövülmesi hatta yüzüne kezzap atılması gazetelerde okunan bir üçüncü sayfa haberi olarak değer görebilmekte ancak. Aile kurumunun kan bağıyla şekillendirdiği kimlik üzerinden acıları duyumsayabilme şiddetindeki farklılıklarda da aynı örnekleri gözlemlemek mümkün. Örneğin birey için babasının ölümü katlanılmaz bir acıyken, kuzeninin ölümü daha katlanılır bir acı olabilmekte kuzeninin torununun ölümünü çok daha hafif bir acı olarak duyumsayıp geçiştirebilmektedir. Kan bağının ördüğü piramidin zirvesinden aşağılara inildikçe acının bireyin ruhundaki şiddeti de azalmaktadır. İşte bütün bu örneklerde ulus, din, cinsel veya aile kimliklerinin acıyı soğurarak bireyin bilincine eşit şiddette ulaşmasını engelleyen kalkanlar olarak işlev gördüğünü söylemek mümkün. Bütün verilmiş ve öğrenilmiş kimliklerin olmadığı bir dünyada, her insani çığlığı etinde hisseden mülksüz ve kaybetmiş insanların birbirinin sesine koşulsuzca koşması durumunda hangi baskı ve sömürü aygıtı sürekliliğini hala koruyor olabilirdi ki? Bizden olanlar ve olmayanlar ayrımı iktidar odaklarının can simididir. Her gri, belirsiz veya Araf alan, iktidar sınırlarına dâhil edilen veya dışında tutulan bir kimlikle donatılmak durumundadır. Foucault, bireyleri belirli kategorilere ve kimliklere mecbur etme sürecinin modern iktidarın işlev görme biçimi olduğunu savunur. Belirli öznellikleri bastırmayı ya da onlara eziyet etmeyi hedeflemez – daha çok onları bilgi nesneleri ve iktidar özneleri olarak üretmeyi hedefler. Kimlik tuzakları, kendimize kapatılmamızı ve umutsuzluk hikâyemizi uzatırken, mutlu azınlığın bize yeni kimlikler bağış ederek, varoluş koşullarımıza mutsuz ve sefalet içinde devam etmemizi temin etmesi modern uygarlığın sinsi işleyiş mantığının incelikli bir stratejisidir.

“Her köşe başında kimlik soruyorlar benden, açıp yaralarımı gösteriyorum” [Hicri İzgören]

Milan Kundera “iktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur” demişti. Kimimizi etnik kimliğinden, kimimizi kadınlığından, kimimizi yoksulluğundan, kimimizi cinsel tercihinden, kimimizi dini inancından ötürü yaralayan ve sakatlayan bu zulüm çarkı döndükçe, sırtımızda taşımak zorunda olduğumuz lanetli kimlikler bohçası da gittikçe ağırlaşıyor. Her yaralı kimlik elbette kendini özgür ve meşru kılma mücadelesini özerk kulvarında yürüterek yaralayıcı güç odaklarının altını oyma kavgasını sürdürecektir. Temel sorun bu mücadelenin zamanla farklı kimliklerle ilişkisindeki akışkan ve iç içe işleyen yönelimleri dondurarak, kimliğin zırhına yapışmış kategoriler üzerinden bir toplumsal tahayyüle kapı aralamasıdır. Bu durumda modern dünyanın kimlikler cehenneminde bireyin yaralarını sağaltma mücadelesi gün geçtikçe daha yalnız ve kuşatılmış olarak sürdürmek zorunda olduğu bir mücadele haline dönüşüyor maalesef. Bütün bireysel ve kolektif kimliklerin yeniden üretildiği ve kışkırtıldığı bir çağda, kimlik kabuklarının içindeki beyaz inciye, yani o çıplak insani kimliğe ulaşmak hiçte kolay gözükmüyor. İktidar sürekli kategorilere ve kimliklere ihtiyaç duyar. Acının siyah mührünün bütün bedenlerde, ruhlarda aynı izi