6 Haziran 2013 Perşembe

Gezi Parkı’nın Çağırdığı “Devrim Hayaleti” Üzerine - Ramazan Kaya


“Her radikal politikanın görevi sarhoşluğun gücünü devrime kazanmak olmalıdır”
[Walter Benjamin]

Her isyan, her devrim elbette “zamansız”dır ve öngörülemez bir toplumsal patlamadır. Hatta bu müşkül zamanlarda devrim fikrinden daha “zamansız” ne olabilir ki? Üstelik “zamansız” olanın zamanı asla gelmez. Devrim, tarihsel durumdan ayrılmış, damıtılmış bir olaydır her zaman. O, tarihin dar kapısından teklifsiz bir şekilde özgürlüğün ve arzunun geniş bahçesine mesiyanik bir giriştir. Devrimlerin başarısız olması, yapısal bir kaçınılmazlık olsa da insanların devrimci olmasını engellemez. Devrimler yenilgiye uğradığında bile verili durum değişir, problemler dönüşüme uğrar.  Gilles Deleuze’nin dediği gibi: "Devrimlerin neye döndüğü ile halkların devrimci oluşlarını sürekli birbirine karıştırırlar. Bunlar iki farklı insan kümesiyle ilişkilidir. İnsanın tek umudu devrimci bir oluşta yatar: katlanılamaz olana karşılık vermesinin tek yolunda. Devrim oluştur ve oluş tarihe indirgenemez; tarih açısından bakarsak hep zamansızdır"[1]. Sanırım kabul edilmesi ve tarihten çıkarılması gereken temel ders; siyasetin her zaman bir risk siyaseti olduğu, her siyasal müdahalenin kötü sonuçlar verebileceğidir. Böyle paradoksal bir boyutu olmasaydı, siyaset salt bir tekniğe, “iyi toplum” yapmak kılavuzuna dönüşürdü. Özgürlüğün garantisi yine özgürlüktür. Özgürlük, sonsuz ile bağını koruduğu müddetçe özgürlük olarak kalır. İsyanı, görece örgütsüz, bireysel veya kolektif başkaldırı olarak tanımlamak mümkündür.  Bu anlamıyla isyanın uzun bir modern-öncesi tarihi vardır; dahası, bu anlamda isyan modern dünyada da varlığını sürdürür. Ancak devrim, kapitalist gelişme ve kapitalizm analizi ile yakından alakalı olan modernliğin ürünü bir kavramıdır. Dolaysıyla devrim vaadi modern bir vaattir; zulüm ve adaletsizlik gibi kadim sorunlara verilen modern bir yanıttır. Nasıl ki devrimsiz isyan aciz bir eylemse, isyansız devrim de her an reel politik tarafından sömürgeleştirilebilir. Devrim, zamanın donduğu, tarihin kesintiye uğradığı bir olaydır. Walter Benjamin, tarihi; sahte olaylar yığını, kronolojik ve “boş” zamanın felaketlere doğru ilerlediği belli belirsiz bir akış olarak resmeder.  Hareketlilik ve ilerleme olarak anlaşılan modernizm, onun için hareketli bir cehennemdir, ideali salt tekrar, aynı olay-olmayanların ayrım üretmeyen bengi dönüşüdür. Benjamin için devrim, tarihin “acil durum frenini” çekip bu belirsiz akışa bir dur demek, tarihselci konformizmden kurtulmaktır.  Devrim, kronolojik zamana karşı kairolojik zamandır.  Salt tekrarı, kronolojik zaman akışını bozarak zamanı değiştiren “müsait andır”. Alain Badio, varlık ile olay arasındaki temel çatışmaya, olayın tarihe indirgenemezliğine odaklanır.  Olay her zaman tarihsel bağlamına, durumuna göre bir fazlalık olarak ortaya çıkar. Olay her zaman yapının yarılması şeklinde meydana gelir, “birin ikiye bölündüğü” bir süreç olarak varlığını gösterir. Olay, var olan durumun kurallardan kurtulması, kendini bu kurallardan muaf tutması bakımından istisnaidir. Bu bağlamda her devrim, tarihsel bir sıçrama veya radikal bir “olay”dır. Dışlananları isyana iten şey, ne onları ezen sosyo-ekonomik mekanizmaları bilmeleri, ne de dışlandıklarının bilincine varmalarıdır. Onları harekete geçiren şey, erişimlerinin yasaklandığı daha iyi bir dünya ve hâkim sınıfların dünyası ile günbegün karşılaşmalarıdır. Jacques Rancière’in hatırlattığı gibi, eşitsizlik daima var olduğuna göre, her zaman bir isyan sebebi de vardır. O halde eşitlik siyasetin nihayetinde ulaşmak istediği bir amaçtan ziyade” bir çıkış noktası”, her koşulda bulunulabilecek bir varsayımdır. Rancière için, eşitlik, verili bir bölüşüm sisteminde erişilecek ölçülebilir bir hedef değil, radikal eleştiriye imkân veren koşuldur, her şartta savunulması gereken bir ilkedir.