bırakmasını aynı yankıları uyandırmasını engellemek iktidarların ürettiği kimlik kalkanlarıyla mümkün olabiliyor çünkü. Kimliklerin ağırlığı altında ezilmiş öznelerin, farklı kimliklerin içinde debelendiği açmazları ve baskıları göremeyecek ve işitemeyecek derecede körleştirildiğini, sağırlaştırıldığını izlediğimiz bir karanlık çağın bir “kimlikler tiyatrosu”nun içinde debelenmekteyiz hepimiz. İktidarın mağdur ettiği toplumsal kesimlerin ve bütün “öteki”lerin farklı kimlikler altında yürüttüğü bölünmüş, parçalanmış etkisiz politik mücadelesi birazda “ölümcül kimlikler” in dikenli tellerine toslanmasıyla açıklanabilinir. Soğuk havalarda ısınmak için birbirine yaklaşarak ısınmaya çalışan kirpilerin, dikenlerinin birbirine batması sonucunda belli bir mesafede dizilmelerindeki gibi kimliklerin yaralayıcı dikenleri de kaybedenlerin arasına hayali mesafeler ve aşılmaz duvarlar örmeye devam ediyor. Bu da hiç işitmediğimiz acı seslerin iktidarın demir kafesleri içinde boğulmasını hatta yok olmasını beraberinde getirmektedir. İktidarların dayattığı belli kimliklere karşı muhaliflerin yürüttüğü ezilen kimlikler mücadelesi veya kimliklerden özgürleşme çabası, zamanla sınırları ve ufku sabitlenmiş, mutlaklaştırılmış bir total kimliğe dönüşebilmekte hatta kendi bünyesinden yeni “öteki” kimlikler üretebilmektedir. Bu da kendini sürekli yineleyen bir kazanan-kaybeden oyununa yeni kimliklerle devam etmenin karanlık döngüsünü aşılmaz kılmaktadır. Bireyin bütünsel varoluşunu, aidiyetlerin korunaklı huzuruna teslim ettiği “özgürlükten kaçış” hikâyesidir kimlik. Kimlik kaleleri bu hikâyelere yaslanarak yükselir.”Ben”in kaybettiği “biz”in kazandığı, burçlara bayrağını diktiği bir hikâye.

“Biz elbette bir sınıfının savunucularıyız. Ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan ve dışlanan bütün bir insanlığın oluşturduğu sınıfın” [ Bakunin]

Otoriter solun, tarihin kimi kavşaklarında yürüttüğü emeğin kurtuluş mücadelesi kapsamında, toplumsal destek bulma kaygısıyla kimliklere yaklaşımı ya popülist bir kabulleniş oldu yada devrimin o kızıl şafağına değin ertelenen, ötelenen bir stratejiye tabi kılındı. Emek – sermaye çelişkisinin ürettiği toplumsal eşitsizliklerin gövdesinde uç veren her ezilen kimlik; ya sınıf eşitsizlikleriyle belirlenmiş bu toplumsal denklemin bir türeviydi, ya da kapitalizmin emeğin mücadelesini bölme adına yarattığı tuzaklar ve sapkınlıklar olarak değerlendiriliyordu. Merkezi çelişkinin çözülüp emeğin özgürleştiği tarihin sonunu ilan eden o nihai sınıfsız toplum aşamasıyla birlikte her kimlik (yani tali çelişkiler) özgürlüğüne kavuşacak ve aşamalı olarak bütün icat edilmiş kolektif kimlikler buharlaşarak tek ontolojik kimliğimiz olan doğa karşısındaki emekçi kimliğimize geri dönecektik. Bu kurgusal tarih okuması öngörülen gelişmeleri doğurmadığı gibi her kimlik mücadelesi dönüşen toplumsal dinamiklerin etkisiyle de etkinlik sahasını genişleterek, sömüren – sömürülen diyalektiğinin çok dışında bir siyasal pozisyon alabilmekteydi. Yaşanan post-modern çağ bastırılmış, hasıraltı edilmiş kimliklerin bir patlaması veya geri dönüşüydü. Üstelik