Devrim ve isyan geleneği son derece zayıf olan bu ülkede, Gezi Parkı “olayı”yla başlayan devrimci durum, Türkiye’nin itaat tarihinde geri döndürülemez bir andır ve devrimci bir kırılmadır. 600 yıl boyunca padişah her hapşırdığında “padişahım çok yaşa” diyen bir itaat geleneğinin ve ceberut devlet kültürünün oluşturduğu bütün otoriter kodların toplumun şahsında çözülmesidir. Günlerdir devam eden ve Türkiye’nin birçok kentine sıçrayan bu isyan ateşi aynı zamanda bir o kadar da “zamansız” bir isyandır. Kürtlerin devletle çözüm müzakerelerine başladığı, Kürt hareketinin dağ kadrolarını geri çektiği, “barış” koşullarının ve barış umudunun güçlendiği, Kürdistan’daki politik mobilizasyonun zayıfladığı bir zaman dilimine denk geldi. Kürt hareketinin yıllarca haklı mücadelesini “Türkiyelileştirme” çabası sonuçsuz kaldı ancak gelinen aşamada Türkiye kentlerinin Kürdistanlaştığını söylemek mümkün. AKP iktidarının pekiştirdiği polis devletinin şiddet zincirlerinden boşaldığı, insanların zorla gözaltına alındığı ve onlarca kişinin canını kaybettiği bu isyan, Türkiye’nin belli oranda Kürdistanlaştığının fotoğrafıdır. Kürt hareketinin direniş ilhamına geç kalan, Kürt hareketinin yarattığı devrimci anları ve fırsatları yitirmiş bir toplumun gecikmiş uyanışıdır. Kürtlerin bu gecikmiş isyan haline haklı olarak sitem ettiğini, öfke duyduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkedeki politik kudreti sınırlı devrimci öznelerin Kürt halkıyla olan dayanışmasını, mücadele ortaklığını ve direniş tarihini bilen biri olarak yine de Türkiye halklarının bu gecikmiş isyanı karşısında sitemden ziyade çok hayıflandığımı söylemek isterim. Kürdistan’da otuz yıl boyunca süren “kirli savaş”, meydana gelen serhildanlar, silahlı direniş, kitlesel oturmalar, sivil cumalar ve açlık grevleri yine de isyan ateşinin Türkiye topraklarına taşınmasını sağlayamadı. Bugünkü isyan, dediğim zamanlara ve anlara denk getirilebilseydi belki de bugün Kürt halkı devletle barış müzakerelerine oturmak yerine Türkiye'nin devrimci özneleriyle devrim sonrasını konuşuyor olacaktı ve Türkiye'nin devrimci özneleri, Kemalistlerle, ulusalcılarla, şoven solcularla meydanlarda yana yana gelmek zorunda kalmayacaktı. Yine de AKP iktidarının dışladığı, kısıtladığı, baskıladığı ve ötekileştirdiği bütün toplumsal katmanların sokağa dökülmüş olması gelecek adına umudumuzu diri tutması gereken bir gelişmedir. 