bu yeni kimlikler emek-sermaye karşıtlığına dayalı tanımlamaları aşarak, iktidarın binlerce farklı baskı yüzleri olduğunu da teşhir edip, farklı bir mücadele biçimini ve dilini üreterek parti siyasetinden hızla kopmaktaydı. İktidarın dışı yoktu ve her saha bir politik mücadele mevzisi olarak görülebilmekteydi. Makro - anlatıların kan kaybettiği, özel olanın politikasının damgasını vurduğu bir kırılma yaşanıyordu. Totaliter sistemlerin mumyaladığı özel alanın politikası zincirlerinden boşanarak sahne alıyordu küresel köyün sokaklarında. Kişisel olanın politik olduğu isyan karnavalına her kaybeden davetliydi. Lider veya öncü devrimcilerin sultasına dayalı hiyerarşik parti örgütlenmesi yerini anti-otoriter yatay örgütlenmelerin oluşturduğu taban hareketlerine bırakmıştı artık. Kimlik siyaseti başat siyasi konumunu koruyarak modern iktidarın bütün hoşnutsuzları ve dışlanmışlarıyla küresel bir direniş ve dayanışma ağını örerek iktidarı cepheden karşılayan bir “nümayiş” in politik özneleri olmayı becerebilmiş gözüküyordu. Bu farklı kimlik politikalarının esin kaynağını anarşizm, ekolojik toplum, otonomi, yerellik, eşcinsel hareketler, modernizm karşıtlığı gibi alternatif yaşam projeleri oluşturmaktaydı. Dünyanın bu cephesinde kimlik siyaseti bu doğrultuda yol alırken, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Avrupa vb. dünyanın kimi bölgelerinde de gecikmiş ulusal ve etnik uyanışların yarattığı siyasal hareketler şiddetin çözüm rehberliğinde, kendi devletlerini kurma veya siyasal iktidarını inşa etme kavgalarıyla çalkalanmaktaydı. Ulusal soruna çözüm ilkesi her ulusa bir devlet olan ortodoks solun, bu hengâmede söyleyebilecek söz limiti çoktan tükenmişti zaten. Her yerel kimlik, tahrip gücü yüksek bir bomba olup aydınlanma ideallerinin tepesine yağmaktaydı. Alt ve Üst kimlik tanımlamaları, altta kalanın canı çıksın’ın ucuz manevrasıydı sadece. Küreselleşmiş çağ, ulusal - yerel kimlikleri aşındırarak sermayenin bütünleştirdiği pazar kardeşliğini de becerememişti üstelik. Sermayenin eşitsiz gelişim yasası ileri sanayi ülkelerinin ihraç çöplüğü olarak gördüğü coğrafyalardaki (pazarlar da) hegemonyası derinleştikçe, köktenci kimlik politikalarının (milliyetçilik, fundamentalizm) meydan okumasını ve taban bulma zeminini güçlendirmekteydi. Hatta giderek Hıristiyan ve Müslüman dinleri mensuplarının boğazlaştığı popüler tabirle bir “medeniyetler çatışması”na bile dönüşebilmekteydi. ‘İmparatorluk’un yok edici basıncı arttıkça mağdur kültürel kimliklerin varoluş kavgası şiddetlenmekte, bu da kimliksiz bir politika yürütmenin yolunu tıkayarak, farklı coğrafyalardaki özgürlük mücadeleleriyle önyargısız bir ilişkilenmeyi her dönem engellemekte ve ertelemekteydi.

“Kimlikler ruhumuza ve bedenimize sınırlar çizen iktidar haritalarıdır”

Bütün kimliklerin altına asit dökme iddiasını içeren anarşist politikanın, kimlik siyasetiyle ilişkisinde beklide en tutarlı tarihsel geleneğe sahip politik yönelim olduğunu söylemek mümkün. Anarşizmin özerklik vurgusu ve bireysel özgürlüğe yüklediği özel anlam, kimliklerin bireyin özgür benliğini sakatlayan, ruhunu boğan hapishaneler olduğu eleştirisini her zaman yüksek sesle dillendirmesini kolaylaştırmıştı. Bireyi zorunlu toplumsal örgütlenmelere angaje eden kolektif kimliklerin kurgusal ve eşitsizlikleri örterek “hayali cemaatler” yaratan karakterinin radikal eleştirisi, bireysel özgürlük mücadelesiyle her zaman yan yana yürütülmüştü. Modernliğin bütünlüklerine, özcü kategorilerine, akılcı hakikate, aşkın kimlik tanımlamalarına ve bunların bağlandığı tahakküm pratiklerine karşı tavizsiz direnme stratejileriyle karşı koymaya çalışan anarşizmin, ortada bir siyasal günahı yok gibi görünmekteydi. Ayrıca modernizmin karşıtlık siyasetinden beslenen politik kuramların aksine anarşizm bireyden hareketle yola çıkıyordu ve her karşıtlığın iktidar ilişkilerinin ürettiği bir çatışkı tuzağı olduğunun farkındaydı. Yani hiçbir kimlik sonsuza kadar tam yâda saf değildi, onu tehdit eden iktidarın verili kimlikleri ve kodları tarafından oluşturulmuştu. Her kurgusal kimlik inşası, karşıt kimliklerin değerleriyle çatışma ekseninde biçimlenmekteydi. Toplumsal ilişkilerin dışında doğal durumda belirlenmiş bir kimlik yoktu, toplumsal dokuya nüfuz etmiş iktidar kirlerinden yeni kimlikler devşirmekte tamda iktidarın işleyiş stratejisine uygun düşmektedir. Nietzsche‘ ye göre; yaşam, mücadelenin tanınması ve kabul edilmesidir; hiçbir sabit anlamın, özün ya da istikrarlı kimliğin var olmadığının kabul edilmesidir. Bütün kimlik kurguları bir “hayali biz” yaratmanın tutkalı olmaya çalıştıkça, iktidar sınırlarına dâhil olmak istemeyen özgür öznelerin altındaki zeminde hızla erimektedir. Bana kimliğinle gelme diyen anarşizmin, kimlik mücadelelerinin otoriter siyasetlerce dizayn edilme politikalarına seyirci kalma lüksü de olamaz. Hem kimliklerin katı sınırlarını ihlal edip, hem de kimliklerin maruz kaldığı yaralayıcı darbelere kalkan olmak özgürlükçü bir siyasetin vazgeçilmez etiğidir. Küreselleşme karşıtı hareket gösterdi ki dallanıp budaklanan, tüm yaşam alanlarına yayılan iktidar ilişkilerini analiz etme basiretinden yoksun geleneksel solun yitirdiği yeni sosyal hareketleri anarşizm kapsayarak muhalif boşluğu doldurmuştur. İçinde bulunduğumuz çağda, “ağ kurmak” kapitalist bir pazar stratejisi olduğu kadar özgürlükçü muhalifler için de son derece etkin bir örgütlenme stratejisidir. Üstelik ‘merkez’ fikrini ortadan kaldırması açısından anarşist politikaya daha uygun bir yöntemdir. Mekân sınırlarını hükümsüz kılan iletişim ağları her muhalif siyasetin, diğer muhalif siyasetlerce iletişimini ve dayanışmasını boyutlandırdıkça kapalı kimlik siyasetlerinin gettolarına gömülmelerini daha bir zorlaştıracak bu da önyargıların kof kabuklarını kırmayı daha bir kolaylaştıracaktır. Ağ içinde her kimliğin kendini özgürce ifade edip diğer kimliklerin hikmetinden sual olunmaz kutsallıklarıyla teması süreklilik kazandıkça özgürlük adına kaybeden önyargı duvarları ve kutsallıklar olacaktır. Koynumuzda taşıdığımız kimlik yaraları, öfkenin soğuyan tahammülsüzlüğüyle kabuk bağladıkça, hem yaraya dokunmak zorlaşıyor hem de zamanla toplumsal bünyeyi çürüten otoriter bir ura dönüşüyor.

"Bugünkü hedef, belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir" [Foucault]

Kimlikler arasındaki akışkanlığın sağlandığı ve toplumsal dinamiklerin çehre değiştirme süreçleriyle birlikte her kimliğin iç içe geçip yeniden tanımlandığı, melez kimliklere dönüşme pratikleri arttıkça, keskin sınırları ve sabiteleri olan mutlak kimlikleri yerinden etmek de kolaylaşabilir. “İnsan özneler sabit birer öz olmayıp, söylemsel olarak kurulmuşlardır. İnsan kimlikleri ve öznellikleri oynaktır ve parçalıdır”. Merkez – çevre ikiliğinin ve bununla birlikte bu ikiliğin çağrıştırdığı “sahtelik” ve “otantiklik” kutuplarının dağıtılması, parçalanması veya bozulması, kimliğin dikenli tel örgüleri üzerinden atlamayı sağlayabilir. Edward Said, “Başkalarını ontolojik olarak verili olarak değil de tarihsel olarak inşa edilenler olarak görmek, kendi kültürümüzde dâhil olmak üzere kültürler konusunda taşıdığımız genel önyargıları yıkacaktır” şeklinde belirtir. Günümüzde postkolonyal eleştirilerin açığa çıkardığı melez veya “ara yerde duran” kimlik kategorilerinden ve tanımlamalarından sonra, sabit ve aşkın bir kimlik tanımlaması yapmak gittikçe zorlaşmaktadır. Ulusların tasarlanmış, geleneklerin icat edilmiş, öznelliklerin kaygan ve kültürel kimliklerin bir mit olduğu belirlemeleri, aidiyet kamburundan kurtulmak yolunda önemli bir çıkıştır. Postkolonyal eleştirinin epistemolojik hedefi, modern devrimci ideolojilere şekil veren karşıtlıkların ve özdeşleşmelerin ötesine geçmektir. Postkolonyalizm belki de şu durumun gittikçe farkına varılmasının işaretidir: “Bir kültürün, bir tarihin, bir dilin ve bir kimliğin, gittikçe metropolleşen dünyanın genel dönüştürücü akımlarından ayrı tutulması mümkün değildir. Yeniden ‘eve dönmek’ imkânsızdır”. Postkolonyal eleştirilere göre, yerel kimliklere sarılmak, yerelciliği kabul etmek demek emperyalizmin sonuçlarını canu gönülden kabul etmek, İrlanda, Hindistan, Lübnan ve Filistin gibi yerlere bizzat emperyalizmin dayattığı çok radikal dinsel ve siyasal ayrımları kabul etmek demektir. Postkolonyal teoriyi Afrika bağlamında inceleyen Kwarne Anthony Appiah, aynı itirazları Afrika özgülünde dile getirir. “ Burada söz konusu olan şey, “otantik”, el değmemiş ve saf bir “Afrika”nın olmadığı, eşit olmayan ve asimetrik bir biçimde de olsa taraflar arasında gerçekleşen bir dizi alışveriştir. Bazı sömürgecilik sonrası yazılarda açıkça görülüyor ki, monolotik bir Batı karşısında üniter bir Afrika faraziyesi –Kendilik ve Öteki ikiliği- artık tarihin eski sayfalarına havale etmemiz gereken modernleştiricileri ayıran son turnusol kâğıdıdır”. Ne istikrarlı bir “otantikliğin” nede istikrarlı bir sahteliğin olduğu, melezliğin görüntü, ses ve dillerine mahkûm olan dünyalar arasındaki trafikte yol almayı tercih etmek, deneyimler, kültürler ve iktidarlar arasında hiçbir gerçek farklılığın olmadığı anlamına elbette gelmez. Küresel Kapitalizm’in ve Batı Modernliğinin üzerinden geçmediği veya rengini vermediği yerel veya “saf” hiçbir kimlik kalmamıştır. Her yerel hikâye küresel “büyük resmin” bir parçasıdır artık. Üretimin ulusöteleşmesi eski Birinci, İkinci, Üçüncü Dünya ayrımlarını şüpheli hale getirmiştir. Geçmişte Üçüncü Dünyanın parçası olan coğrafyalar bugün ulusötesi sermayenin rotasında yer alıp dünya ekonomisinin gelişmiş dilimi içinde yer alabiliyorlar. Gittikçe küresel alanda kapitalizmin merkezi kaybolmakta, yerel alanlarda üretim işlemi parçalanarak mahalli bölgelere ve yörelere dağılmaktadır. Ayrıca son yıllarda Avrupa metropollerine yapılan yoğun göç, yerinden edilme, yersizleştirilme, bileşik kozmopolit kimliklerin gün yüzüne çıkmasını doğurmaktadır. “Modernleşme tarihi, şimdi Avrupa’dan başlayıp tüm dünyayı saracak küresel fethin önlenemez yürüyüşü olarak değil, farklı mekânlara yayılmış yerel çatışmaların zamansal olarak birbirini takip edişi olarak belirmektedir ki, yerel ilerleme hedefleri modernlikle birlikte onun çelişkilerinin de oluşumuna önemli ölçüde katkıda bulunmuş ya da suç ortaklığı aracılığıyla bu konuda büyük rol oynamaktadır”. Soyut “Öteki” metaforunun şimdi somut tarihsel bedenlere dönüştüğü sömürge sonrası varoluş, tarihsel olarak bastırılmış tikel seslerin (etnisite, cinsiyet yerellik) Batı Aklının evrensel öncüllerine ve kategorilerine meydan okuduğu bir varoluştur. Kültürün sömürgeciliğin izlerinden temizlenmesi tam olarak ne anlama geliyor? Sömürge tarihinden önce var olan öz kültürün yeniden kendisine gelmesini mi, yoksa kültürlerarası şekillenmelerden oluşan karmaşık ve eş zamanlı bir şimdiki zamanda farklı tarihlerin yaşaması düşüncesini mi ifade ediyor? Burada otantik bir duruma yeniden dönmek mümkün değildir. Bizler hem madun oluşumların hem de kurumsal iktidarların kesintiye, ihlale, parçalanmaya ve dönüşüme tabi olduğu interaktif ve asla tamamlanmayacak bir kültürel performansın içindeyiz. Gayatri Chakravorty Spivak, daha yerel ve sınırlı bir “otantiklik” ve “gelenek” anlayışı, etnik yada ontolojik bir özcülüğün metafizik garantisinde olmayan, performatif ivediliklerin işareti altında gerçekleşen bir anlayışı önermektedir. Bilgiye ve bilgiyi besleyen entelektüel söylemlere, kurumlara ve disiplin rejimlerine yönelik radikal eleştiriler, köken ve gelenek söylemini yeniden yazdırmakta buda kendi süreçlerini evrensel olarak yorumlayan batının metropol bakışını, ters yüz etmektedir. Kimliklerin hem bir “oluş” hemde bir “varlık” meselesi olduğunu, bütünsel bir kavrayışla görmek gerekiyor. Her kimlik, hem merkezi iktidar kimliklerinin ve “öteki”nin basıncıyla oluşmuş kurmaca bir nitelik taşır, hemde farklı eşitsizlik ve baskı türlerinin görünür kılınmasını sağlayan direniş araçları işlevi görür. Toplumsal karşıtlıklardan beslenen bütün kolektif kimlikler, içerme ve dışlama stratejilerinin eş zamanlı işleyişiyle hayali sınırlarını perçinler, her kimlik ‘öteki’ni referans alma ya da ‘öteki’ne göre tanımlanmayla kurulur yani kimliğin keşfi bir nevi ‘ben’ ve ‘öteki’nin farkına varmaktır. Benliğin her temsili üzerinde ötekinin izini taşır. Bu nedenle kimlik hiçbir zaman “özsel” değildir, ilişkilerin ürünüdür. Ben ile öteki arasındaki farklılıklar, benliği ötekinden ayıran sınırlar değil aksine onları karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde birleştiren farklılıklardır. Özselleştirilmiş ben ve öteki nosyonları arasındaki sınırlar her zaman gözenekli olup, ben ile ötekinin karşılıklı bağımlılığını besleyerek “sınır geçişleri” sonucunda melez kimliklerin oluşma koşullarını üretir. “Öteki”ne yönelen nefret derinleştikçe “biz”ler (aynı kimliğe mensup insanlar veya toplumlar) arasındaki eşitsizlikler, baskılar dondurulur veya ertelenir. Bütünsel varoluşumuzu yaran her toplumsallaşma sürecinin içerdiği otoriter ve eşitsizlikleri peçeleyen nüveleri sorgulayarak yol alabiliriz ancak. Çözüm ne otoriter iktidarların dayattığı merkezi kimlikleri kabullenmekten, ne de liberal pazarın sunduğu steril kimlikler seçkisinden bir tercih yapmaktan geçiyor. Ortak düşmanlarından başka ortak hiçbir şeyi olmayan insanların oluşturduğu siyasal birliklerin, total kimliklere (ırk, ulus, din) sarılması ve bu total kimlik şemsiyeleri altında ancak tahakküm ve sömürü ilişkilerini tesis edebildikleri kimlik tuzaklarını iyi görmek gerekiyor. İnsanın sadece katıksız insan olmasıyla tatmin ve mutlu olduğu, her insanın her insani çığlığı etinde, ruhunda hissettiği herkesin herkesle kimliksiz anlaşabildiği ve kimlik göstermediği, özgürlükçü bir toplumsallığın inşası öncelikle bütün verili kolektif kimliklerin ateşe verilmesinden geçiyor. Devrim, bireyin kendisine zorla kabul ettirilmiş olan ve sayesinde iktidarın işlediği kimlikleri reddetmesiyle başlar.