Radikal solun örgütlü gücünün yetersiz olduğu gerçeğinden hareketle, belli ulusalcı ve Kemalist güçlerin hareketi birçok kentte kontrol ettiğini, militarist sloganlarla, Türk bayraklarıyla hareketin toplumsal enerjisini salt AKP karşıtlığına ve iktidar rüyalarına tercüme etmeye çalıştığı hepimizin malumudur. Ancak Kemalistlerin ve liberal orta sınıfların kendi yaşam alanlarının kısıtlanmasına, muhafazakârlaştırılmaya karşı bir hak olarak başkaldırmasına burun kıvırma hakkına sahip değildir. Bu isyan atmosferinde biz devrimcilere, anarşistlere düşen görev; otonom alanlar inşa etmek, yeni politik ilişkiler geliştirmek ve belli bölgelerin ve mekânların kontrolünü ele geçirerek direnişin coşkusunu doyasıya yaşamaktır. Ortalık isyanın muhasebesine kafa yoran rasyonel ideologlardan, strateji ve taktik mekteplerinden gelen "uzman devrimciler"den geçilmiyor. İktisat ve iktidar hesaplarının kurulu sofrasına oturmuş bu sefil beyinler, bizim yerimize ne kazandığımızı ve ne kaybettiğimizi hesaplamaya çalışıyorlar. Bu zatların politik lugatında, bir isyanın bireyde yarattığı dönüşümlerin, ateşlenen hayal gücünün, mizahın, sanatın, ortaya çıkan dayanışma ilişkilerinin ve komünal değerlerin bir karşılığı yoktur. Bütün bildikleri, iktidarı ele geçirmeye ne kadar yakınlaştığımızı ölçmektir. Oysa devrim, her şeyden önce itaat ve korku duvarının aşılmasıdır. Afganistanlı militan feminist Malalaı Joya'nın tabiriyle "bir daha asla korkunun gölgesi altında fısıldayarak konuşmayacağım" demektir. Sanırım Türkiye halkları bu eşiği şimdilik atladı. Türkiye toplumunun büyük bir bölümü; ölüm ve şiddeti, yıllarca hayatlarına hiçbir biçimde değmeyen, onlara daima uzak coğrafyalarda hak etmiş şer odaklarının veya kökü dışarıda "teröristlerin" maruz kaldığı kaçınılmaz bir son olarak seyretti. Şimdi ölüm ve şiddet herkese eşit mesafedeki "komşu" olmaya başladı. Türkiye'nin Kürdistanlaşmasına, bu empati aşısına belki de ihtiyaç vardı. Sanırım Türkiye için "gerçeğin çölüne hoş geldiniz" diyebiliriz artık. Şimdiden bir direniş sembolü haline gelen Gezi Parkı; işbirliği ve iletişim ağlarının büyüdüğü, tekillikler arasındaki karşılaşmaların ve ortak varoluşun yoğunlaştığı, çokluğun kendisini evinde hissettiği yerdir. Başkaldırı bayrağının gururla sallandığı, iktidarın sefaleti karşısına varlığın şenliğinin dikildiği ortak alandır. Bu direniş, Türkiye'nin mevcut gidişatından hoşnutsuz olanların koalisyonudur. Bu kahkaha, Negri ve Hardt’ın dediği gibi: “bir yıkım kahkahası, kötülüğe karşı savaşa eşlik eden silahlı meleklerin kahkahasıdır”…




[1]Bülent Diken-  İsyan, Devrim, Eleştiri - Metis Yayınları, s.89

Hiç yorum yok: